Yazmak, yılmadan, durup dinlenmeden uzun bir maratona çıkmaktır. Aynı zamanda yazmak acıyla sevinci, umutla umutsuzluğu bileyerek, arıtan nehirler gibi yüreğinize muştuları yükleyerek, yüklerinden kurtulmak, arınmaktır bir bakıma…
Sonra yazmak sorumluluk bilinci ile yaşadığı dönemden uzak zamanlara ve diyarlara, kendisinden sonra gelen kuşaklara yüreğinden anlamlı, derin mektuplar göndermektir. “Uzak Ülke, aslında uzak gibi görünen ama bir o kadar da bize yakın olan coğrafyalarla ilgili seyahatlerimiz, yakın takiplerimiz ve yoğun okumalarımızla eşzamanlı olarak ortaya çıkan metinlerden oluşuyor” diyor girizgâh yazısında Süleyman Ceran. Sonra da yazıya yüklediği anlamı; “Yazmak, hem dünyaya hem de zamana tanıklık etmektir. Şahit olduklarımızı yazmaya, yazdıklarımızın da şahidi olmaya çalışıyoruz hepsi bu” diye ifade ediyor.
“Şahit olduklarımızı yazmaya, yazdıklarımızın da şahidi olmaya çalışıyoruz” diyor ya yazar, işte Uzak Ülke tam da bu minval üzere yazılmış yürek yakan gerçekten derin derin nefes alarak, ibretle ve gözyaşı ile okuyabileceğiniz bir kitap. Yürek yakıcı diyorum, yazar yaşadığı coğrafyaya duyarlı, inanan sorumluluk bilinci ile sarıldığı kalemiyle yaklaşık son yirmi otuz yılda yaşananları gazeteciliğin ve aktivistliğin araştırmacılığına usta ve estetize edilmiş edebi bir dili yoldaş eyleyerek sizi bir bakıma yaşanılanlarla yüzleşmeye davet ediyor.
Uzak Ülke’yi okurken, hemen yanıbaşımızda kopan nice kıyamete tanıklığı, yüreklice, erdemlice, soylu bir duruşla ve bakış açısıyla, bu coğrafyalarda yaşanan insanlık kıyımının nasıl acımasızca adeta büyük katliamlar halinde işlendiğinin anlatıldığı metinleri okurken zaman zaman yüreğinizi soğutmanız gerekecek.
“Ağustos ayı idi, buz kestim manzara karşısında. Siyah ve kahverengi renklerin yaygın olduğu bir ortamdı burası. Kesif bir ölüm kokusu sinmişti her yere sanki. Srebrenitsa’da yaşanan soykırımı anlatan ölümcül fotoğraf sergisinin orta yerinde öylece kalakalmıştım. Öldürülen Boşnakların isim listesi bitmiyordu, fotoğraflar da.” Yazar çok yakın bir zamanda bir soykırım şeklinde meydana gelen Bosna Savaşını anlatırken okuru da bir tanıklığa çağırıyor adeta. Bu tanıklıkla, savaş boyunca üç buçuk milyon bombanın atıldığı Bosna’nın ölüm yollarına, toplu mezarlarına, bombalanan pazar yerlerine doğru yürüyorsunuz. Yazar, ölüm kokan serginin tam ortasına asılmış İngiliz Filozof Edmund Burke’ye ait sözün yazılı olduğu levhayı yüreğinize çakar gibi başlık yapıyor yazıya: “Kötülüğün zaferi için iyilerin hiçbir şey yapmaması yeterlidir.”
Bosna Savaşı yaşandı ve bitti desek de Müslüman coğrafya da kıyımlar sürüyor, bunu da ısrarla belirten yazar Suriye gerçeğini anlatmaya çalışıyor yazının sonuna doğru. Ceran; “Kötülüğün zaferi için iyilerin hiçbir şey yapmaması yeterlidir. Evet. Tarih, ne yazık ki tekerrür ediyor. Aktif iyiliği ellerinin tersiyle iten Müslümanlar pasif iyiliğinin güvenli sularında, sıra kendilerine gelene kadar bir süre daha serinlesinler bakalım” diyerek manidar ifadelerle yazıyı hitama erdiriyor.
“Farklı ülkeleri sadece doğal ve kültürel güzellikleriyle değil; acıları ve sevinçleriyle, sıra dışı insan manzaralarıyla, iç burkan hikâyeleriyle, hayatın taşrasına itilmek istenen mazlumlarıyla, iyilik ve kötülüğün farklı figürleriyle tutuşturuyor zihnimizi. Bir umut ve direniş atlasına dönüşüyor kimi zaman. Kimi zaman da bir acılar denizine, çırpınış ve hatırlayışlar ormanına, uzağı yakın eyleyen ve bize bitişen bir sorumluluk külliyesine.
