Kitap okumayı ciddi anlamda benimsemem ve sevmem, ortaokul sıralarıma rastgelir diye hatırlıyorum. Okulun zemin katında büyükçe bir kütüphane vardı. Teneffüs aralarında ve müsait olduğum zamanlarda vaktimi orada geçirmeyi severdim. Çoğu zaman bir görevli ağabey bir de ben olurdum kütüphanede. Okumasam da kitapları bilir ve tanırdım. Neden kaynaklanmıştı, hikmeti nedir bilmiyordum ama üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kitapları dikkatimi çekerdi. Beyaz renkteki kapakların üzerine gri renkle yazılan kitap ve yazar ismi, pembe renkte de yayınevinin kaçıncı kitabının olduğunu gösterir rakamlarla örülü kitaplar… Üstadın doğum ya da vefat yıldönümlerinde yapılan programlardan mıdır yoksa kimi etkinliklerde şiirlerinin okunmasından mıdır bilemiyorum bu yakınlığım ona ve kitaplarına.

Ona ve dolayısıyla kitaplarına olan muhabbetim lise yıllarımda da devam etti. İlk kez tam olarak bitirdiğim kitabı, şiirlerle Allah Rasulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) anlattığı “Esselam” olmuştu. Müthiş bir lezzet almıştım okurken. Peygamber ve şair. Peygamber hayatı ve şiir. Farklı bir tat idi hakikaten. Sonra “Sabır Taşı”, “Ahşap Konak” vb. takip etmişti bu kitabı. İlgilisinin malumudur ki üstadın birbirinden farklı konularda yazılmış, hepsi de büyük bir başarıyı resmeden eserleri var. “Çile”yi usta şiirler bahçesi olarak gördüğünüz kadar, “İdeolocya Örgüsü”nü de fikir ve diyalektikte öncü görürsünüz. Siyasi çıkış ve kabullerini “Rapor” dizisiyle sunarken, “Bir Adam Yaratmak” gibi tiyatro eserleriyle büyük bir boşluğu doldurmuştur. E boşa üstad denilmiyor nihayetinde Necip Fazıl’a.

Kitapları dolayısıyla kendisiyle daha derinleşen ve pekişen muhabbetim sıralarında ve daha daha sonralarda da bir kitabı ayrıca dikkatimi celbederdi; ama okumak bir türlü nasip olmamıştı: At’a Senfoni. Evet, üstad Necip Fazıl, bildiğimiz binek hayvanı, eskinin ve yeninin vazgeçilmez dörtnal koşanı at’a dair bir kitap yazmış. Kitabı henüz okumadan üstadın atlara olan alakasını isminden dahi çıkarabiliyorsunuz.

Üstad Necip Fazıl’ı, şüphe içermeyen bir hissiyatla elbette ki rahmet ve minnetle anıyoruz. 25 Mayıs (1983) tarihi, onun bu dünyadan ayrılıp ahiret yurduna göçüş vaktini anımsatır bizlere. Biz de 35 yıl önce bu gelip göçeni çok olan dünyaya “gelmiş” ama iyi işlere ve sözlere imza atarak “geçmiş” olan üstadı, söz konusu “At’a Senfoni” kitabını aracı edinerek anmak, gündeme taşımak istedik.

Üstad, kitabını takdim yazısıyla açmış ve “atın manası”, “at, kelam ve sanat”, “tarih boyunca at”, “safkan”, “onlarda yarış”, “bizde yarış”, “istikbalde at” başlıkları altında yedi bölüme ayırmış. Her bölümde başlı başına tam teşekkül bir edebiyatla doyurucu bilgi ve düşünce sunan üstad, ata binmekle ve onu sevmekle yetinmemiş, onun ta anatomisine inmiş. “Ben sevdim mi adam gibi severim” ifadesi, burada anlamını kavrıyor bilhassa.

At üzerindeki insan

Takdim yazısındaki şu cümleleri, hem üstadın atlara olan yakınlığının hem de kitapta nelerle karşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor: “Dokuz yaşında ata bindim ve yalan olmasın, bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm. At, benim gözümde, eserimde buram buram tüttüğü gibi, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asalet müjdecisi…” Kederli, dertli olup da, insanlar ve toplumla ilgili herhangi bir küskünlük ve sorun yaşayıp da ata binip şehir dışına çıkması sonucunda bunları gidermediği olmamış üstadın. Bir ilaç gibi gelirmiş ona ata binmek ve onunla yol almak. Hatta en esrarengiz ve koca surları olan görkemli kalelere, o tunç kapılarından, ancak atla girmenin yakışacağını söylüyor. Daha ilginci ise üstadın, “Şu sahte insanlık ve kahramanlık kadrosunda hiçbir has isme layık görmediğim destanı at için yazdım” demesidir. At aşkı, bu sözleri söyletmiş, bu kitabı yazdırmış 1957 senesinde üstada. Elimdeki, 1994’te yapılan üçüncü baskısı kitabın. Demek ki üstad vefatına kadar korumuş bu düşüncelerini. Acaba bu düşüncelerini sonradan tashih etmiş midir diye baktığımızda değişen bir şeyin olmadığını görüyoruz.

