Sanırım 1958 yılındaydı. Evvelce arz etmiş olduğu gibi üstad Necip Fâzıl Bey’le gün olmazdı; görüşmeyelim. Kendisinden bir matlubu olmadıkça hiç kimseye iltifat ve takdir ifâde eden bir tavır almayan Üstâd, her nedense bana karşı bu hususta pek cömertti. Topluluk içinde fırsat düştükçe metheder, bir yere giderken de beraber götürür, hatta canı konuşmak istemediği zaman emreder bir üslupla işi bana havale ederdi:

-Sen konuş Kadir!.. derdi. Birkaç dargınlığımız esnasında biraz da belki beni yumuşatmak için aşırı iltifatlar ihtiva eden mektuplar (1) göndererek bu tavrını yazıya dökmekten bile içtinab etmemiştir.

 Birgün:

 -Mâhir İz, diye birini tanıyor musun? diye sordu.

 -Evet, dedim. Ve ilâve ettim:

 -Neden soruyorsunuz?

Dedi ki; “Bana bu adamdan çok sitâyişkâr bir şekilde bahsettiler... Şuurlu, kültürlü bir insanmış. Biraz da eskilerden galiba!.. Bana gelip giden talebeleri var. O’na da benden bahsetmişler. Çok tanışmak istemiş. Vefa’daki İmam Hatip Mektebi’nde müdürlük yapıyormuş. İstersen haydi beraber gidip şu adamla bir tanışalım!’’

Bu sözler gösteriyordu ki üstadın, Mâhir İz Bey hakkında pek de bir fikri yoktu. Bildikleri kulak dolgunluğundan ibaretti ve talebelerinin söylediklerine inhisar ediyordu. Esasen Mahir İz Bey’in cephemizde meşhur olması, bu İmam Hatip Lisesi Müdürlüğü’nden sonradır. Kendisinden başkasına bir kıymet atfederek adam gözüyle bakmak alışkanlığı olmayan üstâd için bu durum gayet tabii idi.

Önceleri Rüştüye (Ortamektep) muallimi iken Şâir Mehmed Akif Ersoy’un etrafında dolaşan edebiyat meraklılarından biriydi. Milli Mücâdele’nin başlaması üzerine Ankara’ya gitmiş, sulh zamanına kadar Meclis’te zabitlik yapmış, sonra gelip İstanbul’da muallimliğe devam etmiş ve Haydar Paşa Lisesi’nden tekâut (emekli) olduktan sonra İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde müdürlük yapmaya başlamıştı.

Ben kendisini Haydar Paşa Lisesi edebiyat muallimi iken tanıştım. Talebelerinden bugün iyi yetişmiş bir müellif olan Ertuğrul Düzdağ ile genç yaşta vefat eden Ahmed Yücel, bizim toplantılarımıza katıldı. Gazeteye ilan vererek Üstâd Necip Fazıl’ın sevenleriyle Milli Türk Talebe Yurdu’nda bayramlaşacağını ilân eder ve bunda bir gösteriş anısı tevehhüm ederdik. Birçoğu hadiseli geçmiş olan bu toplantılardan birine böyle bir ilanla muttali olarak gelmiş bulunan bu iki genç vasıtasıyla Mahir iz Bey’i Üstâd’dan çok evvel tanımış bulunuyordum. Beyazıt’a kadar dolmuşla, ondan sonraki kısmı yaya yürüyerek Vefa Semti’ndeki İstanbul İmam Hatip Lisesi’ne geldik.

İmam Hatip Lisesi Kovacilat Caddesi yetmiş dokuz numarada şimdi "İlim Yayma Cemiyeti Talebe Yurdu" olarak inşa edilmiş bulunan modern binanın yerinde İmparatorluktan kalma üç-dört katlı bir ahşap konakti. Daha sonra Fethiye'deki bugünkü İmam Hatip Lisesi binası yapılıp da mektep oraya taşınınca bu ahşap konağı "Vefa Talebe Yurdu" adıyla yıllarca çalıştıracağımı nereden bilecektim! 