Süleyman Ceran; işaret etmekle, dikkat çekmekle yetinmiyor kitapta. Bulup biriktirdikleriyle, birçok ülkeye tanıklık anıtı dikiyor adeta. Kötülüğün surlarında gedikler açıyor. İyi, erdemli, mazlum ve mağdur olanın koluna giriyor” diye Uzak Ülke hakkında yazar Ali Emre anlamlı ifadeler kullanıyor.
Hayal kurmak bir müminin azığıdır
“Hayal kurmak, bir müminin azığıdır. Umut etmek, dualarıyla ve amelleriyle hayal ettiği vakitlere ulaşmak için didinmek en büyük erdemlerdendir” diye “Muştu” adlı yazıyla kitap devam ediyor. Müminlerin en zor zamanlarında, en çıkmaza girdikleri dönemde Hudeybiye Barışı’nın onların nasıl yardımlarına yetiştiğini belirtirken, “Bir muştu gibi sesleniyorum size” diyerek okurun yüreğine umut aşılıyor yazar. Ve devam ediyor inançla, dimdik, kavi bir seslenişle: “Bir muştu gibi bildiriyorum işte. Camiler yıkılsın, yapılır. Evler çöksün, onarılır. Yollar, köprüler, alt yapı çalışmaları halledilmeyecek şeyler değil. Yeter ki umutlar sönmesin, dualar eksilmesin! Yüz binlerce kayıp geri gelmeyecek belki ama son yüz yılın cerehatiyle hesaplaşma elbette bir bedel isteyecek”
“Uzak Ülke” yazısında, çocukluğun masum dünyasından, keşfedilmemiş hayallerinden bahsederken yazar; “Bu sokak, bu cami, bu koku beni, göz kapaklarımdan da kelebeklerin, kuğuların, ılık ışıltıların koştuğu yıllara götürüyor; çocukluğuma” diye başlayan yazı coğrafyanın acıları ile yüzleşildiğinde tıpkı çocukluğun masum dünyasından uzaklaşmayla sizi acılar coğrafyasında öylece sarsıcı şahitlikle başbaşa bırakıyor. “Karından boğaza doğru yükselen bir sızı, bir travma belki. İnsanı kekemeleştiren, iliklerine kadar hissettiren, dilini damağına yapıştıran, içini kanatan bir duygu.” diyerek yazar bizleri Uzak Ülke’ye çağırıyor ve “En yakınımızdakileri yitirmekle başlıyor her şey ya da yitip gitmelerine seyirci kalmamızla” diyerek okuru adeta sarsıyor.
Ordularla gelen Batı güçlerinden bahsediyor. İnsan için en büyük kurdun yine insan olduğundan… “Sırtını güneşe çevirirsen, gölgeni görebilirsin ancak” diyen Halil Cibran’nın seslenişine uyarak yüzünü hep güneşe çeviren yazar umutla, duayla sesleniyor neden sonra: “Bizim durulmaya, sükûnete ihtiyacımız var, konuşmaya, gülümsemeye, sarılmaya, irfan ve ihlas sahibi olmaya… Tüm insanlığın ihtiyacı da bu aslında.”
Kitabı okurken yeri geldiğinde yanan yüreğinizi serinletmeniz gerekiyor. Son dönemde meydana gelen savaşlar, haksızlıklar, zulüm acı bir türkü gibi akıyor yazarın kaleminden. Ve bu efkârlı acı türkü içinizde bir yerleri durmaksızın kanatarak derinlere doğru yayılıyor. “Saydnaya’da On Üç Bin Tohum” başlığıyla, Sivas olaylarına da değiniyor yazar. Bu olaylar sonucu haksız ithamlarla hapis yatan Cafer Tayyar’ı anlatırken, Ebu Selim Cezaevine yolunuz çıkıyor aniden: “Zifiri acıların yaşandığı, dipsiz odalar. Envai işkence hacetleriyle dolu yerler. Güneşin girmediği odalara işkenceci gardiyanlar girmiş uzun, upuzun yıllar boyunca” diyerek zulüm kokan zindanları müşahedeye çağırıyor yazar…
“Derinlerde. Dehlizlerde. Bodrumlarda öldürülüyorlar. Acele ettiklerini gören olmadı. Çığlıklar ve kaçışmalar hep yarım, hep çaresiz kaldı” diyerek başlıyor yazar “ Suriye’de Ölüm Dehlizleri’ yazısına. Bu kadar üst üste yazılmış yoğun acıların yüklü olduğu yazıların sağaltılması gerekirdi diye düşünmekteyim. Zira okuru rahatlatmak da gerekiyor. Son yazı gibi hayatın içinden, doğal bir akışla gelen insan hikâyelerimiz aralarda olsa idi iyi olurdu diye düşünmekteyim.
