Evindeki tahtakurularını, fareleri besleyecek kadar merhametli...
Söze böyle başlayınca Hocayı anlatmanın yükü daha da ağırlaştı. İstanbul’da, 1900’lü yıllarda şehrin en güzel semtlerinden birinde yaşadı Hoca Ali Rıza... İmparatorluğun çökmekte olduğu, Batılılaşmanın hastalık gibi şehirlerin mimarisini kültürünü sardığı yıllarda, Üsküdar’ın sokaklarını, evlerini, kahvehanelerini yani fırçasından kayıp gideceğini hissettiği Üsküdar’ı telaş içinde yüz binlerce eserle belgeledi.
Hiç bir eserini para kazanmak için yapmadı. Şehir hızla yok oluyordu; geriye resimlerdeki Üsküdar kalsın diye eşeğinin sırtında adım adım gezdi Üsküdar’ı. Bundan sebep bir diğer adı da “Üsküdarlı Ressam” Hoca Ali Rıza’dır. Türk resim tarihinin ardında en çok eser bırakan ressamı unvanına sahip Hoca Ali Rıza, dünya görüşüyle de kendi döneminin sanatçıları ile arasına kalın çizgiler çekiyordu.
Eserlerine zarar vermesinler diye fareleri besleyen ressam için hayat, üretmek ve zamanı değerlendirmek üzerine kurulu idi. Buna örnek de, dostları arasında anlatılarak bugüne ulaşan anılarından birinde, ziyaretlerde boş ve çok konuşan komşu ve akrabalarına oldukça büyük lokumlar ikram etmesi...
Hoca Ali Rıza, buna benzer sayısız inceliklere sahip bir insan, ya da az sonra kendisiyle yaptığımız söyleşimizi okuyacağınız Beşir Ayvazoğlu’nun deyimi ile insan-ı kamil...
Türk resim sanatına katkıları, eserlerindeki ustalığı ve karakterini içine alan bir Hoca Ali Rıza portresi çizmek istesek onu nasıl anlatırsınız?
Beşir Ayvazoğlu: Hoca Ali Rıza anlatmakla bitebilecek bir karakter değil. Asker ressamlardan... Hayatına dair tarihsel bilgileri ansiklopedilerden de bulabilirsiniz. Ancak benim değinmek istediğim başka bir Ali Rıza var. Yurt dışında resim tahsili görmemiş olmaması en büyük avantajı Hoca Ali Rıza’nın...
Özgünlüğünü korumuş olması bakımından mı?
Evet. Kesinlikle. Buna rağmen tam anlamı ile Batılı bir fırça. Ama o fırçaya öyle bir duyarlılık, öyle bir safiyet katmış ki, onun yaptığı resimlerde, saydam bir tabakaya çizilmişçesine resmin arkasına nüfuz ediyorsunuz. Yani görünenin arkasına nüfuz ediyor. Aynı zamanda mistik diyebileceğim duyarlılıkla yaklaşıyor eşyaya ve manzaraya. Şeffaf ve sıcak renkler kullanıyor. Suluboyada da, yağlıboyada da birinci sınıf bir ressam.
Ama kendini yalnızca ressam olarak görmüyor; aynı zamanda bir misyon yüklenmiş. İmparatorluğun inkırazı dönemi, siyasi, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik bir çöküş yaşanıyor. Ve ciddi bir kültürel travma… Şehirlerimiz ve tabii İstanbul hızla yok oluyor, kimlik kaybına uğruyor. Hoca Ali Rıza’nın amacı, sanki, elde kalan son güzellikleri yok olmadan önce belgeleyerek gelecek nesillere aktarmak.... Bunun için çabalıyor. Yangından mal kaçırır gibi… Şehrin tabii, tarihi ve beşeri dokusu, ahşap evler, dar ve gölgeli sokaklar, çeşmeler, kahvehaneler, ağaçlar, camiler, mescitler… Özellikle, Üsküdar, ancak bir ressam gözünün görebileceği incelikleri, güzellikleri ve zenginlikleriyle Hoca Ali Rıza’nın tuvallerine ve defterlerine aksediyor.
Onun bir hususiyeti daha var: Manzaraya kendi rüya ve hayallerini de yansıtıyor. Onun resimlerine baktığınız zaman İstanbul’u nasıl sevmeniz gerektiğini anlıyorsunuz. Bir de sanki acelesi varmış gibi o kadar çok resim yapıyor ki… Suluboya, yağlıboya, karakalem… Karakalemde de birinci sınıf bir ressamdır Hoca Ali Rıza.
Eserlerinin yanı sıra kişiliği ile de çok farklı bir insan Hoca Ali Rıza...
Hoca Ali Rıza bir insan-ı kâmil... Menkıbe olarak anlatılan sayısız hikâyesi vardır ve bunlar gerçektir, yaşanmıştır. Evdeki tahtakurularına bile kıyamayacak kadar merhametli bir insandı. Ve çok da yüce gönüllü... Resimlerini dostlarına cömertçe hediye ederdi. Yakın dostlarının her biri neredeyse birer Hoca Ali Rıza koleksiyoneri olmuş. Resim yaparak para kazanmak gibi bir amacı da yok. Ama Mehmed Akif, Feyhaman Duran, Fikret Mualla gibi bazı şair ve yazarları destekleyen Abbas Halim Paşa onu da desteklemiş, ortak dostları Fuad Şemsi Bey vasıtasıyla eserlerini satın almıştır.
