Doğunun sıcak, saran, kuşatan bir havası vardır. Öncelikle iklime doğru yürüdüğünüzde, hayatınızdan, ayağınızın altından, görme mesafenizden ağaçlar, ormanlar çekildiğinde bitimsiz çöllerin yakınında olduğunuzu anlarsınız.
Yaz başıdır, bahardır. Siz şehrinizden kilometrelerce uzakta, kalabalıklardan, göğü yitik metropolden, üzerinize üzerinize gelen sıkışık binalardan, caddeler boyu akan insan ve araba selinden ve dâhi bitmeyen işlerden, yetişemediğiniz zamandan çok uzaklara gitmişsinizdir. Bir rüya rehaveti sarıp kuşatmıştır tüm azalarınızı. Bedeninize ılık, serin, yumuşak bir iklim çoktan yürümüştür. Bahar, ısıtan sımsıcak bir güneşin aydınlığıyla gülümser.
Baharın sımsıcak gülümseyişi bizi yakaladığında Urfa’nın kadim güzelliğine konuk olmuştuk. Derin bir ürpertiyle şehri keşfe çıktığımızda, mihmandarımız Harran Üniversitesi öğretim görevlisi Yasemin Hanım her zaman gördüğü ve kanıksadığı mübarek beldelere bizi getirmiş ama ezanla apansız ıslanan gözlerimize, mıh gibi çakılmış ayaklarımıza bir anlam verememişti muhtemelen.
Edeple gelen lütufla döner
İlk olarak Hz Eyyub Peygamberin şifa bulduğu mağarayı geziyoruz. Hemen caminin arkasında çağıldayarak akan bir nehir var gibi anlayamadığımız bir serinlik kaplıyor yüreğimizi. Ezanlar okunuyor. Güvercinler havalanıyor. Gökyüzü alabildiğine mavi, beyaz bulutlar başımızın üzerinden ağıp geçerken ılık bir bahar yüreğimize akıyor. Cami avlusunda okunan ezanlara yüreğimizi ve dâhi dualarımızı yaslıyoruz ve nedensiz boşalıyor yaşlar gözlerimizden. Duaya durduğumuzda loş yeşil ışık huzmelerinin altında edeple geldik mi diye soruyoruz yüreğimize. Edeple gelmenin, makamda edepli olmanın şuurunu yaşamak istiyoruz. Nice lütuflara mazhar olmak için edeple gelmek gerek. İndiğimiz merdivenlerden edeple çıkıyoruz. Yüreğimiz bir kuş kadar hafif. Maddi ve manevi tüm hastalıklarımız için Rabbimizden şifa diliyoruz; tıpkı sabır abidesi, çileler sonunda lütuflara mazhar olan Eyyub Peygamber gibi.
Eyyub Peygamberin uğrak yerlerinden mübarek bir beldedeyiz. Çareler aramak için gelenlerden birisi olarak makamdayız. Dertlerimizi dökmek, maddi ve manevi hastalıklarımıza şifa dilemek için Rabbime yalvarışlar gönderiyoruz.
Burası sabır makamıdır; dua, yakarış makamıdır. Asırlar sonrasının insanlarının sağlam bedenlerine inat ne çok manevi hastalıkları vardır oysa. Biriken nice manevi hastalıklarımıza derman olsun diye yalvarışlar gönderiyoruz.
Heyecanlıyız. Caminin bahçesinde çöküp kaldığımızda mübarek şehir Medine’nin, Mekke’nin ilhamı sarıyor yüreklerimizi. Mübarek beldelerin hasreti çörekleniyor içimize. Hâlbuki mübarek şehir Urfa’yı dolaşırken bunu hep yaşayacağımızı, yine Efendimiz’in diyarına doğru derin bir hasret duyarak ilham olan mekânları gezeceğimizi daha bilmiyoruz.
Hz. Eyyub (a.s)’ın bu mağarada yedi yıl uzlete çekildiği rivayet olunur
İkindi serinliği kaplıyor ortalığı. Şehir merkezinin güneyinde, bu mezkûr bölgede Hz. Eyyub Peygamber’in iyileştiği ve yaşadığı rivayet edilir. Buradaki suyun şifalı olduğu öne sürülür. Mağarası, Şanlıurfa’nın bilinen adak yerlerinden biridir.
