Uzunköprü’den Mostar Köprüsü’ne bir yol serencamı (Seyahat Yazıları V)

Kaybolanın ve elimizden alınanların izini sürmek, evlad-ı fatihanın varlığını ve kimliğinin muhafazasını sağlayan insanlık cevherini; anlamak, tanımak, niyet ve gayretiyle tertip edilen, Edirne’den Mostar’a Kültür Kervanı, iki-üç istisnasıyla bütün Balkan ülkelerini şamil, on günlük süreye yayılan bir seyahat tasavvuru…

Seyahatin ilk ayağındaki ve kültür mirasımızı muhafaza keyfiyeti itibariyle, gardı düşmemiş ender şehirlerimizden biri olan Edirne’yi; –çok sayıda ziyaretime rağmen- yeniden ve derinliğine tanıma fırsatı buldum. Bize; bu şehri yeni tanıyormuş hissini yaşatan, şehrini yüksek bir nüfuz, aşkın bir sevgi dili ile anlatan, gerçek bir münevver Mustafa Hatipler Bey, bir şehrin nasıl okunabileceğinin bütün ipuçlarını temrin ettirdi.

Değil mi ki şehirler siluetinde kimlik kazanır ve münevveri ile soluk alır, varlığını ifade eder.

Seyahatimizin mukaddimesi bu kadar ihatalı olunca devamı hakkında da emniyet ve umut telkin etti.

Bulgaristan sınırını geçince ilk menzil Kırcaali… Kapıkule’ye iki üç defa gitmişliğim vardı, ama batı istikametinde karayolu ile sınırı ilk geçişim. Çok kısa bir sürede Kırcaali’ye varıyoruz. Kırca Ali Gazi’nin kurduğu şehirdeyiz.

Demografisinde, Türk kimliğinin baskın olduğu ve belediye başkanı Türk olan bir Balkan şehrindeyiz. İlk durağımız Müftülük, Fahri Tuna’nın açıklamasıyla doktora sahibi müftü Beyhan Mehmet’i ziyaret ediyoruz. Bulgaristan’ın tek Türkçe yayın yapan gazetesi Kırcaali Haber’i çıkaran Müzekki Ahmet’le tanışıyoruz. Müzekki Ahmet aynı zamanda, Ömer Lütfi Türk Kültür Derneği Başkanı.

Müzekki Ahmet Bey’in rehberliği ile Kızılağaç Beldesi, Nalbantlar köyü yakınındaki, Yedi Kızlar Camii’ne gidiliyor. Ahşap minaresi camiye bitişik değil. Cami girişinin karşısında, müstakil bir kule gibi... Cami de minaresi gibi tamamen ahşap… Hoş, şirin ve küçük ölçekli olmasına rağmen etkileyici… Kitabesinde 1438’e tarihlenen bir tarih yer alıyor. Hoş ve naiv bir de efsanesi var.

Kırcaali’de ilk aklıma gelen isim; Razgrad’lı Mehmet Türker Acaroğlu. TRT için hazırladığımız, Simalar ve Dünyalar adlı portre belgeseli vesilesiyle tanışmış, yaptığı çalışmalardan etkilenmiştim. Tanıştığımda 90 yaşının üzerindeydi. Aralıksız çalışıyor, araştırmalarını sürdürüyordu. Kütüphane-evinin raflarında yayına hazır kitaplar ve çok sayıda araştırma dosyalarına bakıp gıpta etmiştim. Türker Bey, kütüphaneci, bibliyograf, sözlükçü ve Balkan araştırmacısı ilh. Onlarca telif ve tercüme eser. İlk Derleme Müdürü Selim Nüzhet Gerçek’in hayrülhalef takipçisiydi. Kütüphanecilik eğitimini Fransa’da Dokümantasyon Teknikleri Devlet Enstitüsü’nde ve Yüksek Kütüphanecilik Okulu’nda geliştirdi. Türk Kütüphaneciliğine uzun yıllar değerli hizmetler verdi. Bu alanda çeşitli kurumların kuruluşunu sağladı. “Bulgaristan’da Türkçe Yer Adları” ve “Balkanlarda Türkçe Yer Adları” adlı çalışmaları ile 600 yıllık geçmişe ait bir tapu belgesi çıkardı. Balkanların vicdanı gibi hissetti kendini.

