Kitap raflarına doğru yürüyenlerin hizasını belirlediği beş on sandalye yan yana konmuş, gelip geçenlerin bazen ilgisiz ve acele, bazen durup dinleyen ve meraklı bakışları arasında, İnkılap Kitabevi’nin alt katında Hamza Türkmen’i dinliyoruz. Günlerden bulutlu cumartesi.
“İslamî Mücadelenin Yeni Dili” kitabı çerçevesinde ilerleyeceğini zannetsek de bizi başka konuların enteresan kulvarlarına götürdü Hamza Türkmen. Mücadeleydi, dildi, yeniydi derken İslam devlet yapısı/modeline, Arap Baharı’na, Müslümanca ıslaha dair uzun bir sohbetin keyifli dakikaları, dumanı üzerinde çaylarla dolu bir fener askının dinleyiciler etrafında dolaşmasıyla başladı.
1921’den sonra İslam dünyası; Kahire’de Churchill başkanlığındaki kırk kişilik bir harita mühendisi ekibinin adeta cetvellerle, Fas’tan Orta Asya’ya kadar olan coğrafyamızı yeniden çizmeleriyle resmen vesayet altına girmiş. Tunus, Libya, Ürdün, Irak, Suriye, Türkiye; sonradan koyulmuş ve İslam tarihinde olmayan isimler. Ulus devletlere bölünmesiyle ümmet coğrafyası parça parça bir hâl almış ve işlemi gerçekleştirenler, kontrol ve tahakkümü sağlayabilmek için onlara göre bu “rüşte ermemiş” coğrafyanın devletlerine, içimizden yetişerek Batı’ya öykünen kadroları vasi olarak atamışlar: “Bunlar, Batılılaşmakla bir çözüme ulaşılabileceğini düşünenler. Bu formun en veciz ifadesi, Mustafa Kemal’in bir cümlesinde yer alır: ‘Ümmetten bir millet yarattık.’”
Ulus devlet modeli, Allah’a şirktir
İslam’a ait ümmet yapısının bölünerek, Batı’da oluşmuş seküler ulusa (nation) dönüşmesinin ve dolayısıyla insanın, kutsal olanı kendinden menkul bilmesinin bir de “Kuddüs” Allah’a şirk içerdiğini söyledi Türkmen ve kutsal olanı insanın belirlemesinin İslam’dan inhiraf anlamına geldiğini de ekledi. Zira ulus devlette bayrak kutsal, tarih kutsal, toprak kutsal.
Lozan ve devamında, üzerimizdeki Batı kontrolünün taleplerinden olan İslam’dan mülhem kanunların değiştirilmesi esasının, Lozan Anlaşması’nın son maddesinde açık şekilde yazıldığını söyledi Hamza Türkmen. Osmanlı’dan kalan bütün kanunların değiştirilmesi ve yerine Batılı kanunların getirilmesi, beş yıl boyunca da Avrupa’dan atanan hukukçu müfettişlerin bu hususu incelemelerine dair bir madde varmış anlaşmada. “Zaten beş yıla kalmadan bütün kanunlar değiştirildi.” diyor Türkmen: “İslam tasfiye edilebilirse edilecek, edilemezse alt kimliğe indirilecekti; öyle oldu. Şu anda tüm Müslüman coğrafyada İslam, alt kimlik olarak vardır.”