Kuşlar başımızın üzerinden ağıp geçerken, masmavi gökyüzü taze bir baharı müjdelerken, eşi bulunmaz bir mekânda ve iklimde nefes alıp verirken duruyorum levhanın önünde:
Hz Eyyub Aleyhisselam
Allah’a çok tövbe ettiği için “Eyyub” ismi verilen Hz. Eyyub (a.s) milattan 8 asır önce yaşamıştır. Hz. İbrahim’in neslinden olup annesi Hz. Lut’un kızı, hanımı da Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’un kızı Rahme idi. Filistin ve Mezopotamya’da dünyaya gelmiştir. Cenab-ı Hak onu zenginlik, mal ve evlat çokluğuyla imtihan etti. Daha sonra Ona hastalık musallat oldu. Hastalıklar Allah’a ibadetini engellemeye başlayınca, Hz Eyyub: “Allahım! Bana zarar dokundu ve sen merhametlilerin en merhametlisisin.”şeklinde dua edince, Allah-u Teâla duasına şöyle cevap verdi: “Ayağını yere vur, işte yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su” dedi. (Sad Suresi:42)
Suyu içince Hz. Eyyub (a.s) sağlığına, eski gücüne ve kuvvetine kavuştu. İyileştikten sonra 160 yıl yaşadı. Allah-u Teâla yeniden evlatlar ve zenginlik verdi. Sağlığına kavuşmadan önce Hz. Eyyub (a.s)’ın bu mağarada yedi yıl uzlete çekildiği rivayet olunur.
Peygamberler, insanların kurtuluşuna vesile olsunlar diye Allah-u Teala’nın seçtiği yüce insanlardır. Bizlere düşen görev de o yüce peygamberlerin hayatlarını okumak, örnek alıp hayatımıza tatbik etmektir. Allah onların şefaatinden bizleri mahrum etmesin. Amin.
Peygamberin uzlete çekildiği, yüreğine yürüdüğü mağarada kalmak ve yüreklerimize yürümek istiyoruz. Yorgunuz, bedenimizden ziyade yüreklerimiz yorgun. Büyülü bir şehrin kapılarında, mübarek bir beldede sabır abidesi bir kutlu nebinin ayaklarının değdiği, sancılarının sırlandığı mekânda olmak bizi alabildiğine etkiliyor. Beraber geldiğim yol arkadaşım Ayşe Kurşun bir an namazdan sonra yeşil ışık huzmelerinin gölgesi yüzünü yıkarken gözyaşlarıyla duaya duruyor. Sanki yüreği yerinden çıkacak gibi yalvarışlar gönderiyor. O an ben de coşkun bir duygusallığı yaşıyorum ve sessiz yakarışlarıma gözyaşlarım karışıyor. Çaresizlere çare olan Rabbimin huzurunda duada olmak, hasta bekleyenlere şifa dilemek, manevi açlıklarımıza, manevi hastalıklarımıza derman aramak için buraya gelmişiz meğer.
Şifalı sulardan içiyoruz. Geniş ve ağaçlıklı kadim caminin bahçesi asude bir bahar ülkesi gibi bizim için. Buradan ayrılmak istemiyoruz ama gitme vaktinin geldiğini mihmandarımız Yasemin Hanım’ın giriş kapısına doğru yürümesinden anlıyoruz. Nedense ayaklarımız geri geri gider gibi, öylece bu eşsiz kutu mekâna son defa daha bakıp ve tekrar buralara gelmeyi dileyerek ayrılıyoruz.
Tek başına ümmet olan Hz. İbrahim’in makamı
Harran Ovası’nın verimli toprakları uçsuz bucaksız uzanıyor ve bölgeye en fazla geliri getiren bu topraklar. Ama Balıklı Göl’e gelen yerli ve yabancı turistlerle aslında bu bölge de şehrin kalkınmasına ve geçim kaynağına önemli katkılar sağlıyor.