Üstada göre atı; ne hayvanat ilmi ne çiftçilik ne iktisat ne askerlik ve ne de spor ve yarışçılık bakımından tek tek ya da toplu olarak izah etmek mümkündür. O at ki bu sayılanlarla bir tarafıyla buluşan ama tüm bunlardan daha ötede bir mana ve kıymet taşıyan bir mahlûktur. Üstad için at, aslında kendi ifadeleriyle şundan ibarettir: “Cemaddan nebata, nebattan hayvana, hayvandan insana ve insandan namütenahiliğe doğru akan terakki hamlesinin en çilekeş memuru, insana ve insandaki maddi ve manevi fatihlik cehdine Allah’ın en fazla yaklaştırdığı bediî ifade ve bu ifade içinde sayısız fayda…” Sağlığında ‘Sultanu’ş-Şuara’ olarak vasfedilen bir adamın sadrından, bunlardan başka şeylerin sökün etmeyeceğini bilmek gerekirdi zaten. Yine o at ki, insanın yani ‘fatih’ olmakla yükümlü bizlerin, bütün çizgileriyle, hareketleriyle ve kabiliyetleriyle en ihtişamlı kahramanlık sembolüdür üstadın tasavvurunda.

Üstaddan şunu öğreniyoruz ki, insan ruhuna her alanda en müthiş kahramanlık izini at üzerindeki insan bırakır. Bu kahramanlık etkisini ne tahtların ne de kürsülerin üzerindekiler bırakabilmiştir. Dikkat edersek geçmişteki bütün hanlar, hakanlar, kumandanlar, liderler, kahramanlar, gözümüzün önünde hep atlı olarak yaşamaktadırlar. O kişiler atlarından indirilseler hemen küçülüp cüceleşirler. Burada, Rasulullah Efendimizin mirac gecesindeki bineği olduğu rivayet edilen “Burak”a sözü getiren üstad, bu olayı, Yüce Allah tarafından atın manasına bağışlanmış büyük bir şeref olarak kabul ediyor.

Hâlık’ın sevdiği, övdüğü ve üzerine yemin ettiği at

Atlara olan sevgisi öyle bir noktaya varıyor ki, sonunda üstada şu sözleri söyletebiliyor bu sevda: “At, insanoğlunu, şanından, zevkinden, keyfinden, en umumi ihtiyaçlarına kadar her sahada tatmin etmekle muvazzaf/görevli, öyle sevimli bir tâbi, hünerli bir köle, vefalı bir yardımcı, verimli bir müttefiktir ki, tabiatta hiçbir unsur onun derecesinde insana hizmet etmek iktidarında ve insanla el ele vermek istidadında değildir.” İnsana, var olan kıymetini bile atın vermiş olduğunu söylüyor üstad. Üstüne binilen hayvanlardan hiçbirinin insana at kadar değer yüklemediğine, filden eşeğe kadar bütün hayvanların tüylerine birer inci takılsa bile yürüyen ölü tümseklerden öteye geçmeyeceklerine vurgu yapıyor. Ama at öyle midir; ayakları yerden kesişinden sonra insanın altındaki kıvranışı, duruşu, mesafeleri koklayışı, bin bir şekilde yol alışı ile sanki insanın yarı belinden itibaren bir devamı gibidir. At; üstadda, içimizdeki hasret ve oluş idealinin, fiziğimize bağlı şekillenişi ve insanın tamamlayıcısı şeklinde anlamını buluyor.