Binaya cadde üstünden hemen giriliyordu. Kapıcı bizi karşılayıp ne istediğimizi sordu. Necip Fâzıl Bey maroken eldivenlerinin birini giymiş öbürünü de kamçı gibi dizine vurarak:

“Mâhir İz Bey’in odasını göster.” diyerek kapıcıya bağırdı. Adamcağız kandilli temennalarla bina ortasından yukarı katlara çıkan merdiveni göstererek:

“Buyrun efendim, buradan yukarı çıkınız! Mahir Bey’in odası üçüncü kattadır,’’ dedi. Necip Fâzıl Bey önde, ben arkada bu asırlık ahşap konağın harap merdivenlerini gıcırdata gıcırdata üst kata doğru çıkmaya başladık. Bina gayet loştu. Merdiven başlarına konmuş küçücük ampuller yanmaktaysa da pek fayda sağlamıyordu. Sanki yukarı doğru çıkmıyor da aşağı doğru bir dehlize iniyorduk. Bu manzara Necip Fazıl Bey’e pek nahoş tesir etmiş olsa gerekti. Şatafa, ihtişam ve konfora alışkın ve meclûb olan üstâda daha Mahir İz daha karşılaşmadan menfileşmişti sanırım. Zira üçüncü katta tam merdiven başına gelen kapısı üstünde ‘’Müdür yazılı olan odanin önünde durdu. Bende hemen arkasında idim. Kapıyı açan açmaz eşikte durakladı. Mâhir İz Bey’in masası tam da kapıya karsiydi. Yakinen tanışmasa bile bir edebiyat muallimi olarak hiç şüphesiz Necip Fazıl Bey’i tanıyordu. Derhal yerinden fırlayarak Üstâd’ı istikbal etti. Lakin Üstâd’ı bir ayağı içerde, bir ayağı dışarda olduğu halde gözlerini müdüriyet odası duvarlarında gezdiriyordu. Mâhir İz Bey iltifat ve ihtiramlarla “Şöyle buyrun, böyle buyrun” diyorsa da bu sözler kulaklarına girmiyordu.

Hakikaten Mâhir İz Bey’in oturduğu odanın duvarları bir acayip idi. Bir şey asılmadık avuç içi kadar boş yer mevcûd değildi. Mesala bir âyet, onun üstünde bir beyit, onun kenarında Akif Bey’in resmi, onun üzerinde bir manzara, onun da üzerinde yine bir ayet… Her taraf dopdoluydu. Üstâd kapı eşiğinde ve ayakta eldivenli elindeki diğer eldiveni bir yelpaze gibi sallayarak top gibi gürledi.

“Ne bu rezalet!... Kim bu duvarları böyle çingene bohçasına çevirmiş?”

Mâhir İz Bey, Osmanlı çelebisi ihtiramkârlığı ile karşılık vermeye çalıştı:

 “Efendim, bendeniz burada vazifeye yeni başladım. Henüz sağa sola müdahale edecek vakit bulamadım!..”

Necip Fazıl Bey yatışacak yerde daha fazla bağırarak:

“Ne demek vazifeye yeni başladım. Bu zevksiz manzaraya nasıl tahammül edebiliyorsun. Burada bir saniye bile oturulamaz!.”

Mâhir İz Bey, habire özür beyan ediyor, Üstâd’ı methedici cümlelerle bir defa içeriye girip karşısına oturtmaya çalışıyordu. Lakin Üstâd gerginleştikçe gerginleşiyor, Mâhir İz Bey’in iltifatları kulağına girmiyordu. Nihayet askeri kumandaya tabi bir er sertliği arkasına dönüp: “Kadir…’’ dedi. ‘’Yürü, gidiyoruz. Oturacağı odayı bulduğu gibi muhafaza edip ona müdahale etmeyen bir kimse ile konuşacak sözümüz yoktur!.."

Bir balyoz gibi patlayan bu cümleler karşısında perişan olan, Üstâd’ı yumuşatmak için ne söyleyeceğini bilemeyen, kandilli temennalarla Üstâd’ı yatıştırmaya çalışan Mâhir İz Bey’in bütün gayretleri boşa gitti. Üstâd ‘’pat, pat, pat!..’’ diye basamaklara öfke dolu adımlarını basa basa biraz evvel çıktığımız harap merdivenleri inmeye başladı. Mâhir İz Bey caddeye kadar arkamızdan aynı iltifatlarla yumuşatıcı gayretlere devam etti ise de Üstâd artık ne geri dönüp baktı ne de bir karşılık verdi.

Tekrar Beyazıt’a kadar birlikte yürüdük. Yol boyunca bana bu hareketini makûl gösterecek bir yığın sebep saydı. O günkü görüşle ben de kendisine hak vermiştim. Öyle ya davamızın kurmaylarından olması gereken bir insana yakışır mıydı.?!..

İşte Üstad Necip Fâzıl’ın Mâhir İz Bey’le tanışması böyle oldu...

Kadir Mısıroğlu

Sebil - 7. Cilt 254. Sayı