Urfa’nın geniş ve uçsuz bucaksız bir düzlüğe yerleşmiş olmasından kaynaklanan ferah bir mimarisi var. Eski Urfa’dan geçtiğimizde bu mimarinin kadim duruşunda, yıkılmaya yüz tutmuş ve terkedilmiş alçak yapılanmasında daha fazla hissediliyor bu ferah mimari. Şehrin kalbi gibi şehre ayrı bir ruh ve heyecan veren İbrahim Peygamberin ayaklarının değdiği, doğup büyüdüğü bu bölge sanki tüm bölgeye kutlu bir ruh kazandırmış gibi…
İbrahim Peygamber Ululazm Peygamberlerdendir. Ata olan, Efendimizin soyunun geldiği büyük peygamberdir. İbrahim Peygamber her anlamda beni derinden etkilemiştir. Nemrut’a karşı tek başına başkaldırışı, tek başına bir ümmet olarak dimdik duruşu ve tüm bu sert ve kavi duruşunun yanında yüreğinin yumuşaklığı, merhameti ve Rabbine teslimiyeti eşsizdir.
Akşam ezanı okundu okunacak. Aç mıyız susuz muyuz bilmiyoruz. Yol arkadaşlarımın ikisin de adı Ayşe. Halilûl Rahman Camii’ne, Baliklı Göl’e doğru yürüyoruz. Vaktimiz kısıtlı ama gezilecek, görülecek o kadar mekân var.
Belki de mekân olarak Urfa’nın en özel ve büyük bir zevkle düzenlenmiş bölgesindeyiz. Güneşin son demleri kızıl ışıklarını gönderirken kameraya yansıyan gölün yakamozlara gömülmüş hali bizi büyülüyor. Her bir köşesini gezme telaşına düşüyoruz. Güneş son ışıklarını sanki eşsiz manzaralar yakalayalım diye, objektiflerimize yaşadığımız anları ölümsüzleştirelim diye gönderiyor. Gözlerimiz kamaşıyor, ayaklarımız kayıyor hem güneşin son ışıklarından hem de büyülendiğimiz manzaradan.
Halilûl Rahman Camii’ne giriyoruz. Birden güvercinlerin ayaklarımıza dolanması, çocukların sükûna bürünmüş halleri bu mekânı sanki dünyadan koparıyor. Yaşadığımız an bambaşka bir an. Bu kutlu mübarek beldenin ilhamı kuşatmış tüm çehreleri. Kadim taş caminin avlusundaki güvercinlere dokunmamız an meselesi.
Kavi imanı, dimdik duruşuyla Hz. İbrahim uğramış mıdır buralara? Bu göl, bu cami, sonra bu güvercinler neden böyle mübarek, tılsımlı bir hale bürünmüşler. Ayakları değmiş midir kutlu Nebi’nin. Harran gülleri sarmış mıdır, yangınlar ortasında, narı cehennemi, cennetlere çeviren bir kurtuluş buralarda bulmuş mudur İbrahim Peygamberi...
Tam tepeyi gösteriyor Yasemin Hanım. İki büyük sütun uzanıyor göğe doğru. Kadim taştan bir kalenin burçlarında göğe doğru uzanan bu geniş gövdeli sütunların yerinde mancınık olduğunu ve buradan Hz. İbrahim’in ateşe atıldığını öğreniyoruz.
Dolaştığımız Balıklı Göl, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı bölge. Buraya atıldığında kutlu Nebi, ateş suya, odunlar balıklara dönüşüyor. Gül bahçesi oluyor ateş. Narı nura döndüren Rabbim, Peygamberini zalim Nemrut’un ateşinden kurtarıp gül bahçelerine çeviriyor ateşleri.
Güvercinler paçalarımıza dokunuyorlar adeta ruhumuza dokunuyorlar. Sonra cami bahçesindeki çocuklarla resimler çekiniyoruz ve levhanın önünde buluyorum kendimi:
Mevlid-i Halil Mağarası
Mevlid, “Kutlu Doğum” demektir. Hz. İbrahim Peygamberin bu mağarada doğduğuna inanıldığından, mağaraya Mevlid-i Halil Mağarası adı verilmiştir. İnanışa göre; Kâhinleri, Kral Nemrut’a dinini ve tahtını yıkacak bir çocuğun haberini verdiklerinde, Nemrut, o yıl doğacak olan bütün çocukların öldürülmesini emreder. Bu sırada hamile olduğunu anlayan Hz. İbrahim’in annesi Nuna Hatun, bir müddet hamileliğini gizledikten sonra, doğum günü yaklaşınca gizlice bu mağaraya sığınır ve Hz. İbrahim’i burada dünyaya getirir. Doğum sonrası her gün gizlice gelerek, O’nu emzirir. Yine bazı rivayetlere göre; Allah’ın emriyle bir ceylanın, her gün mağaraya gelip mucizevi bir şekilde Hz. İbrahim’i emzirdiği, 15 ay kaldığı mağarada ise 15 yaşındaki bir genç görünümünü aldığı söylenmektedir.
“Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” dedik. (Enbiya ;69)
Narı nura çeviren Rabbim, İbrahim Peygamber için, tam teslim olan kutlu nebisi için ateşleri gül bahçesine çeviriyor.
Güneş yavaş yavaş çekiliyor. Güvercinler hâlâ bahçede öylece bize yoldaşlık eder gibi öylesine yakın öylesine sıcak dolaşıyorlar paçalarımıza dokunarak hiç kaçmadan. Güneşin son ışıkları Halilul Rahman Camii’nin minarelerini yıkarken keraat vaktine giriyoruz.
Girdiğimiz mağarada yine Eyyub Peygamberin mağarasına benzer bir havayı teneffüs ediyoruz. Yine alabildiğine yüreğimize derin ürpertiler yürüyor. Gözlerimiz nemleniyor. Duaya durduğumuzda sınav heyecanı ile gelen talebelerle karşılaşıyoruz. Bizim duamız Rabbimize. Burası mübarek bir beldedir. Peygamberin makamıdır ve bizim yüreklerimizi yumuşatır, gözlerimiz yaşarır ama ilticamız Rabbimizedir.
Arınmış, duru bir nehirde yıkanmış dualarla çıkıyoruz. Artık güneş yavaş yavaş çekiliyor. Akşam soylu ve temiz, arınmış, iniyor şehrin üzerine. Ezan okundu okunacak. Hâlâ yetişmemiz gereken yerler var.
Ayaklarımız yavaş yavaş ağrımaya ama yüreğimiz tam tersine arıtan sularla adeta arınmış hafiflemiş halde çıkıyoruz. Girişe doğru yöneldiğimizde, karşımızda Bediüzzaman Said Nursi Makamı çıkıyor. Said Nursi Hazretleri: “Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selam ediyorum. Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir… Urfa İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir… Hastalıktan kurtulursam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi arzu ediyorum.” 27 Mektupta Emirdağ Lahikası’nda Urfa’yı tanımlamaktadır. 23 Mart 1960’da vefat edince Üstad yurt genelinden gelen talebeleri ve Urfa ahalisinin katılımı ile Ulu Cami’de cenaze namazı kılındıktan sonra Mevlid-i Halil Mağarası’nın karşısında, kedisine ayrılan yere defnedilir. Çünkü vefatından 3 gün önce talebelerine “Beni Urfa’ya götürün” der. Ancak 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası dönemin hükümetinin emriyle, 12 Temmuz 1960’da mezarı gece açılarak naaşı bilinmeyen bir yere nakledilir. Hâlâ mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Ne acıdır ki; toprağın üstündekilere nice zulümler uygulayanlar toprağın altındakileri de rahat bırakmamışlar, vatanın önde giden din âlimlerine mezarlarında bile rahat vermemişlerdir maneviyat düşmanları. Gözleri öylesine kararmış, öylesine korkmuşlar ki, yaşayanlardan değil ebediyete yolcu olmuş kutlu kişilerin kabirlerinden bile ürkmüşlerdi. Binlerce talebe yetiştiren Üstad Said Nursi’nin ne yazık hâlâ naaşının nerede olduğu bilinmemektedir.
Edeple gelen lütufla döner… Bizim için dönüş başlamıştır aslında. Yüreğimize dönüş, içimizin oyuklarına, hatalarımıza, yaralarımıza, merhem isteyen tüm maddi ve manevi hastalıklarımıza… Menziller hep vardır oysa. Yola çıkmak, yola revan olmak gerekir. Bu kutlu menziller bizi teslimiyete bizi dosdoğru inanmaya ve Rabbe götürecektir.