Kırcaali ziyaretimizi tarihi mirasımız, insanımız ve coğrafya unsurları ile hıfzettikten sonra Filibe’ye geçiyoruz.

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Filibe’yi; “şehir dokuz adet kayalık tepe üzerine ve dereler arasına kurulmuş. -17. Yüzyıl itibariyle- 53 cami, 70 mektep, dokuz medrese, yedi darül-kurra, 11 tekke, sekiz hamam, dokuz han ve çok sayıda kervansaray var idi” diye anlatıyor.

İsimleri hâlâ Türkçe olan bu tepelerden birinden, kaleden Filibe’yi kuş bakışı seyrettik. Üzerinde saat kulesi bulunan Saat Tepesi, Nöbet Tepesi, Taksim Tepesi, Canbaz Tepesi…

Filibe Kalesi’nde şimdilerde lokanta olarak kullanılan Mevlevihane’ye vardık… Semahanesinde dönen semazenlerin muazzeb ruhlarını hissettik.

Bu tepeler üzerinde yükselen Filibe’de tarihi mirasımızı bu güne taşıyan eski şehirde koruma altındaki Safranbolu evlerini hatırlatan eski Osmanlı evleri, oymacılık şaheseri ahşap tavanları, kapı ve pencere formları, saçaklı çatıları ile bizim geçmiş hayatımızın sessiz hatıralarıyla doluydu.

Çok kubbeli erken Osmanlı cami mimarisi örneklerinden ve Balkanların en büyük camilerinden biri olan, Murad Hüdavendigar Camii, halk arasındaki adıyla Cumayata Camii. Bulunduğu meydana da ismini veriyor. Bu camide secdeye kapanıp, ecdadımıza şükran hisleri ile dua ettik.

Cumayata Camii’nden çıkarken ilk gençlik yıllarımda okuduğum Amak-ı Hayâl ve İslam Tarihi müellifi Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi merhumu da Fatiha ile yâd ediyorum.

Gümülcine’ye müteveccihen yoldayız…

Birdenbire otobüsteki herkesi hayret ve hayranlıkla heyecanlandıran, sol tarafımızda bütün ihtişamıyla beliren ve uzun süre bize yoldaşlık eden Selimiye’yi görüyoruz. Sinan’ın, o koca mimarın, aziz ruhuna minnet ve şükran hislerimle Fatihalar okuyorum.

Sınırda bir süre anlamsız bir bekleyişten sonra Yunanistan’a geçiyoruz.

Yunanistan elbette ki bizim için Batı Trakya’dır. Öğleden sora Gümülcine’ye varıyoruz.

Gümülcine; ilk fatihi Gazi Evrenos Bey ve son Balkan fatihleri Kuşçubaşı Eşref ile Süleyman Askeri’nin ruhaniyetini taşıyan şehir.

Gümülcine; beyaz, yeşil ve siyah zemin üzerine ay-yıldızlı bayrağı ile Garbî Trakya Devleti’nin başkenti.

Gümülcine ve Batı Trakya Türk Devleti’nin diğer şehirleri; İttihat Terakki içindeki aymazların, iç çekişmeleri sebebiyle Bulgarlara terk etikleri şehirler.

Gümülcine; Osmanlı mirasının büyük bir yüreklilik ve titizlikle korunduğu ender Balkan şehirlerinden biri.

Eski Cami, Yeni Cami, Saat Kulesi gibi çok sayıda eser

Gümülcine 40 kişilik Kültür Kervanı yolcusunu adeta bağrına basıyor ve ağırlıyor. Yıllar önce burada öğretmenlik yapan, heyetimizin “yol beyi” Memiş Okumuş Kardeşimizi; öğretmen dostları ve öğrencileri büyük bir hasretle karşılıyorlar. Hele bir hanım öğrencisinin, hasret ile kollarına atılması ve ayrılış vakti geldiğinde de hüznü, melâli beni çok etkiledi.