“İslam’ın alt veya üst kimlik oluşu meselesinde ister istemez İslamcılık tartışmaları araya giriyor,” dedi ve önündeki çaydan bir yudum alıp sanki bu meselenin uzun bir soluğa ihtiyacı olduğunu söylemeye çalışırcasına bardağı bıraktı ve “aslında” dedi, “19. yüzyıldaki ıslah önderlerinin dilinde bu dava, İttihad-ı İslam’dı.” Osmanlı’yı, Batı saldırılarına karşı bir kalkan görevinde gören ve ümmetin dağılışını engellemek için refleks olarak geliştirilen ittihad-ı İslam düşüncesinin en önemli temsilcisinin ise, Afganî-Abduh önderliğindeki “Urvetü’l-Vüska” hareketi olduğunu ifade etti Hamza Türkmen. Ona göre Türkiye’de aynı kaygıyı taşıyan ıslah önderleri de mezkûr iki ismin talebeleri ve devamcıları: Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, Elmalılı Hamdi Yazır, Sait Halim Paşa ve Sait Nursî. Düşüncelerinin ortak noktasını; öze dönüp vahiyle dirilmek, istibdada/sömürgeciliğe karşı çıkmak, şura temelli yeni bir yapılanma, bidat ve hurafeden arınmak kaideleri teşkil ediyor.
İslamcılığın farklı kesim ve ekoller tarafından değişik anlamlarda kullanılan bir terim oluşundan bahsettikten sonra bugün gelinen noktada terimin, “insanları zulümattan nura çıkartacak olan Kur’an mesajının tümünü yaşa/t/ma mücadelesi” şeklinde tarif edildiğini belirtti Hamza Türkmen: “Müslümanlar’ı, dağılmış ve kaybolmuş yapılarından öze ve asla döndürme çağrısı; akaidde, kültürde, ekonomide, siyasette.”
İslam, bir alt kimlik olamaz!
İslam’ı algılarken Kur’an ve sünnet üzerinde sabitelerle değişkenlerin de iyi bilinmesinin gerekli olduğunu söyledi Türkmen. Asla tartışılmayacak olanın muhkem, delalete açık ayetler ve aslı Kur’an’da bulunan mütevatir sünnet, değişkenlerin ise müteşabih ve lafzı kapalı ayetlerden, hadislerden çıkarımlarımız olduğunu ifade etti. Yorumların tartışılabilir olup asıl kaidelere ters olmamak kaydının ehemmiyetine de işaret etti. Bir kulluk görevi olan İslamcılıkta da yorumlar üzerinde tartışmaya gidilebilinir, sabiteler üzerinde ise tartışma yapılamaz kaidesi hâkim; Allah’ın doğmamış ve doğurulmamış olması, zannın hakikatten bir şey ifade etmeyeceği, domuz etinin haramlığı gibi.
Türkiye’de Müslümanlar’ın uyanışının ve üniversitelere adım atmasının gecikmiş bir eylem olduğunu ifade etti Hamza Türkmen. Medreseleri kapatılan, Kur’an okuması yasaklanan ve bu zulme direnen 10.000’e yakın kanaat önderi, hizmet ehli insanı İstiklal Mahkemeleri’nde idam edilen Türkiyeli Müslümanlar’ın, bu sindirme operasyonu karşısında düşmeye mecbur bırakıldığı hâli bir rehbersizlik olarak nitelendiren Hamza Türkmen, “Kahhariye çekmekten başka elimizden bir şey gelmiyordu.” dedi. Üniversite arenasında var oluşumuzun başlangıcını, 70’li yılların ortasına tarihlendiriyor Türkmen ve öncesinde olmayışımızın sebebini de -iki satır evvelki mezkûr sebepleri de katarak- babaların, üniversiteye giden çocuğa dair “gâvur olur” endişesi taşımasına bağlıyor. Bu elbette haklı bir endişe; zira Müslüman bir ferdin, üniversitede kendini ifade etmesi için bir özgürlük alanı yok o devirde. Bilakis, (Kemalist’e, pozitiviste) dönüştürülmesi için çok müsait bir ortam var.
28 Şubat devresiyle birlikte, Müslümanlar’ın belini ciddi manada büken olaylarda bir kısım insanların yıkıcı derecede moral bozukluğu içine girmelerinin, hadiseleri sünnetullah çerçevesinde okuyamamaktan kaynaklandığını, bir kısmın ise tahrif eden geri dönüşler yaşayıp İslamcılık eleştirisinde bulunduklarını söyledi Hamza Türkmen. Bu, İslam’ı hâkim olan şekilde değil, alt kimlik olarak tarif etmeye de kolaylıkla yol açıyor: Liberal İslam, sosyalist İslam vs.