Atın tarihi, toplumlarda yer edindiği konumu, sanata, edebiyata konu edinilmesi, onun hakkında çok şeyin yazılıp çizilmesi gibi pek çok ilginç ve bilgi içeren noktanın yanında, At’a Senfoni’de benim okuyup da geçemediğim iki konunun, yani Yüce Allah’ın ve aziz elçisi Rasulullah Efendimizin kelamlarında atın ne şekilde geçtiğinin üzerinde özellikle durmak isterim. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in 11 ayetten oluşan 100. sûresi Adiyat’ta atın konu edildiği ilk 5 ayetin mealini vermiş ve bu ayetlerin üzerinde tefekkür etmiş: “And olsun harıl harıl koşanlara, ateş çakıp yakanlara, sabahleyin baskın yapanlara, derken orada toz çıkaranlara ve bunlarla bir topluluğun ortasına dalanlara…” Kur’an’ın lafzen bildirdiği bu müthiş anlam atmosferi karşısında beşer sözlerinin iflas ettiğini belirten üstad Necip Fazıl, bu ayetler üzerinde düşünüldüğünde insanın içinin şu duygular ile yanacağını bildiriyor: “Dış perdesinden ve muazzam bir nur cümbüşü içinde atı seyrettiğimiz sonsuz bir hikmet ve bu hikmetin bize üflediği derin haşyet…” Yüce Rabbimiz, burun delikleri körük gibi açılıp kapanan ve efsanevi bir motor sesi veren asil atın koşu ve yarış tablosunu sunuyor bizlere. Yine Rabbimiz, atın heybet ve hassasiyetini, dehşet ve hareketini, vazife ve cesaretini gözler önüne seriyor ayetleriyle. Bu tablolar ile estetik, fikir, şekil ve ruhun hep bir arada olduğunun altını çizen üstad, “İşte at, mübarek at, Hâlık’ın sevdiği, övdüğü ve üzerine yemin ettiği at” demekten de kendini alıkoyamıyor.

Önderimiz, rehberimiz ve biricik öğretmenimiz Peygamber Efendimiz’den (sav), sıhhat derecelerini ve kaynaklarını belirtmediği 3 hadis-i şerif alıntılamış üstad kitabına. Biz de olduğu gibi paylaşalım inşallah hadislerin meallerini: “Hayr, atların alınlarına nakşedilmiştir.”, “Uğursuzluk (uğurla beraber) üç şeydedir: Kadın, ev ve at.”, “Dünya saadeti atların sırtındadır.” At ile ilgili olarak daha nice hadis olduğunu beyan eden üstad, at için yapılan masrafın sahibi adına sadaka yerine geçeceği yolunda rivayet edilen hadislerden atların ırk kollarına ve bu kolların başlarına edilen dualara kadar nicelerinin olduğunu hatırlatıyor. Yalnız insanı taşımak ve belirtmek üzere yaratılan atın, insanlığın en hayırlısı ve Yüce Allah’ın sevgili kulu Efendimiz’i taşıdığını, onun sevgisini çekip duasını alarak şeref ve değerinin son mertebesine erdiğini kaydediyor üstad.

Atlarla ilgili ilginç ve ayrıntılı bilgileri daha önce kısmi olarak Mehmet Aycı’nın “Çarşaftan Kol Atmak” kitabından okumuştum. Oldukça da hoşnut olmuştum edindiğim bilgilerle. Üstadın eseriyle Aycı’nın paylaştıklarını birleştirince, at üzerine bilmemiz gerekenler zihnimizde yerlerini bulmuş oluyor böylece.

Şehir hayatının sarıp sarmaladığı insanımızın hayvanatla ve özellikle de at ile aralarında bulunan münasebet mesafesinin gittikçe kapanmayacak derecede açıldığını görünce, üstadın şu sözlerine hak vermemek elden ve gönülden gelmiyor: “İnsanı tamamlamak ve ondaki kahramanlık mefkûresine âlem olmak için yaratılan, Allah ve Rasulü tarafından övülen, rüya perdesini bile yakacak kadar asil ve bediî çizgiler taşıyan, güzel sanatları ürperten, tarihte her milletin zafer ve şeref armasında motifleşen, ‘safkan’ teknesinde yoğrulan, sırtına binmiş bunca insan hırsına rağmen ebedi ismetini muhafaza eden ve nihayet tek ıstıfa kaynağı olarak yarış yerinde heykelleşen at, bütün dünya ile beraber memleketimizde yani onu ilk defa çıkarıp insanlığa takdim edenlerin yurdunda pek mahzundur.

Üstad Necip Fazıl’ın derin manalar içeren ve engin edebi tat taşıyan sözlerinin üzerine çok da bir şey koymaya lüzum kalmıyor aslında. “Sakarya”ya destansı şiir yazan bir ‘adam’ın, “at”a kitap yazması pek de garip karşılanacak şey değil. Konu edinilen alanında geniş, konu edinen de edebiyatın üstadı. Rahmet olsun üstada.

Fatih Pala