“Rabbi ona: "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" demişti.”(Bakara: 131)
Kısa ve öz; Âlemlerin Rabbine teslim oldum. Bizler de gönülden teslim olmayı dileyerek akşam namazını eda ediyoruz. Şimdi namazlarımızı daha bir huşu ile eda ediyoruz. Kutlu beldelerin manevi dokusu ruhumuzu apayrı iklimlere taşırken gerçek teslimiyeti yaşamak için Rabbe dualar ediyoruz. Tek başına ümmet olan Ulul Azm Peygamber İbrahim (a.s) gibi nice dünyevi ateşlerden, yangınlaşmış imtihanlardan geçip gül bahçelerine ulaşmak arzumuz. Ama bu öylesine zor, öylesine ulaşılmaz. Yine de karınca misali adım adım sürünerek de olsa o suyu o ateşe, o gürleyip şehri kuşatan Nemrut ateşine taşıma derdine düşüyoruz. Biz yola revan olalım, halis niyetlerimiz, yüreklerimizde kavi dualarımızla yeter ki teslim olalım, Rabbim o yolları açacaktır.
“Bu sıra geceleri çok bozuldu”
“Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim zalim derdim cihanı yakar
Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar”
Mevsimler, baharlar, yazlar sıcak Urfa’da. Bizim dağlarımız şimdi karlıdır. Dağ köylerinin delişmen karlı, dumanlı, dolu dizgin çılgın poyrazları kuşanmış günlerini, gecelerini bilirim. Boyum kadar olan karların arasından geçmişliğim, okul yoluna doğru yürüyüşüm vardır.
Üniversite’nin bize tahsis ettiği şoför Ahmet Bey’le konuşuyoruz. “Neden” diyorum, “çatı yok ki buralarda; oysa çatı soğuğu da sıcağı da geçirmez.” “Yok” diyor Ahmet Bey, “bizim buraların sıcağı öylesine yakar ki çatı fayda etmez hocam.” Sonra muhabbet ilerliyor. “Dört evladım var” diyor. “Biz babamıza yetişemedik. Babamın üç hanımı, 24 evladı vardı.” Şimdi Doğulu geleneklerin ağır bastığı bir iklimde sıcaktan, çatılardan sonra teaddüdü zevcata gelince konu susuyoruz. “Maşallah babanıza” diyerek susuyoruz… Oysa kadını, kadın sorunlarını konuşmak için Harran Üniversitesi’ne konuk olduk. Bizim anlattıklarımızla halkın gerçek yaşantısına bakıyorum. Çoğu şeyin sabun köpüğü gibi gelip geçici olduğunu anlıyorum. Bir şey diyemiyorum. Yerleşmiş, kalıplaşmış örf ve ananeyi nasıl değiştireceğiz. Nasıl kadın hakettiği, İslam’ın ona bahşettiği gerçek kimliğine dönecek. Bir ara kürsüde doğu illerinden birinden olduğumu bilsem de gür bir nida ile haykırdığımı hatırlıyorum: “Ekranlara, podyumlara onbeşinde cilalanıp boyanarak sürülen kızlar cahiliye adetleri gibi nasıl diri diri toprağa gömülüyorsa, onbeşinde ikinci, üçüncü eş olan kızlarımız da aynı kaderi yani diri diri toprağa gömülür gibi bir kaderi paylaşırlar.”
Dekan Hasan Bey Urfa’nın Sıra gecelerinden bahsediyor, biraz çekinerek; “Hocam gelmeyi düşünür müsünüz?” diye soruyor. Türküleri severim. Yazdığım hikâyelerden mutlaka bir türkünün derin sızısı gelip geçer. “Hocam memnuniyetle geliriz” diyorum.
Şöyle hayal ediyorum. Geleneksel sedirlerle döşenmiş, el dokuması kilimlerin olduğu sade bir mekanda yanık Anadolu türküleri dinleyeceğiz. Bazen içlenip ağlayacağız, gam dağlarına çıkıp naralar atacak gibi olacağız. Türküler bağrımızdaki ateşleri söndürmez elbet ama o ateşlerin yangınına serin sular taşıyacak usul usul. Böyle yörenin yanık sesli âşıklarından türküler dinleyeceğimizi hayal ediyorum.
Akşam, derken yatsı oluyor. Yorgun ayaklarımız, dinlenmiş, duaya durmuş yüreğimizle tarihi bir yapının kapısındayız. Burası görkemli bir konak. Şimdi Sıra Geceleri yapılıyor. Birden Endülüs’te, Maraş’ta ve dahi Hatay’da gördüğüm konaklar geliyor aklıma. İslam mimarisi ne zarif, ne hoş. Arkadaşım Ayşe Şener’e dönüyorum, merdiven başındayım, köşkün oymalı tarabzalarına tutunarak çıkıyorum; ortada şadırvan, göğe açılan geniş bir avlu yıldızlar par par yanıyor. Yüreğim yanıyor. Büyülenmiş gibiyiz bu mimarinin karşısında. Diyorum biz nasıl böylesine zevksiz bir mimariyle muhatap olduk. Nasıl geldik böylesine ince, dantel gibi işlenmiş bir nezih mimariden günümüze.