Uzak Ülke, dünya ülkelerine dair, coğrafyalara dair kültürel, sosyal, siyasal anlamda nice süzgeçten geçmiş düşüncenin kıyılarına sizi taşırken aynı zamanda okuru yüksek duyarlılıkta bir bilince, dikkatli bir düşünce iklimine de davet ediyor. Mezhepsel ayrılıkların, katı itaatin, şuursuz teslimiyetin adeta kıyımlara yol açtığının altını çizen yazar, “Geri dönüşü olmayan bu yolda yüzlerce yıldan beri oluşturduğunuz katı itaat sistemini yıkın artık” diyerek anlamlı bir sesleniş gönderiyor.
Cahiliye bugünlere taşındı
Hindistan’da Cenin Kuyuları’nı anlatırken yazar, yüreğinizi yakan, çaresizliğin nasıl bağnazlık ve cahiliye ile bu günlere de taşınarak yaşandığının şahitliğini okuyacaksınız. “Kuyulardan yükselen çığlıkları duyuyor musunuz? Derin, karanlık, dipsiz kuyulara atılan ve suçları “erkek olmamak” olan milyonlarca kız çocuğunun çığlığını. Cılız, iniltiye benzer, ninniden bozma. Kefensiz, öylece toprağa atılmış…” seslenişine kulak vermeniz sizi mahrumiyet coğrafyası Hindistan’ın bağnaz dini anlayışına taşıyacak.
İnsan hangi çağda olursa olsun bağnaz ve zalim olabiliyor. Cahiliye dönemi geçeli asırlar olsa da şu an yaşadığımız çağda ne yazık diri diri toprağa gömülen kız ceninlerinden, acımasız zulümden bahsediyor yazar ve sesleniyor: “Ah insan! Terleri alın çizgisi hizasında boncuk boncuk dizilmiş, yumuk yumuk elleri, tarifsiz güzellikleri, bir bilyeyi andıran gözleri, dayanılmaz gülüşleri, bambaşka kokan tenleri ile o milyonlarca yavruyu; toprağı okşamaktan, çağlayı dalından, üzümü salkımından, yaban çileğini saklandığı yerden toplamaktan, çeşmelerden, kana su içmekten, yalnızlıktan, aşktan, sevinçten, acıdan, kardeşlikten yani hayattan nasıl olur da cinsiyetleri yüzünden mahrum bırakırsın?”
“Evine Dönen Diktatörle” Kaddafi’nin trajik bir o kadar da ibretlik sonunu anlatıyor yazar. Adeta tarihe şerh düşerken bir diktatör yöneticinin yaptığı zulümler sonucu nasıl bir sonla muhatap olduğunu, insanların zalimliklerini, acımasızlıklarını anlatmaya çalışıyor. “Kuzey Afrika kıyılarında bolca görülen med-cezirler gibiydi karakteri. Ne zaman coşacağı, kabaracağı yahut çekileceği belli olmayan bir dalga gibiydi Kaddafi” derken son raddade evine dönen liderin kendi doğduğu topraklarda yine kendi vatandaşları tarafından nasıl hunharca katledildiğini anlatıyor Ceran. “Bir çatışma sonrası kaçarken İtalyanların eline düşen Ömer Muhtar’ın gâvurlardan görmediğini, Kaddafi, Müslümanlardan görecekti” diyerek ibretlik sonu anlatmaya çalışıyor yazar.
