12 Eylül öncesinin orta öğretim öğrencileri iyi hatırlar. Okula yeni bir öğretmen gelmiş ama fraksiyonu ne, merak mı ediyorsunuz? Bunu bilmek için öğretmenin ilk dersi yeterli olurdu. Onun “sağcı” mı yoksa “solcu” mu olduğu ilk derste hemen anlaşılırdı / anlardık. Nereden? Altın yüzük kullanmasından, saçlarını sola doğru taramasından filan değil. Kullandığı kelimelerden. Konuşmasında “ivedi, olanak, olasılık, koşul…” geçen öğretmenler “solcu” idi. Bir turnusol kâğıdı gibi bizi yanıltmadı bu tecrübe. Demek ki o öğretmenler bu kelimeleri böyle bir sonuç almak için özellikle kullanıyordu. Bundan dolayı “cevap” yazdığımız öğretmenler ayrı idi; “yanıt” verdiğimiz öğretmenler ayrı.
Bendeniz bu ayrımın kurbanlarından biriyim. Çünkü lise 3’te Coğrafya dersi sınavına “Yanıtlar” diye başlamadığım için aldığım düşük nottan dolayı okul birinciliğini kaybettim.
Cemil Meriç Üstadımız: “Kamus, namustur.” demişti; ama aynı zamanda “İmanımız kelimeyle, küfrümüz, kavgamız kelimeyle.” diye ilave etmişti. O zamanlar bir vaiz konuşmasında şöyle diyordu: “Bir adamın ağzından “çağdaş” kelimesini mi duydunuz; o adam buz gibi kâfirdir. Hiç şaşmaz bu.” Çünkü bu kelimeyi, kastedilen içerikte kullananlar o zamanlar dine, İslâm’a “çağ dışı” diyen kimselerdi.
Bu bir ilerleme mi? Evet, 40’lı yılların Ataç’ı ve izleyicileri için büyük ilerleme idi bunun adı. “Öztürkçe” akımını başlatmışlar ve dilde böylece ikiliğe yol açılmışlardı. Bu açılımdan dolayı imzasını yıllarca “M. Kemal” olarak atan Mustafa Kemal; büyük ünlü uyumuna uysun diye adını değiştirmiş, “Kamal” imzasını kullanmıştı. Merak edenler, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin avlusundaki yazıta bakabilir.
Bu değişikliğin ilginç bir öyküsünü Cemal Granda “Atatürk’ün Uşağı İdim’ adlı anılarında şöyle anlatır:
“Bir gün Ata beni yanına çağırdı, biraz da içmişti. “Bütün Kemaller eşektir.” dedi. Ben şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. Ata devam etti: “Sen benim kendime eşek dediğimi zannediyorsun değil mi? Hayır. Benim adım Kemal değil, Kamal.” İsteyen bu kitaba bakabilir.
Bir zamanlar dil bahsi o kadar büyük bir sorun idi ki gazetelerin köşe yazıları, akademik dergiler, araştırmalar sadece buna ayrılmıştı. Benim elimde “Türkçe ve Uydurmacılık” konusunda Faruk K. Timurtaş’ın, Necmettin Hacıeminoğlu’nun, Ali Karamanlıoğlu’nun kitapları var. Kelimenin eski Türkçe’deki karşılığı, geçirdiği evreler, kısacası yedi sülalesi teşrih masasına yatırılıyor bu kitaplarda. Sonra da “yeni” kelimelere eğiliyor yazarlar onları da teşrih masasına yatırıyorlar. Bu kavgayı veren her iki kesim için gerçekten “Kelime namus” imiş. Tabii, bu tercihin altında yatan esas saik; medeniyet tercihi veya ideolojik ayrım idi. Kavga, görünüşte kelime üzerinden veriliyordu ama sebep derinlerde idi.
Bir kelimenin bir köşe yazısında yanlış kullanılması günlerce süren tartışmalara sebep olmuştur geçmişte.
Düşünün artık yazı yazmanın zorluğunu.
Üniversitede bir hocamız anlattı: “Biz talebe iken, bir kelimenin Osmanlı Türkçesi’nde nasıl yazıldığı konusunda tartışmıştık. İçinden çıkamayınca bu kelimeyi en çok Necip Fazıl kullanmış, onu arayalım, diye düşündük ve aradık.” dedi.
Üstad’ı telefonla aramışlar, “Efendim biz üniversite öğrencileri, filan kelimenin yazılışında tereddüt ettik, bu kelime nasıl yazılır?” demişler.
Üstad, biraz sinirle “Ben mahkemeye gidiyorum, şu sizin uğraştığınız işe bakın.” demiş; kapatmış telefonu.
Bu imla bahsi sadece Cumhuriyet döneminde değil, Meşrutiyet döneminde de en çok tartışılan konulardandır.
Elimde yayına hazırladığımız Ali Kemal’in “Paris Musâhabeleri” adlı kitap var. “İmla Bahsi”ne Hazret, altı sayfa ayırmış. Tabii “harf (ücük) inkılabı” yaşandığı için o tartışmalar aktüel değerini kaybetti bugün.