Sıra Gecesi yapılan bölüm tarihi köşkün en üst katında uzun bir salon. Alabildiğine büyük salonun en başındaki sedirlere oturuyoruz. Bizden başka bir çok dinleyici gelmiş. Bir grup öğrenci var sağ yanımızda. Sol yanımızda ise birkaç aile. Pasta getirmişler. Çocuklarının doğum gününü kutlayacaklar. Birden karşımızda büyük ekrana yansıyor doğum günü çocuğunun görüntüsü. Herkes alkışlıyor. Oysa ben böyle hayal etmemiştim. Şaşkınım. Havasız kaldığımı hissediyorum ve camı açıyorum. Gündüzleri sıcak ama geceleri serin. Açık camdan serin bir yel esiyor. Türkü dinlemek istiyorum ama bunun mümkün olmadığını neden sonra anlıyorum. Elektronik çalgılarla potpuri şeklinde genç bir delikanlı bir şeyler söylüyor. Bir türlü konsantre olamıyorum. Birazdan oyun havaları çalmaya başlıyor. Ses öylesine yüksek ki; bu sesin bu derece yüksek olması da türkülerin sözlerinin anlaşılmasına olanak vermiyor. Genç üniversiteli grup halay çekmeye başlıyorlar. Doğum günü çocuğu ve ailesi de öteki köşede oynamaya başlamışlar. Artık dayanamayacağımı anlıyorum ve kendimi dışarı atıyorum. Yazar Eyyub Bey arkamızdan geliyor. “Hocam sormayın, bu sıra geceleri çok bozuldu” diyor.
Bir zamanlar manevi bir atmosfer içinde söz meclislerinden türkülerin, deyişlerin diyarına bir yolculuk, anlamlı bir birliktelik olarak yaşanan sıra geceleri meclislerinin artık modern zamanların eğlence anlayışından nasibini alarak ne yazık ki eski dokusundan çok şey kaybetmiş olduğunu farkediyoruz. Yoğrulan çiğ köftenin lezzeti, yöresel tatlıların damakta bıraktığı lezzet, içilen buğu buğu sıcak çorbanın eşsiz tadı, diz dize otururken muhabbetin demlendiği, adeta yüreğe huzur akıtan gecelerden günümüze; yüksek sesle elektronik aletlerle çalınan kopuk kopuk türkülerin, aranjmanların söylendiği kalabalık mekânlar halini almış sıra geceleri. Zihin, yürek karmaşanın yaşandığı ne yazık ucuz eğlence mekânlarını aratmaz hale gelmiş. Bu tabi kadim tarihi şehrin unutulmaz geleneksel gecelerine yapılmış olan büyük kültürel katliamdır. Duamız, dileğimiz şehri adeta temsil makamında olan Sıra Gecelerinin eski ruhuna ve estetiğine kavuşmasıdır.
Göbekli Tepe
Zaman su gibi akıp geçiyor. Gezilecek çok yer var ama vaktimiz o denli kısıtlı. Seminerimizi tamamlıyoruz, tekrar Balıklı Göl civarına gelip suyun akışını duyumsayarak koyu kıvamda tavşankanı kaçak çaylarımızı yudumluyoruz. Benim tek derdim Göbekli Tepe’ye gitmek. Uçak saatimiz oldukça geç saatte. Şu an restorasyon çalışmaları yapıldığı için ziyarete kapalı olduğunu öğreniyoruz. Dekan Hasan Bey bizim için izin alıyor. Ve kısa bir ziyaret için Göbekli Tepe’ye doğru yola çıkıyoruz.
Tapınmak, inanmak, yönelmek insanın doğasında var; bu kaçınılmaz bir durum. Asırlar öncesinin insanı da inanmak için tapınaklar inşa etmiş. Şimdi ziyaretini gerçekleştireceğimiz bölgedeki Göbekli Tepe Tapınağı da kadim zamanların en eski yapıtlarından.