Yüce Kitabımızda Allah (c.c) buyurur; “De ki: “Yeryüzünü dolaşın ve (sizden) önce yaşamış olan (günahkârların) sonlarının ne olduğunu görün: onların çoğu Allah’tan başka varlıklara veya güçlere ilahi sıfatlar yakıştırmışlardı.”(Rum – 42)
Yaşadığımız coğrafyanın hemen yakınında ve uzağında tüm coğrafyaları gezip gördüğümüzde tıpkı mezkûr ayetteki gibi ibret nazarıyla gezeriz. Ama aynı coğrafyaları gezerken sadece doğal güzellikleri, denizi, kumu, bitki örtüsü ve turistik bölgelerinin dışında bu bölgelerde yaşanan acılara şahitlik noktasında gezmenin ne denli önemli olduğunu Uzak Ülke’yi okurken anlıyoruz. Ceran okuru adeta şahit olduğu acılar coğrafyasına çekerken cesurca ve mertçe bir yüzleşmeyle de karşı karşıya bırakıyor. İşte o zaman içinde yaşadığınız coğrafyanın ne denli önemli olduğunu ve ne kadar bahtiyar olduğunuzu anlıyorsunuz. Ve tabi ne kadar da sorumlu olduğunuzu, ümmet bilinciyle hami olmanın önemini bir tokat gibi yüzünüze vuruyor yazar adeta sizi sarsarak.
Süleyman Ceran kimi zaman Batı medeniyetinin tam ortasında yer alan Bosna’da meydana gelen katliama vurgu yaparken bunu unutmanın nelere malolacağını hatırlatmaya çalışıyor. Tüm Batı’nın ve Emperyalist güçlerin her an Müslüman coğrafyaları böl, parçala, yut mantığı ile hareket ettiğinin altının çizerken bir türlü bitmeyen Suriye gerçeğine okuru çekerken, yine yakın zamanda yaşanmış Irak Savaşına şahitliğe çağırıyor.
Acılar coğrafyasından notlar
Yaşadığımız çağda bizden sonraki kuşaklara acılar coğrafyasından notlar aktarırken yelpazeyi geniş tutuyor ve adeta bir hafıza inşasına soyunuyor. Suriye’den Bangladeş’e, Nijerya’dan Haiti’ye, Hindistan’dan Libya’ya doğru uzanan coğrafyaların hikayelerinde her okurun yürek telini titreten ibretlik bir hikaye, yürek yakan acı yüklü anılar bir yaralı ezgiler gibi durmaksızın akıyor yazarın kaleminden.
“Anadolu” isimli son yazı sizi içten, duru, yürek ısıtan, bu toprakların mayaladığı güzel insanların temiz bir hikâyesine taşıyor. İşte o zaman muştu yüklü bir ışıma ile yüreğinize inşirahlar yükleniyor, kitabın onca acı yüklü sayfalarından, dramlardan, acımasız kıyımlardan sonra bahar yüklü bir esinti yüreğinize akıyor ansızın. Selahattin konuşma özürlü, zihinsel engellidir ve babasının himayesinde İstanbul’a geldiğinde mahşeri kalabalıkta kaybolur. Kaybolur ama Anadolu’nun has evlatları tarafından Konya gibi bu topraklara nefes olmuş, mümbit coğrafyada misafir edilir, sahip çıkılır. Ve dile gelir Salahattin, oysa dilsizdir ama sevgi, muhabbet, ilgi ona dil olur, akıl olur. Yıllar sonra ailesine kavuşur.
Ve yazar sorar: “Selahattin’e sahip çıkan Anadolu, toprağına sahip çıkmaz mı? diyerek.
“Coşkun tarihin evidir Anadolu, Alparslan’nın parlak miğferinin gâvurun gözünü aldığı, Fatih’in pazuları halatları çektikçe şişen yiğitlerinin kandan gelincik tarlalarına dönüştürdüğü, gâye birliği derdiyle ömrünü tüketen Sait Halim Paşa’nın doğduğu olmasa da boy verdiği yerdir Anadolu” diyerek 15 Temmuz direnişini de anar ve kitap hitama erer.
Süleyman Ceran genç bir kalem. Ama her anlamda kendini yetiştirmiş, edebiyatın imkânlarını da kullanarak, gazeteci ve aktivist araştırmaları ve gezileri sonucu seçkin bir anlatı ile son dönemin acılar iklimini okurun önüne cesurca sermiş. Daha nice kitaplar bekliyoruz yazardan, çünkü böyle duyarlı kalemlere, tahkiyenin imkânlarını kullanarak özenli bir dille yazdığı nice şahitlik yazısına gençlerin, kendisinden sonra gelen kuşakların ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Öncelikle gençlere tavsiye ediyorum kitabı. Yazarın yazarak şahitlik yaptığı, yaşayarak duyumsadığı her bir satırını yüreğinin imbiğinden geçirerek okurla köprüler kurduğu kitap ümmet duyarlılığıyla, coğrafyanın acılı kaderini anlamaya aday dua niyetiyle seçkin okurunu bekliyor.
- kralbet giriş - - - - -