(Harften ücük’e, şiirden yır’a geçememişiz ama) imladan “yazım”a, mânâdan anlam’a, kelimeden “sözcük”e; lügat’ten sözlük’e geçtik. Gene de içerik mâfiş. İçerik bir şekilde kayboldu. Şimdi öyle bir haldeyiz ki Türkçe Sözlük’te bulunan bir kelime Türkçe Lügat’te yok; Türkçe Lügat’te bulunan bir kelime Türkçe Sözlük’te yok. Yani lügatimiz ayrı, sözlüğümüz ayrı bizim.
Bunun kavgasını sadece kültür adamları değil; siyasi adamlarımız da verdi.
İşte size bir örnek:
Yıl, 1978. Yer, TBMM. Konu, 4. Beş Yıllık Plan.
Konuşan, MSP Genel Başkanı Necmeddin Erbakan.
Erbakan Hoca, Ecevit Hükümeti’nin dili hakkında konuşuyor:
“Bu planın içindeki dil, aslında bizim milletimizin kullanmış olduğu dilden tamamen uzak bir dil. Meclis Başkanı’nın bu planı kabul etmeyerek geri göndermesi gerekirdi, bizim inancımız budur. Milletimizin dili oyuncak değildir. Önüne gelen dilediği gibi uydurma kelimelerle resmî belge yazamaz. CHP’nin Dördüncü Beş Yıllık Plan Taslağı’nda kullandığı dil, bizim inancımıza göre siyasi nezaket hudutlarını zedeleyecek mahiyettedir. Bizim milli bünyemizde, bizim anlayışımıza göre bu uydurmacılık, bu dil hastalığı yeni değildir. Tanzimat’ın yarı aydınları da aslında milletten kendilerini üstün gördükleri için milletin kullandığı dili kullanmaz, mutlaka başka bir dil kullanmaya özenirlerdi. Gelin bir köye şu planı verin, bir köylü arkadaş okusun, tercüme etsin de göreyim bakalım. Biz kendimiz bile bu kadar zamandır sizi dinleye dinleye, mecburen dinleye dinleye, hâlâ bu kelimelere alışmış değiliz…Bu bir komplekstir. İÇİNDEKİ FİKİRLER DÜŞÜNDÜRÜCÜ OLACAĞINA; KELİMEYİ ANLAMAK İÇİN DÜŞÜNDÜRMEYİ MARİFET SANIYOR… 1961 Anayasası’nın dilinde bulunmayan ‘ulus, olanak, saptamak, olasılık’ gibi birtakım kelimelerinizi söyleye söyleye bir bakıma milletten koptuk, bize alıştırdınız… Meclis Başkanı’nın lisan imtihanı yapacağına Türk dilinden imtihan yapmasını teklif ediyorum, İngilizce’den önce bakalım, şu mecliste kaç kişi bu kelimelerin karşılığını bilecek: ‘Tümleşik’ planın ana kelimesidir. ‘Sunu, istem, gereksinim, göreli, görece…’ (sizin kelimelerinizle) bu tarihi konuşmada size bir cümle hediye etmek istiyorum:
“Bu plan Türkiye’yi birincil açıdan göreli ve görece yönüyle gereksinimlerini tümleşik suni istemlerle batırma planıdır.”
Bir milletin seviyesi, gelişmesi, tefekkür sistemi diliyle sıkı sıkıya bağlıdır. Milletimizin mütehamil dili bir kenara itilerek uydurma kelimelerle, Tarzanca’ya kaymakla, ilerleme değil; sadece gerileme ve dejenere olmak sağlanır. Milletimizin bütün tekâmül etmiş kullanma lisanı bir kenara itilerek bu kelimelerin uydurulması CHP’nin bir bakıma ırkçılığıdır, ırkçılık…
Demin de ifade ettiğim gibi bir devlet belgesinde buna kimsenin hakkı yoktur.”
(Bkz. MSP Genel Başkanı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın 22.11.1978 Günü 4. Beş Yıllık Planı Hakkında Millet Meclisinde Yaptığı Konuşma, sayfa: 53-56 Ank.1979)
Ataç, acaba sadece belli bir ideoloji peşinde gidenleri mi etkiledi bu dil tutumu ile?
Üzerinden 40-50 yıl geçti bu tartışmaların. Şimdi ne görüyoruz? Bir dil bilinci var mı? Bizim orta öğretim yıllarında yaşadığımız ayrım şimdi ne hâlde? Tekrar bakmak lazım ayrıntılı olarak.
Buradan nereye gideriz bilmiyorum. Galiba önümüzdeki yıllarda şöyle cümlelerle karşılaşacağız: “Kelime Çeşitleri (Sözcük Türleri).” Türkçe’nin Öztürkçesi böyle bir şey işte.
Erbakan hocanın hassasiyetini kayda geçirdiğiniz için teşekkür ederim Kamil Bey.