İkindi serinliğinde bölgeye geldiğimizde baharın pembe beyaz çiçeklerle donattığı, adeta gelinler gibi süslediği ağaçlar karşılıyor bizi. Tapınağın bulunduğu tepe şehre, bölgeye öylesine hâkim ve yüksekte ki bu doğal bir yükseklik ve çok etkileyici. Sanki başka bir zamana doğru yola çıkar gibi oluyoruz. Öylesine heyecanla kalıntılara uzaktan bakıyoruz. Kapalı olduğu için ne yazık tapınağın içini gezemiyoruz. Ama bulunduğumuz alanın muhteşem dokunaklı havasıyla ayaklarımız yerden kesilir gibi oluyor, büyük bir heyecan yaşıyoruz. Bahar serinliğiyle en yüksekte tek başına duran ağacın yanına kadar çıkıyoruz. Burada bekçilik yapan ve bölgenin eski sahiplerinden Musa Amca, bu görkemli ve etkileyici ağacın önceden insanlar tarafından kutsal bilindiğini ve dilek ağacı olarak buraya gelenlerin adaklar adadığından bahsediyor.
Tarlasında çiftçilik yaparken tarihi kalıntılar bulması sonucu bu muhteşem miras ortaya çıkıyor. 1995’te kazı çalışmaları başlıyor.
Göbeklitepe bu zamana kadar bilinen en eski yapıt. Göbeklitepe'nin keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta'da bulunmakta ve 5000 yaşında. Ayrıca Stonehenge'den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı...
Neolitik döneme ait Göbeklitepe, ilk tapınağın dolayısıyla yeryüzündeki ilk inancın merkezi olabilmesi açısından önemli. Bu bölgede yaklaşık 20 tapınak tespit edilmiş ve şu ana kadar yalnızca 6 tapınak gün ışığına çıkartılmış.
Göbeklitepe'de kazı başkanlığını yürüten Prof. Dr. Klaus Schmidt, yaşadığı kalp krizi sonucu hayatını yakın zamanda kaybediyor Musa Amca’nın söylediğine göre.
Bu bölge için büyük çalışmalar yapan ve bölgenin önemini ortaya çıkaran Pr. Dr. Klaus Sshmidt’in mezkûr bölge için sözleri oldukça manidar: "Göbeklitepe'deki kazılarda elde ettiğimiz bulgularla, dünyanın bilinen en eski tapınma merkezlerinden birinin bu bölgede olduğunu ortaya çıkarmıştık. Ancak, son kazı çalışmalarıyla tapınma merkezinin dünyanın en büyük tapınma merkezi olduğunu tespit ettik. Yaptığımız araştırmalarda, Cilalı Taş Devrinde yaşamış insanların, yabani sığır, akrep, tilki, yılan, aslan, yaban eşeği, yaban ördeği ve yabani bitki kabartmalarını incelediğimizde hayvanlarını evcilleştiremedikleri sonucuna ulaştık. Ayrıca, dikili taşların (Stel) üzerindeki resimler ve kabartmalar o dönemde yaşamış olan insanların sanatları hakkında bizlere fikir veriyor. Buradaki tapınak, dünyanın bilinen en büyük tapınağı olma özelliğini taşıyor."
Hazırlıklarımızı tamamlayıp yola çıkıyoruz. Artık veda zamanı gelmiştir. Peygamberler diyarı mübarek Urfa’nın büyüleyen atmosferinden yavaş yavaş yüreğimizi sıyırma derdindeyiz. Ama nedense inen geceyi, İbrahim Peygamberin diyarına doğru akan yıldızları, rengârenk ışıkların yandığı gecenin büyüsünü yudumlamış Balıklı Göl’ü bir kere daha görmek istiyoruz. Ve Nemrut’un ateşine doğru İbrahim Peygamberin fırlatıldığı mancınıkların yandığı tepeye bakarak çaylarımızı yudumluyoruz. Akşam ezanı yavaş yavaş akıyor şehrin üzerine ve dahi ayrılmak istemeyen yüreklerimize doğru. Artık şehre veda zamanı gelmiştir. Yüreğimize bu eşsiz şehre tekrar dönmenin dualarını da yükleyerek yola revan oluyoruz.
Selvigül Kandoğmuş Şahin