Bu alt kimlikle bağlantılı olarak aktardığı olay da var Türkmen’in. Evvelki sene Ali Bulaç’ın başlattığı İslamcılık tartışmalarında ana düşüncenin, İslam’ın itikadî, siyasî, ekonomik ve idarî yapısıyla bir bütün olduğu düşüncesini, içinde bulunduğu cemaatin aksi yöndeki fikrine rağmen savunmasına kendisinin de destek verdiğini ve bunun, sonraki süreçte bir İslamcılık tartışmasına yol açtığını söyledi Türkmen. Ali Bulaç’ın bu düşüncesine, aynı gazetede yazdığı farklı meşrepten bütün yazarlar tek ses olmuşçasına tepki göstererek, “Hayır, biz İslamcı değiliz!” refleksi göstermişler o zaman. Bunun, kendisini “dindarlık”la tanımlayan ve böylelikle İslam’ı bir alt kimlik izharı şeklinde ortaya çıkaran düşünce yapısının tezahürü olduğunu anlattı Hamza Türkmen.
Önümüzdeki yıllarda çok güzel gelişmeler olacak
Geçtiğimiz yıl içinde, Ramazan ayında Adeviye Meydanı’nda yaşanan direnişteki heyecanla, İslamî aidiyet kazanımı sürecinin de Türkiye’deki kısmî boşluk yaşayan Müslüman aile çocuklarının domine edilişinde rolü olduğunu anlattı Türkmen. Direnişin yol açtığı canlılık ve İslamî duyarlılığı sahiplenme şuurunu önemli görüyor Türkmen “ve bence bundan sonra daha da önem kazanacak bu” diyor. Birkaç aydan beri epey şiddetlenen ülkemiz gündeminin de, bu öneme paralel olarak değişik bir boyuta evrileceğini düşünüyor: “Yurt içinde ve dışındaki bütün gelişmelerin arkasında, İslamî değerlere düşman olanlarla dost olanlar ikilemi var; İslam’ı algılamada vahyî ölçüleri gözetenler ve üretilmiş, kişilerin heva ve heveslerinden konuşanların ikilemi.”
Hatta Hamza Türkmen’in düşüncesine göre bu evriliş, bir gelişmeye doğru kayacak. Hamza Türkmen, ülkemizde İslamî duyarlılığın en yüksek dereceye ulaştığı devrenin, 1985-95 arası oluşu ve her şehirde bir sürü kitabevinin kurulduğu, her ilçede birçok derginin çıktığı, üniversitelerde etkinliklerin çoğaldığı dönemin bilgisini vererek, önümüzdeki yıllarda derinleşmeye başlayacak olan tartışmalar sonrasında, böyle bereketli bir zamanın yeniden geleceğini ifade etti. O devreden sonraki eriyişi ise Türkmen, öncelikli hedefin yanlış tespit edilişi ve 28 Şubat Darbesi’nin etkisine bağlıyor.
Hamza Türkmen’e göre, 20. asırdaki İslamî faaliyetler/İslamcılık formunu iki şekilde ele almak mümkün. İlki acilci bir yaklaşım. Hilafetin kaybedildiği ve öncelikli meselenin bu olması gerektiğine dair görüş. İleri gelen mütefekkir ve âlimler, hilafet kongreleri düzenlemişler, hatta bunlardan Türkiye’de de icra edilmiş. İslam coğrafyasındaki 1000’e yakın Batılı kolejde eğitim gören Müslüman eşraf ailelerinin çocukları, Batı medeniyetinin bir ideoloji ve dünya görüşü olduğu fakat İslam’ın yalnız ahlakî problemleri ele alan bir alt kümeden ibaretliğine dair ideolojik saldırıya maruz kalması sonucunda, “aramızdaki Jöntürkler ve Jönaraplar oluşuyor.”
