Üniversite kütüphanelerinde en dikkat çekici bölüm, belki de yüksek lisans veya doktora tezlerinin konulduğu raflardır. Bu raflarda, naylon kapaklı, kenarından spiralle tutturulmuş, bazıları beş yüz, bazıları bin sayfayı bulan, beyaz fotokopi kağıdına basılmış, paragrafları ve cümle aralıkları geniş olan, iri puntolarla yazılmış tezler vardır. İsmini duymadığımız binlerce insanın el emeği göz nuru eserleri. Günlerce üniversite kapılarını arşınlamanın, kütüphaneleri raf raf gezmenin, başvurulmadık hoca bırakmamanın, yazmanın, sürekli okumanın, sürekli bir telaşın ve kaygının ortaya çıkardığı düşünsel ürünler. Çok azı bir yayıncı tarafından iltifat görür.

Günlük gazete veya aylık dergilerde kısa yazılar yazılır, o şekilde profesör veya doktor dikkat çeker, onun belli bir okuyucu kitlesi oluşur, yazdıklarına talep artar, o zaman yayıncılar harekete geçer ve o kişinin yüksek lisans veya doktora tezini kendi yayınları arasından çıkarmak ister. Yayıncılık burada tamamen iltifat görüp görmemekle alakalıymış gibi yansıtıldı, farkındayız. Fakat genel gidişat gerçekten böyle değil mi? Birkaç yayıncı dışında böyle. Dergâh, Beyan, Hece, Avangard veya Okur Kitaplığı…ü

Akademik çalışmalar zaten biraz da böyle olmak zorundadır

Kütüphanelerdeki o raflara genellikle yüksek lisans veya doktora çalışması yapanlardan başka ilgi gösteren de bulamazsınız. Sanki bir doktora tezini yalnızca başka bir doktora çalışması yapan biri okuyabilirmiş gibi. Oysa o sayfalarda neler vardır neler! Kabul ediyorum, birçoğu kopyala yapıştır usulü yazılmıştır. Yeterli bir araştırma yapılmadan oluşturulmuştur. Belki öğrenci, hocanın dikkatsiz bir anına denk gelmiştir. Belki yeterli incelemelerden geçirilmeden kabul edilmiştir. Sıradan, yüzeysel, herkesin bildiği ve tekrar ettiği fikir ve bilgilerle kolayca yazılmıştır. On tane doktora tezi okunacağına, konuyla ilgili iyi hazırlanmış bir kitapla, ilgili konu geçilebilir. Bunların hepsi doğrudur, o raflarda biraz zaman geçirildiğinde bunlar hemen anlaşılır. Yine de dikkat çekilmesi gereken nokta; akademik çalışmalar zaten biraz da böyle olmak zorundadır.

Bilgiler yığılmalı, toparlanmalı, hiç akla gelmedik kaynaklardan, işe yarar yaramaz her şey toparlanmalı, hatta bunlar pozitivist bir anlayışla, deneysel usullerle, yalnızca bilgi olarak değeri ölçülebilecek şeyler olmalı. Tezlerin istiflendiği raflar bu manada, birçok ilmî, fikrî, kültürel tehlikelere karşı hazırlanmış, bilgi yığınaklarıdır. Üniversiteler, yüksek lisans veya doktora çalışmaları, hiç olmazsa böyle bir vazifeyi yerine getirir. Bu durumda kimse kağıt israfından söz etmemeli, çünkü komik duruma düşer. Her gün çöpe atılan ekmek hatırlandığı takdirde. Kağıtlarda izlerine rastladığımız o eciş bücüş işaretler, grafikler, kaynakçalar, dökümler, istatistikler, alıntılar, isimler, tarihler… potansiyel bir güçtür ve orada sakin bir şekilde beklerler. Vazifeleri yalnızca durmak veya beklemek olsa bile.