Seçilmiş müftü İbrahim Şerif Bey’i ziyaret ve Türk Gençlik Derneği’ndeki program icrası, geniş bir alâkayla karşılık buluyor.

Gümülcine İmam-Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği’nin sıra dışı bir oğlak ziyafetinin ardından, vakit geç olduğu için yolumuz üzerindeki Kavala’yı ihmal ederek Selanik’e doğru yol alıyoruz.

Aslında Kavala’ya fiilen uğrayamıyoruz ama Kavalalı Mehmed Ali Paşa üzerine, Mehmet Doğan’ın vukuflu yol konferansı ile bu şehri ihmal etmemiş oluyoruz.

Gece geç saatte Selanik’teki otelimize vasıl oluyoruz.

Sabah, Selanik içinde şehir turu ile başlıyor. Mehmet Doğan’la Selanik türküleri üzerine bir sohbet başlatıyoruz. Yol rehberimiz bizim ricamız üzerine “Çalın Davulları Çaydan Aşaya” türküsünü telefonuna indiriyor ve sesi otobüsün hoparlörüne veriyor:

“Çalın davulları çaydan aşağıya (Aman)

Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya

Koyun sularımı kazan dolunca (Aman)

          Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver

          Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver

Selanik içinde selam okunur (Aman)

Selamın sedası bre dostlar cana dokunur

Gelin olanlara kına yakılır (Aman)

          Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver

          Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver

Selanik Selanik viran olasın (Aman)

Taşını toprağını seller alsın

Sen de benim gibi yârsız kalasın (Aman)

          Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver

          Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver”

Bu emsalsiz türküde; Türkiye ve Balkanların solukları birbirine karışıp, hepsi yakın ve uzak bildik sedaların dağılıp aksettiği bir mıntıkaya gidiyordu

Bu mûsikî; hazin bir şeyin, kaybolanın ve arananın, sanki sadece hayalini aksettiriyordu.

Türküyü derleyen Hüseyin Yaltırık; türküye vasfedilen uzun hikâye ve değerlendirmesinin girişinde şöyle diyor:

“Nedir suçu o eski şehrin ki adına yakılan türküler “Selanik Selanik, ıssız kalasın...” diye bir ilenmeyle başlar. Bir şehir için dile getirilebilecek en büyük beddua ıssız kalmasını istemek olmaz mı? Belki bu yüzden terk edip gitti, o şehri şenlendiren feraceli kadınlar, kırmızı fesli, kaytan bıyıklı kumral delikanlılar. Bu türküyü söyleyenin ahı tuttu belki de Selanik’i; Saatli Selimpaşa Camii’nin cemaati dağıldı, bezirgânlar Hamzabey Bedesteni’ni boşalttı, Islahhane Hamamı’nın kurnalarından kaynar sular akmaz oldu, Alaca İmareti yıkılıp gitti, İkilüleli Tekkesi’ndeki zikir sesleri kesildi. Bu türkünün ilenciyle asırlık çınarlar devrildi, suyu soğuk çeşmeler kurudu, cumbalı evlerin kafesli pencerelerindeki utangaç kızlar kayboldu. Baldıranlar sardı, o güzel şehrin bahçelerini, bağlarını. Bir asra yakındır ki Selanik yarsız kaldı, Türkçesiz kaldı, Türksüz kaldı.

Niye başka şehirler gibi övülmez türkülerde Selanik?

Bu sözlerden öte Selanik üzerine daha ne söylenebilir ki… Sadece şunu ilave etmek istiyorum; “Bir fırtına tuttu a yârim/ bizi deryaya kardı” ve “Bülbülüm Altın Kafeste” gibi nice soy ve rafine türkü, hayfa ki bu şehrin semasında artık dolaşmıyor.

Şimdi istikamet Manastır’a doğrudur.

Devam edecek…

YORUM EKLE