İslam’ı, devlet yapısı ve dünya görüşü hususiyetinden izole etmeye çalışan bu saldırıya karşı Reşit Rıza, karşı bir mücadele başlatmış. Onu Mevdudî’nin görüşleri izlemiş: “Bu konjonktürel olarak güzel bir şey, İslam’ın da bir dünya görüşünün olduğunun ortaya konması. Ama sünnetullaha uygun mu? Değil. Çünkü ümmet dağılmış. Biz kalkınmayı direkt devlet kurarak değil, peygamberlerin metodu olan aşağıdan yukarıya çıkma şeklinde yapabiliriz. Ümmet varsa, onun örgütlenmiş biçimi devlettir. Ümmet yoksa devlet, masa üzerinde karikatürden ibarettir.” Bu gerçeğin tefekkür edilmediğini, “İslam devleti kurmak” diye bir sloganın arkasından gidildiğini söyledi Hamza Türkmen.
Ümmet olmadan devlet olmaz
Bir ankete göre toplumumuzun %15’inin vakit namazlarını kıldığı bilgisini aktarıp cemiyetimizin; Kur’anî vasıfta mümin olma, iyiliğe çağırıp kötülükten nehyetme ve güzellikle kardeşini uyarma noktasındaki bütünlüğü yakalamaktan bunca uzak oluşu gerçeği ortadayken, “Hilafet devletini kuracağız!” şeklindeki yaklaşımların, ne gerçekçi ne de mantıklı olduğunu anlattı Türkmen. “Kaygını ve samimiyetini anlıyorum ama Allah, sünnetullah denen bir tablo ortaya koyuyor, bütün peygamberlerin örnekliği bunu gösteriyor. Bu yolda merhale merhale ilerlemeden nereye gidiyorsun?”
Seyyit Kutup’un “Yoldaki İşaretler”inde ortaya koyduğu ve aynı zamanda İhvan-ı Müslimin’e de bir özeleştiri hükmünde görülebilecek görüşlerinde ümmet şuurunun kaybedildiği ve bu şuurun yeniden tesisi için alt kadrolar teşekkülünün mecburî olduğu düşüncesinden bahsetti Türkmen. Kur’an’dan ilham alan bir nesle dair tespitleri yaptığı için idam edilen Kutup’un bu durduğu noktanın, geçtiğimiz yıl içinde Adeviye Meydanı’nda Muhammed Biltaci’nin şehit olan 17 yaşındaki kızı Esma’ya yazdığı mektupta enteresan şekilde tezahür ettiğini ifadeyle şöyle dedi Hamza Türkmen: “O mektupta bir cümle var, Seyyit Kutup’un formunu sosyal politika yapmışlar, çok önemli: ‘Yüksek bir uygarlığa ulaşmak için, ümmeti yeniden uyandırmak uğrunda ıslah ve inşa istikametinde yürüyordun kızım.’ Bu, şu demek: Bu uygarlık bizim değil, yenisini inşa etmemiz lazım. İki: Ümmet iyi değil, onu uyandırmaya çalışıyordun. Üç: Bu uğurda metodun ıslahtı.”
O meydanda toplanan kitlenin ana gövdesini tutup birbirine bağlayanın, tam da bu bilinç olduğunu söylüyor Hamza Türkmen: ıslah bilinci. Tunus’a gittiğinde Nahda Hareketi’nin örgütlenme lideri Amr el-Üreyd de Hamza Türkmen’e, muhalif unsurlarla birlikte diktatörü yıktıklarını ancak şimdi işlerinin çok daha zor olup yeni başladığını söylemiş: “Asıl iş, bu toplumun vahye gereğince nasıl uyarlanacağı. Merhale merhale yükseltilmesi gereken ıslah sürecinde vahiy nasıl sosyalleşecek?” Soruyu tamamlayan cümleyi de Hamza Türkmen’den dinliyoruz: “Zira bunu sağlamadan toplumdaki dönüşüm de köklü olamayacaktır.”
Sadullah Yıldız, heyecanla dinledi