Ömer Karaoğlu'nun Kuşlaar... Sizin kadar hür olmaktı hayalim ezgisi dilimde uçaktaydım.
Sıcak bir Ağustos ayıydı. Almaata'ya, atalarımızın diyarına gidiyorduk iki kızımla... Tatlı bir heyecan vardı hepimizde. 2.30 sularında indik havaalanına. Pasaport ve vize işlemlerimiz bitince "rahmet" dedi satış müdürümüz görevliye. İçim daha o zaman ısındı Kazakistan'a. "Teşekkür ederim" demekmiş. Yabancı bir memlekete gitmişim, hava alanında tuhaf tuhaf giyinmiş Ruslar, Kazaklar... O anda ruhu uyuşuyor insanın. Ağustos ortası da olsa. Ama o "rahmet" kelimesi ile ruhumdaki buzlar çözülüverdi bir anda.
Ne yüksek minare!
İşlemlerimizin bitmesi bir saat sürdü. Eşim valizlerimizi alırken bizi karşıladı ve Samal'daki evimize gittik. Eşim bizden bir yıl önce gittiği için hep anlatırdı, oralarda İslamiyetin çok unutulduğunu cami ve mescitlerin az sayıda olduğunu. Evimize girdik valizlerimizi balkona koyar iken bir camdan bakayım dedim, bir de ne göreyim yüksek bir minare ve her tarafı ışıklı. Ne kadar güzelmiş bu minare her yerini de ışıklandırmışlar baştan ayağa dedim içimden. Sonra laf lafı açtı çocuklar ile babanın muhabbeti arasında ben "O ışıklı minareyi" sordum meğersem televizyon alıcısı imiş.
Olamaz!..
Yeşil kubbeli cami
Kazakistan yetmiş yıl komünizmin sömürgesinde kalmış. Komşumuz Saule Apay’ın deyimiyle... "İyilerimizi öldürdüler bizim, geride kalanlar da işte böyle" diyordu. "Alimin ölümü, alemin ölümü gibidir" hadisi şerifini yaşıyorduk her sokağa çıkışımızda. 2000’li yıllarda İslamiyet yeni yeni duyuluyordu, gündeme geliyordu. Arap kardeşlerimiz önceden gelmiş. Nur Mübarek Camii, Elfarabi caddesi üzerinde. Araplar inşaa etmiş. Yeşilkubbeli. Kubbe-i Hadra'yı andırıyor mimarisi. Geniş bir bahçesi var, güllerle bezeli, NurMübarek Camiinin imamı harika Kuran okuyor.
Yanında İslam Enstütüsü var, aynı bahçede yer alıyorlar.
Kazakistan'ın toprağı çok, nüfusu az. Bakalım neler göreceğiz bu memlekette...
Meryem Dal haber verdi