Üsküdar ekolünün kurucusu deniliyor kendisi için. Bu ekolü devam ettiren ressamlar oldu mu? Üsküdar ekolünün nasıl bir çerçevesi var?
Türk resminde bir Üsküdar Ekolü’nden söz etmek mümkün. Bir önceki nesle mensup Üsküdarlı ressamlar vardı. Süleyman Seyid Bey, Şeker Ahmed Paşa ve Zekâi Paşa Üsküdarlıdırlar. Türk resminin Üsküdar’da doğduğu bile söylenebilir. Üsküdar bu manada son derece münbit bir semt… Ressamı da, hattatı da, şairi de, bestekârı da çoktur. Tabii Hoca Ali Rıza ile aynı hassasiyeti paylaşan birçok ressam var. Üsküdarlı Cevad, Üsküdarlı Osman Asaf… Türk resminin büyük isimlerinden Nazmi Ziya Güran da Üsküdar’da Hoca Ali Rıza’nın yakınında bulunmuştu.
Peki, sizce günümüzde Hoca Ali Rıza yeterince tanınıyor mu? Benim araştırmalarıma göre en son beş yıl önce Üsküdar Belediyesi tarafından bir sergisi açılmış. Adına düzenlenen seminerler ya da sergiler yok. Onun adına en hassas olması gereken belediye dahi beş yıldan bu yan bir çalışma yapmamış. Hoca Ali Rıza’ya karşı vefasız mıyız?
Evet, maalesef sanırım öyle... Hoca Ali Rıza son derece önemli; sadece ressam değil, aynı zamanda bir ahlak adamı... Muhafazakâr kesim, sanat deyince daha çok hat, tezhip, ebru ve minyatürü anlıyor. Bunlar da çok önemli bir yere sahip kültürümüzde, ama Hoca Ali Rıza gibi değerlerimiz de var.
Bence Üsküdar Belediyesi’nin yapması gerekenlerden biri, Hoca Ali Rıza’nın bütün eserlerinin hiç değilse röprodüksiyonlarından oluşan bir müzedir. Tabii eserlerinin orijinallerinden oluşan bir koleksiyona da sahip olmalıydı bugüne kadar. Bu müzede mesela birkaç yıl önce İstanbul Modern’de Van Gogh eserleri için yapılana benzer bir dijital sergi harika olurdu. Hani Van Gogh’un ünlü eserleri üç bine yakın dijital imajla dev ekranlara, duvarlara, tavanlara ve kolonlara yansıtılmıştı. İki yüz binden fazla sanatseverin gezdiği bu sergi doğrusu muhteşemdi.
Hoca Ali Rıza için de yapılmalı bu. Sergiyi gezenlerin kendilerini Üsküdar cennetinde hissedeceklerinden eminim.
Ve son olarak Hoca Ali Rıza’yı tabiri caizse ölüme götüren yaşamının son yıllarında yaşadığı o elim hadise... Malumunuz Hoca Ali Rıza’nın kızı, Atatürk’e, eşinin bir meselesi ile ilgili bir mektup yazıyor ve Ankara’ya görüşmeye çağırılıyor. Sonrasını sizden dinleyelim.
Evet bu hadiseyi ilk defa geniş olarak ben yazdım. Hoca’nın çok üzülerek ölümüne yol açan bir hadise... Aile 1929 yılında sürekli birinci sayfada verilen, bazan manşete çekilen haberle hırpalanıyor. Hoca Ali Rıza’nın kızlarından biri, Mısır’da eski kocasıyla ilgili bir davasının halledilmesine yardımcı olunmasını istemek için Atatürk’e bir mektup yazıyor. Çankaya’ya davet ediliyor ve özel kalemle görüşüyor. Kardeşine yazdığı bir mektuptaki bazı ifadelerden şüpheleniyor ve bir suikast davası icat ediyorlar. Kadriye Hanım’ı ve babası Hoca Ali Rıza dâhil bütün akrabalarını ve yakın temasta oldukları kişileri derdest edip hapse tıkıyorlar. Abbas Halim Paşa’nın kızları da bu davada sorgulanıyor. Fuat Şemsi Bey de… Önce İstanbul’da, sonra İzmir’de iki defa yargılanıyor, bütün baskılara rağmen beraat ediyorlar. Çünkü ortada suç yok. Hoca Ali Rıza üzüntüden kalp krizi geçirerek 30 Mart 1930’da vefat etmiştir.
Karıncayı incitmeyen bir adam suikast davasında sanık olarak yargılanıyor, düşünebiliyor musunuz? Ve bir Allah’ın kulu sahip çıkmıyor Hoca’ya.
Dönem itibari ile bir korku ortamı vardı belki de, değil mi?
Evet öyle görünüyor. Korkuyor insanlar. İşin tuhafı, o dönemde maalesef Hoca Ali Rıza gibi ressamlar ressam olarak bile sayılmıyor, Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ne resimleri alınmak istenmiyordu. Güzel Sanatlar Akademisi’ne bölüm şefi olarak gelen Léopold Lévi, müzenin düzenlenmesinde görevlendirilince işin rengi değişti. Seyit Bey, Şeker Ahmet Paşa, Zekâi Paşa, Hoca Ali Rıza ve arkadaşlarına müzede yer verilmesini sağlayan Lévi’dir.
Seda Şennik Ateş konuştu