İmam-ı Rabbanî’yi anlatan bu eserin yazarı Ebu’l Hasen en-Nedvi 1914 Hindistan doğumludur. Eser, daha önce yine Risale Yayınlarından çıkan İslâm’da Fikir ve Davet Önderleri kitabının devam kitabıdır. Kitap bir biyografi kitabından daha fazla bir dönem kitabı niteliğinde olup İmam-ı Rabbanî’nin yaşadığı dönemi öncesi ve sonrasıyla anlatmaktadır. İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum bölge bölge örneklerle gösterilmiştir. Türkistan’ın, Afganistan’ın, İran’ın ve Osmanlı İmparatorluğu ile beraber Hindistan’ın nasıl durumda olduğuna değinilmiştir.
Burada yazarın Osmanlı İmparatorluğu için söylediği güzel ifadeler ön plana çıkmakta. 16. ve 17. yüzyıllarda yaşayan İmam-ı Rabbanî, Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı zamanlarının hemen ertesinde dünyaya gelmiş. Bu yönüyle Osmanlı’nın İslâm sancağını nasıl en yukarılara kaldırdığını da bilmektedir. Hasen en-Nedvi de gerek Yavuz Sultan Selim’in ve gerekse de Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptıklarından övgüyle bahsediyor kitapta. Yazar, içeride ve dışarıda pek çok fikri tartışmalara neden olan Yavuz Sultan Selim’in Memlük ülkesinden halifelik bayrağını almasını hiç tartışmıyor. Çünkü üzerinden asırlar geçtikçe daha iyi anlaşılmış ki halifelik ancak Türklerin elinde yükselebilir, ancak Türklerin elinde hak ettiği değere ulaşabilirdi. Kitapta hilafet için “Memlükler elinde papalık gibi kalmış” ifadesinin kullanılması bu manada çok önemlidir. Osmanlı’nın yaptığı şey, güçlü ve dünyaya hükmeden bir sultanın omuzlarına bu payeyi kondurmak olmuştur. Ayrıca yazarın Hanefi-Sünni itikadına bağlı oluşu ve Osmanlı’nın da bu istikamette yürüyor olması onun Osmanlı sempatisi için bir başka sebeptir.
Kitabın aynı zamanda bir dönem kitabı olduğundan da bahsettik. Her şey değişiyor fakat İran’ın faaliyetleri değişmiyor. Tarihin her döneminde muhakkak bir siyasi organizasyona sahip olmuş bu medeniyet ister zayıf olsun isterse de güçlü olsun etrafa ideoloji ve inanç ihracı yapma gayretinde olmuş. Bu gayretlerin bir bölümünden Hindistan da etkileniyor muhakkak ki. İşte böyle dışarıdan gelen ve bilhassa itikadı bozuk cereyanlara karşı elinizde derdini anlatabilecek ve sağlam duruşlu şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İmam-ı Rabbanî’nin bu şahsiyetlerin en önde gelen isimlerin başında geldiği şüphesizdir. Bununla ilgili Melik Ekber örneği verilebilir. Melik Ekber sarayına çeşitli din ve görüşlerden münazaracılar davet ediyor onlara kendisinin pek anlamadığı dini tartıştırıyor. Derdini, davasını iyi anlatamayan kişiler vasıtasıyla da ister istemez herkesin içine şüphe düşüyor. Belki Melik Ekber’in İslâm’a yaptığı en büyük kötülük de bu olmuştur.
Hindistan kozmopolit bir yer olması dolayısıyla dış müdahalelere daha açık bir yerdir. Ayrıca İslâm’ın merkezini Osmanlı kabul edersek biraz da uzak bir memlekettir. Buralarda İslâm’ı ve kutlu davayı saptırmak ve bozmak daha kolay olacaktır. İmam-ı Rabbanî gibi ilim din adamlarının böyle uzak sayılabilecek yerlerde olması bu açıdan iyidir. Hindistan’da her türden inanç ve fikir orada faaliyetini sürdürebildiğinden Melik Ekber zamanı da pek çok bidatin ortaya çıktığı, İslâm’da olmayan birçok usulün tatbik edilerek yerleştirilmeye çalışıldığı bir dönem olmuştur. Yazar, Melik Ekber’i İslâm karşıtı olarak değil ama İslâm’ı yüceltecek biri olarak da görmüyor. Akaide dair bilgilerinin kıt olduğunu ve din işleriyle değil de devlet işleriyle meşgul olması gerektiğini düşünüyor. Fakat Melik Ekber sahası dışına çıkmakta kararlı davranıyor ve yazarın tek tek sıraladığı din dışı pek çok inanışa kendisini kaptırıyor. Hindu geleneklerini benimsemekten, Peygamber Efendimiz’in isimlerinden nefret etmeye, mucizeleri inkârdan güneşi kutsamaya kadar türlü türlü kötü alışkanlıklar ediniyor. Bunlar ve daha fazlası kitapta madde sıralanmış ve izahatı yapılmış şekilde yer almaktadır.
