Bu adam doğulu mu?
Hariri, batıda yazılabilecek bir konuyu seçerek; ama bir doğulu olarak, bir doğu tarzı olan şiire ağırlık vererek yazmış Makamat’ını….Bir üçkağıtçı edebiyatçının hayatını anlatmaktan çekinmemiş. Kimse de onu yadırgamamış, kınamamış. Dahası onu baş köşeye oturtmuşlar. Makamat el- Hariri öyle ünlenmiş ki tutup kitabını baştan sona ezberleyenler olmuş. Bu yetmemiş onlarca şerh yazılmış…Hatta bir çok edebiyatçı inanamamış, kitabı Hariri’nin yazdığına. Bunu ancak Mağripli biri yazabilir. Demişler. – Burada Endülüs kastediliyor..O zaman Batı diye bir şey yok..Endülüs var…Her güzel bir şey Endülüs’de olur, olmalı…Hani bizde de denir ya: Yok canım, o yazmamıştır onu…Avrupa’dan araklamıştır, diye – Sonunda ikna olmuşlar tabi, Makamat’ı Hariri’nin yazdığına..Hayranlıkları daha da artmış Hariri’ye karşı…Kimse dememiş ona: Bir Müslüman memleketinde nasıl böyle bir üçkağıtçı olabilir, üstelik bir de edebiyatçı yapmışsın adamı…Tüh sana! Dememişler. Aksine, Basra’ya gelen edipler onu mutlaka ziyaret ederler, ondan “feyz” almaya bakarlarmış.
Esere gereken önem verilmemiştir.
Makamat, birçok Avrupa dillerine çevrilmiş, defalarca basılmıştır. Ne yazık ki ülkemizde Hariri’ye ve eserlerine nedense gerekli önem verilmemiştir. Önem verenlerse edebiyatçılardan daha çok Arap diliyle meşgul olanlardır…Doğru dürüst çevirisi bile yapılmamıştır. Çeviriler içinde en derli toplu olanı, MEB Şark İslam Klasikleri arsında çıkan Sabri Sevsevil’in, “Makamat” adıyla yaptığı çeviridir.
Kahramana hayran kalırsınız
Bir romanda bölümler olur. Bölüm yerine “makame” demiş Hariri…Makame aslında “meclis, makam, nutuk” gibi anlamlara geliyor. Her makame ayrı bir kentte, ayrı bir yerde geçiyor…Ama kahramanlar aynı kişiler: Anlatıcı Haris İbni Hemmam ki Hariri’nin bizzat kendisi olduğu rivayet ediliyor: Harirî bu ismi bir hadisi şerifteki(Hâris ve Hemmam) kelimelerini bir araya getirerek kendisine takma ad yapmıştır. Diğeri: Ebu Zeydinissurc ki kısaca Ebu Zeyd denir.
Asıl kahraman Ebu Zeyd’dir…Haris İbni Hemmam onu bir gölge gibi takip eder…
Ebu Zeyd “su katılmamış” bir üç kağıtçıdır. Geçimini üç kağıtla kazanır. Kılıktan kılığa girer. “Binbir surat”tır..Böylece dünya edebiyatına giren “binbir surat” tipinin ilk kaynağını da öğrenmiş bulunuyoruz.
Ebu Zeyd bir üç kağıtçıdır ama…Kitabı okudukça adeta hayran kalırsınız ona… Usta bir edebiyatçıdır bu üç kağıtçı…Söz sanatında üzerine kimse yoktur…Hatta bir keresinde biri ona şöyle der: Bir âlem adamsın sen ya! Sende bu belagat, bu fesahat varken boşuna ne diye sürünürsün! Sultanın sarayına gitsen, bu ustalığını görür görmez seni hemen kendine baş vezir yapar. Şu yollu bir cevap verir Ebu Zeyd: “Sultanın sarayında zengin bir köle olmaktansa; sadece günlük nafakası için çalışan fakir bir üçkağıtçı olmak, bin kat daha iyidir.”
Romanın babası budur
Hariri’ye romanın babası deyişim, inanın boşuna değildir. Kitabın roman açısından tek kusuru manzum tarafının ağır basmasıdır. Bu kusur da Hariri’nin değil, eğer kusur sayılırsa o zamanın kusurudur. Çünkü o zamanlar meramını şiirle anlatmayanlar, asla edebiyatçı sayılmazdı. Eğer Hariri günümüzde yaşasaydı, hiç kuşkunuz olmasın romanını düz yazıyla yazardı. Kitabının adı da belki: “Edebiyatın Üç Kâğıdı” ya da “Beş Parasız Bir Yazarın Dünya Turu” falan olurdu..