Üniversiteler on hatta yirmi yılda bir dahi çıkaracak değil. Bu, hiç çıkarmayacak veya çıkaramaz anlamına da gelmez. Bir dahi çıkaracaksa, yine o raflarda dik durmayan, yan yana konulduğunda eğilip bükülen, isimsiz ve sahipsiz gibi duran, kağıt tomarlarından çıkacak. Üniversiteden çıkacak dahi, önce o kağıt tomarlarını tanımlayarak, düşünce dünyamızda konumlandırarak, bunlar ne işe yarar sorusuna cevap vererek, dehasını gösterecek. Gerektiğinde bir kağıt kurdu gibi o sayfaların içinde dolaşacak; onları yiyecek, bitirecek, bazen karnı doyacak, bazen yediklerini sindiremeyecek, yine de onlardan vazgeçmeyip onlara bir numara verecek. Temiz, lüks ve sağlam ciltli kitaplar ve ansiklopediler arasından parlayan bir dehaya henüz rastlanmadı. İlerde rastlanır mı bilemiyoruz. Lüksün, zenginliğin, gösterişin olduğu yerde ilim söner, bilgelik kaçar, ahlak yok olur denilmiştir.

Kimse bilmeyecek, okumayacak, görmeyecek diye düşülen kaygısızlıklarla yazılmış olsa da

kitap kütüphaneBir düzine dahiden söz edebiliriz. İsimler önemli değil, çünkü henüz isimlerin dehalarını konuşup tartışabilecek fikir ortamından mahrumuz. Yine de örnek vermekte sakınca yok. Örneğin Nurettin Topçu’nun dehasıyla, elinde olanları (dehasının parladığı toplumsal şartlar, içinde bulunduğu imkanlar ve kısıtlamaları) ayrı düşünemeyiz. İsyan Ahlakı halen bir başucu kitabı diye nitelenir. İsyan Ahlakı’ndan sonra da ilk akla Bergson gelir. Onları geçtik, Kültür ve Medeniyet, Türkiye’nin Maarif Davası üstadın lüks ansiklopedi ciltlerinden çıkardığı tezler, fikirler veya ideallerden oluşmaz.

O İsyan Ahlakı ve Bergson’la ne kadar Batı ahlakını irdeleyip konumlandırmışsa, Kültür ve Medeniyet ve Türkiye’nin Maarif Davası’yla o kadar bizim ahlakımızı sorgulayıp, ona göre idealizmini kurmuştur. Diğer deyişle, bu eserleriyle, elimizde olanı en iyi şekilde değerlendirmiş. İşin içine girerek, onun ne olduğunu yaşarak ve gerektiğinde acımasızca, çok sert bir şekilde eleştirerek. Nurettin Topçu’ya hak ettiği kürsüyü neden vermemişler konusu, sistem tartışması içinde değerlendirilebilir, onun üniversitelerin sunduğu kısıtlı imkanı nasıl değerlendirdiğiyle alakalı değildir.

İsim veya örnek verilince konu uzuyor. Üniversite kütüphanelerindeki tez rafları ise yine öylesine duruyor. İçinde birçok inciler saklıyor. Sırf can sıkıntısından, gidip elime on tane doktora tezi alıp, saatlerce onları karıştırarak çok eğlendiğimi ve istifade ettiğimi biliyorum. Selçuk Üniversitesi’nin özellikle İlahiyat Kütüphanesi, bu konuda ilginçliklerle doludur. Herhangi bir halk kütüphanesinde veya bir kitapçıda olmayan, birçok kıymetli bilgilerle zenginleştirilmiş çalışmalar vardır. Bilhassa tezlerin istiflendiği raflar. Neredeyse, “al, benim diye sat, kimsenin ruhu duymayacak” harika cümleler ve kaynaklar. Çoğu bu mantıkla, kimse bilmeyecek, okumayacak, görmeyecek diye düşülen kaygısızlıklarla yazılmış olsa da.

 

Ömer Yalçınova yazdı