Bazen sultanlar, krallar, devlet başkanları kazanılan zaferlerle, fethedilen ülkelerle ve ortaya çıkan zenginlikle kendilerini kaybedebiliyor, güç zehirlenmesine uğrayabiliyorlar. Yazara göre Melik Ekber’in başına gelen de budur. Esasında Melik Ekber’in ilk zamanları dini açıdan sorunlu geçmemiştir. Sonra birilerinin etkisinde kalıp ya da kendine aşırı güç atfedip İslâm dışı hareketlere yönelmiştir. Bu yönelmede kendisini doğru yola yöneltmeyen veya en azından uyarmayan saray çevresi, devlet erkânı ve ulema da en az kendisi kadar sorumludur. Onu uyaran ve yanlıştan döndüren olmamıştır.
Kitapta İmam-ı Rabbanî’nin davet ve irşat özelliği ön plana çıkarılmıştır. Türkistan’dan Rum diyarlarına kadar gönderdiği pek çok halifesi bu kutlu vazifeyi başarıyla ifa etmiştir. Kendisi de bulunduğu yerde ortaya çıkan bozuklukları düzeltme gayretinde olmuştur. Ebu’l Hasen en-Nedvi kitabın bir yerinde böyle yoldan çıkmış, itikadî bakımdan bozulmuş ve dış etkilerle benliğini yitirmiş devlet yöneticilerine karşı nasıl mücadele edilmesine yönelik üç yol bulunduğunu söylüyor. Bu yollardan birisi pasif halde tekkesinde oturup yalnızca kendisini düşünmektir ve devlet yöneticilerinin işlerine pek fazla karışmamaktır. İkinci yol olarak birtakım odaklarla işbirliği yapmak gösteriliyor. Burada bir darbe söz konusu olacaktır. Devlet yönetiminden rahatsız olan gruplar toplanır ve bunların şiddet hareketleriyle gerekirse bir Moğol beyi bile işbaşına getirilir. Üçüncü yolda ise devlet ileri gelenleriyle konuşma ve onları sultanı etkilemeleri için harekete geçirme vardır. Kenarda oturup sadece kendini düşünen ve pasif yaşam tarzı İmam-ı Rabbanî’ye göre değildi. Başkalarıyla işbirliği yapıp devletine karşı isyan hareketine girmek zaten gerek şiddet hareketleri gerekse de görece işbirlikçilik içerdiğinden yine ona göre değildi. Onun özelliği sevilmesi ve kendisine güven duyulmasıdır. Bu nedenle İmam-ı Rabbanî üçüncü yolu tercih ederek pek çok ileri gelen devletli ile irtibata geçmeyi tercih etmiştir. Sevilen ve sayılan bir isim olması dolayısıyla pek çok kişiyle mektuplaşıp doğruları anlatma imkânı bulmuştur. Cihangir Şah zamanında tutuklanması ve yaklaşık olarak bir sene hapiste kalması onun bildiği doğrulardan şaşmamasıyla ilgilidir. Az önce bahsettiğimiz sebeplerden kendisine neredeyse Tanrısallık atfedecek devlet yöneticilerinden birisi de Cihangir Şah olmuştur. Tutuklanmasının sebebi bir seferinde kendisine saygı secdesi yapmamasıdır. Zaten bir ilim ve din adamından bunu istemiş olması da gariptir.
Miladi 15. ve 16. yüzyıl gerçekten fitnenin ve bidatin yoğun olarak tesirli olduğu zamanlardır. Felsefenin tasavvuf yoluyla itikatta bozulmalara yol açtığı bu dönemde İmam-ı Rabbanî çıkıp doğru bilinen yanlışları anlatma çabası içerisinde olmuştur. Bu çabalardan biri de Muhyiddin Arabi’nin vahdet-i vücûd nazariyesine karşı geliştirdiği vahdet-i şuhûd nazariyesidir.
Yazar Ebu’l Hasen en-Nedvi kitabın başında iki sorundan bahsediyor. Bunlardan birisi vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd nazariyelerinin okuyucular tarafından nasıl değerlendirileceği sorunu. Çünkü okuyucu konuyu bilmek şöyle dursun meseleden uzaklaşmak isteyip anılmasından bile hoşlanmayabilir diyor. Yazar, bu hususu çeşitli kaynaklar verilerek halletmeye çalışıyor. Ayrıntılı bilgiler için de çeşitli kaynaklar öneriyor. İkinci sorun İmam-ı Rabbanî’nin hayatına ilave ne yapılabilir sorunu idi. Üslupların, ifadelerin değişmesi, şartların ve değer ölçülerinin yeni kalıplara girmesi daha evvel yazılmış eserleri yeniden yazmayı gerektirir diyerek bu sorunu da halletmiş görünüyor. Ayrıca her yazarın olayları incelemede ve tanıtmada kendine has bir üslubu vardır.
Risale Yayınlarından çıkan İmam-ı Rabbanî Ebu’l Hasen en-Nedvi gibi bir isim tarafından kaleme alınmış nitelikli bir eserdir. İmam-ı Rabbanî’nin yaşamından çok etkilerini ve yazının başında da değindiğimiz gibi bir dönemi çok taraflı bir şekilde ele almıştır. Bu eserle en zor zamanlarda bazen de tek başına bir tekkeden binlerce kilometre ötelere etki eden bir büyük şahsiyetin kitabını okumuş olacağız.