Roman tekniğine sahiptir
Bir romanın sürükleyici olabilmesi için, okuyan kişinin merakının dorukta olması gerekir. Okuyan kişi daha romanın başında kendine sorular sormalı: Ne oluyor? Burası neresi? Olay ne?Bu adam kim? Ne yapmak istiyor?
Hariri kitabının daha ilk “makamesi”nde bunu başarıyor. Merakımızı doruklara taşıyor. Haris İbni Hemmam yoksul ve yorgun bir durumda Yemen’in Sana kentine gelmiştir. Karnı açtır. Karnını doyuracak, ya da derdini anlatacak birini aramaktadır. Böylece dolaşırken. Birden bir meydan da bağırışlar, çığırışlar, ağlamalar işitir.
“…Bu gözyaşları dökmenin sebebini öğrenmek için, hemen topluluğun arasına girdim.(..) Cemaatin ortasında, üzerinde seyahat elbisesi bulunan, ince yapılı bir şahıs duruyor. Yaslılar gibi ağlıyor ve söz cevherlerini secili (uyaklı) olarak döküyordu.Dokunaklı va’zı ile kulakları çınlatmakta idi. Etrafını her tabakadan bir halk kütlesi çevirmiş, onu hâlenin ayı, yaprağın tomurcuğu sarması gibi sarmışlardı. Duramadım, sözlerinden faydalanmak (..) kıymetli öğütlerinden toplamak için usulca bu seyyar vaizin yanına sokuldum, dinlemeğe başladım. O, hiç nefes alamadan hançeresini yırtarcasına bağırıyordu:
-Ey, ne yaptığını bilmeyen sapık! Ey eteklerini yerde sürüyen mağrur!Ey, kendini cehaletin havasına kaptıran, vaktini lâklâkla geçiren sersem!..Bu azgınlık ne vakte kadar devam edecek? Bu dalâlet çayırında daha ne kadar otlayacaksın? Bu gururun bir sonu yok mu? Havaîlikten vazgeçmeyecek misin?(..) Bu kötü yaşayışınla, senin iç yüzünü bilen Allah’ına karşı küstahlık ediyorsun!
Sana şahdamarından daha yakın olan Allah’ından saklanıyorsun; oysa ki o seni apaçık olarak görüyor.(..) Zannediyor musun ki, ölümün yaklaşınca durumun sana fayda verecek? Zannediyor musun ki, yaptıklarının cezasını göreceğin zaman, malın mülkün seni kurtaracak? Yoksa, ayağın kaydığı zaman pişmanlıktan bir fayda mı göreceğini sanıyorsun? Yoksa mahşerde seni hısımların mı kurtaracak? Şu halde niçin doğru yola girmiyor,niçin derdine bir an evvel çare bulmuyorsun? (..)
Bir gün gelip de sen ölmeyecek misin? Ahiret için ne hazırladın? (...) Mezara gireceksin! Suallere ne cevap vereceksin? Allah’ın huzuruna çıkacaksın! Yardımcın kim olacak? (..) Ölüm sana kendini hatırlattı, fakat sen onu unutmaya çalıştın. Başkalarına yardım etme imkanı varken, etmedin. Parayı hak yoluna vermez de saklarsın. Onları iyilik yolunda harcamaz köşkler kurarsın. Sana doğru yolu gösterenden yan çizer de, kör boğazını düşünürsün. Sevap kazanmaya bakmaz da, şık elbiseler giymeye can atarsın. (..) Geniş yemek sahanları, sana din kitaplarından daha cazibeli görünür. (..) Başkalarına emrettiğin bir şeyi sen yapar da öteye bile geçersin! (..) Başkalarına “zulüm yapmayın” der, sonra da kendin yapmaya başlarsın….”
Vaiz sözlerini bitirdiğinde, çevresinde toplanan insanlar ondan fazlasıyla etkilenmiştir. “Herkes elini cebine atıp –bahşiş olarak- gönlünden ne koptu ise” vaize vermeye başar. Haris İbni Hemmam bu ilginç vaizi izlemeye koyulur. Vaiz gizlice bir mağaraya girer. İbni hemmam da peşinden içeriye dalar. Biri de ne görsün! Vaiz içerde bir içki sofrası kurmuş, çömeziyle âlem yapmaktadır. Orada çömezinden öğrenir vaizin kim olduğunu. Çömez:
- Bu, ediplerin baş tacı ve gariplerin feyiz ve tesliyet (teselli) kaynağı olan Ebu Zeydinissurcîdir.
Şimdi insafla düşünelim. Bir roman başlangıcında olması gereken her şey yok mu burada? Bunu derken yanlış anlaşılmasın, şunu demek istemiyorum: “Hariri’nin romanı, günümüz romanının bütün özelliklerini taşıyor”. Hayır, asla böyle bir şey demiyorum. Ama, bin yıl öncesinden (D. 1054/Ö. 1145) söz ediyoruz. Kastım şudur: Bu romanda, o zamanın şartlarında bir romanda olması gereken her şey var: Tasvirse tasvir, meraksa merak, sürükleyicilikse sürükleyicilik, diyalogsa diyalog hiçbir şey eksik değil.
Hayatını dolandırıcılıkla kazanan Ebu Zeyd gerçek bir edebiyatçıdır. O kadar ki anında her konuda şiir söyleyebilmektedir. Anlık uydurulan bu şiirler, dinleyenleri hayrete düşürmektedir.
Bir şiire bir altın
Üçüncü “makame”de İbni Hemmam ona altını övmesi koşuluyla bir altın vereceğini söyler. Ebu Zeyd anında başlar şiirini okumaya:
“Koyu sarılığı ile yürekler oynatan o sarı dilber,
Ne kadar kerem sahibidir!
O kainatı gezer dolaşır,
Fakat bize dönüşü bu sefer uzadı.
Onun hakkında neler söylenmemiştir,
Neler işitilmemiştir.
Zenginliğin sırrı, onun turasına yazılmıştır.
İhtiyaçlar ancak onun sayesinde giderilir
Onun yüzüne herkes aşıktır.
Sanki o, kalplerden dökülmüş bir parçadır.
Onu elde eden kainata meydan okur.
(..)
O sırasında ne güzel bir iş bitirici,
Ne güzel bir yardımcıdır!
(..)
O, bir nimettir ki
Kimde bulunmazsa, hasreti sürer gider.
Sana, bir ordu halinde baskın yapan gamı,
Ancak onun saldırışı bozar, dağıtır.
On bin altın, parlak ayı bile gökten indirir!
Hiddetinden ateş püsküreni,
Onun şakırtısı hemen yatıştırır.
(..)
Onu en güzel biçimde yaratan Allah’a hamdolsun!
Eğer korkmasaydım ona tanrı derdim.”
Ebu Zeyd şiiri okuduktan sonra İbni Hemmam’a:
-Er olan kişi sözünü yerine getirir. Yağmur yüklü bulut, gürleyince yağdırır.
Bu sözler üzerine İbni Hemmam hemen ona bir altın atar. Der:
Onu yermek şartıyla ikinci bir altın ister misin?
Ebu Zeyd çabucak yine bir şiir uydurur:
“Kahrolsun o, sahibine bile oyun eden vefasız,
İkiyüzlü sarı münafık!
Kendisine bakana iki şekilde görünür:
Bazen bir dilber gibi süslü ve cazip
Bazen de bir aşık gibi solgun ve süzgün!
(..)
Eğer o olmasaydı, hırsızın eli kesilmez
Ve hiçbir zalimden şikayet edilmezdi.
Eğer o olmasaydı hiçbir cimri,
(..) misafirinden ötürü yüzünü buruşturmaz
Ve hiçbir borçlu borcunu ödeyemediği için sızlanmazdı.
(..)
Bunaldığın zaman sana yardım etmesi şöyle dursun,
(..) senden korkak bir köle gibi kaçar.
Ne mutlu o insana ki onu dağdan aşağıya fırlatır atar,
Yahut da onu kendisine bir aşık gibi yalvartır.
Altın, doğru sözlü bir insan gibi dile gelerek der ki:
Benden uzaklaş! Vuslat bekleme!
Ebu zeyd Şiirini okuduktan sonra İbni Hemmam’dan bir altın daha alır…
Mizahın da öncüsüdür
Hariri’nin Makamat’ında, elli makame bölümü vardır. Bu bölümlerin her biri ayrı bir kent ya da kasabada geçer. İbni Hemmam’la Ebu Zeyd’in bu yerlerde bir şekilde yolları kesişir. İbni Hemmam’ın bakış açısıyla, onun ağzından Ebu Zeyd’in dolandırıcılık yolunda kılıktan kılığa, şekilden şekle girişlerini görürüz. Kitap boyunca bol bol ibretli şiirlere, mesellere, kıssalara rastlarız.
Hariri’nin makamatı; dünya romanının öncüsüdür. Bunun yanı sıra, dünya mizah edebiyatının da ilk örneklerindendir.
Mustafa Baydemir bildirdi.