Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası literatürde kadın çalışmaları açısından konumlandırıldığı mekân, devlet makinasının seküler karakteristiği ile direkt olarak ilişkilendirilmiştir. Buna, neden sonuç ilişkisi içerisinde bakmak da mümkündür. Buna göre rejimin seküler mizacını çıkış noktası alarak yapılacak “kadın sorunu” değerlendirmesi, Türkiye’nin, coğrafî yakınlık arz eden diğer bölge ülkelerinden ayrışması ve o miktarda kıta Avrupa’sına yakınlaşması ve kapsayıcı alanına kabul edilmesi anlamına gelir. Burada mevzubahis sekülerlik, Fransız laikliğinin yoğunlaştırılmış ve yaygınlaştırılmış halidir. Literatür bu anlamda, Türkiye’nin kadın hakları konusunda istisnailik taşıdığını, örneklik teşkil eden bir pozisyonda bulunması gerektiğini savunur.
Madalyonun bir yüzü bunu ortaya koyarken, diğer yüzü çok farklı bir resmi arz eder. Türkiye’yi kadın konusu üzerinden, yere göğe sığdıramayan düşünce zinciri, bunu teorik bir perspektiften yapar ve ampirik detayı çalışmanın dışında tutar. Teorik açıdan kadın sorusu, iki farklı alanda, ancak aynı hedefe hizmet edecek şekilde devreye sokulur. Birincisi; milli kimlik inşasında, erkeğe olduğu kadar, kadına da ait olması tasavvur edilen alanlarda yapılan ortaklık arz eden düzenlemeler. Bunlar, bütün halkı kapsayan uygulamalar içeren devrimlerin sonuçlarıdır. Hilafetin kaldırılmasından Latin alfabesinin ithaline, İslam’ın anayasadan çıkartılmasından laikliğin benimsenmesine, hicrî takvimden miladi takvime geçişe, tevhidi tedrisattan dinî kurumların kapatılmasına kadar bir dizi düzenlemeyi içerir. Bunların hepsi, kendi içinde önem arz ederken hilafetin kaldırılması, harf devrimi ve İsviçre Medenî Kanununun resepsiyonu (alınması)na ayrı bir önem atfedilir.
İkinci kategoride ise; kadına özel olarak yüklenen ona mahsus değişiklikler vardır. Rejimin modernizasyon teorisini içselleştirmesiyle Batılılaşma sürecinin startı verilir. Batılılaşma, rejim tarafından oryantalist değerler sisteminin inşası üzerinden yürütülür. Kadın sorusu ile ilişkilendirilmesi de bu aşamada olur. Buna göre, endüstriyel inkılaplardan geçmiş olan Batı Avrupa’nın tarihî tecrübesi, normatif bir gelecek tahayyülünde yol haritası olarak addedilir ve bütün toplumların bu yolu takip etmeleri beklenir. Burada altının çizilmesi gereken önemli nokta, bu düşünce sisteminin alternatiflere açık olmamasıdır. Batının kendi bakış açısından oluşturduğu, dolayısıyla “sübjektif” olan gelişme, kalkınma, zenginleşme, medeniyet kurma ve bu bağlamdaki bütün tecrübelerini insanlığın tamamı için tek doğruluk olarak kabul görür. Bir başka deyişle, modernizasyon teorisinin gereği olarak, “modernleştiren, dolayısıyla modelleştirilen” Batı tecrübesi, toplumlara zoraki benimsetilir.
Türk laikliği kadın kimliği üzerinden gerçekleştirildi
Burada modernleşmenin siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda “ilerleme” ile eşanlamlı olarak kullanılmasından doğan diskura girmeyeceğiz. Sadece, Türkiye bağlamında bunun Avrupalılaşma, dolayısıyla Batılılaşma, dolayısıyla da modernleşme olarak algılandığını ifade etmekle yetineceğiz. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan yeni dönemde, tavizsiz bir Batılılaşma prosedürü devreye sokulmuş, yapılan inkılâplar, bunun siyasetteki yansımaları olmuştur. Pratik anlamda bu, o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun milletleri olarak yaşayan insanların, bundan sonra tepeden inme bir “Türk” kimliğini benimseyerek ulus-devletin muhatabı olarak tektipleşmeleri anlamına gelecektir.
Mevzubahis milli kimliğin önemli özelliklerinden biri din olgusunun, Cumhuriyet’in ilanı ile değiştirilen yerinin, kamusal alana yansıması anlamına gelen “laiklik” olmuştur. Dini, devletin kontrolü altına sokan Türk tipi laiklik, Fransa’dan 1937’de ithal edilmiştir. Millî kimliğin bu özelliği, kadın konusu ile yakından alâkalandırılmış, Türk laikliğinin, köktenci-fundamentalist bir çehreye bürünmesi, spesifik olarak “kadın” üzerinden gerçekleştirilmiştir. Buradaki temel düşünce, modernizasyonla gelen ilerlemenin, kalkınmanın, gelişimin ancak laiklik filtresinden geçtikten sonra başarılabileceği inancıdır.
Kadın sorusu açısından yapılan inkılâpların önemi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan dönemde kadına önce mahalli idarelerde, sonra da genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile sonuçlanmıştır. Kadınlar, hem kadın erkek bütün vatandaşlara uygulanacak değişikliklerden, hem de spesifik olarak kendilerini ilgilendiren kanunî düzenlemelerden direkt olarak etkilenmişlerdir. Burada rejimin özellikle araçsallaştırdığı olgu Osmanlı’nın, dolayısıyla İslam’ın kadını “geri bıraktığıdır. Bunu alttan alta işleyen fikirlerin işaret ettiği yön, batıda neşet eden, oryantalist değerlerin benimsenmesi olmuştur. Dikkat çekilmesi gereken bir husus, bu fikirlerin keskin ifadelerle dillendirilmesi yerine, İslam’ı öven sözlerin arasına serpiştirilerek, zaman içerisinde dozajı arttırılarak benimsetilmesidir. Bir taraftan İslam dininin yüceliğine atıfta bulunulurken, diğer taraftan batı medeniyetinin mükemmelliği konu edilerek zıtlaştırılır. Mesela; Atatürk, retoriğinde Türk halkının değil dindar olması, çok daha fazla dindar olması gerektiğini savunmuştur. Ayrıca kadınların kıyafetini değerlendirirken, hem İslam temsiliyetinin hem de batılılaşmanın aşırılıklarına karşı uyarmış ve bunun İslami olmadığını hatırlatmıştır. Yani dinin içinden geliştirilen bir söylem kullanmıştır. Ancak aynı Atatürk, ABD’nin Türkiye büyükelçisi Charles Sherrill’a verdiği bir mülâkatta, Türk halkının ibadetlerinde okuduklarını anladıkları takdirde, tiksineceklerini söylemiştir.
Osmanlı’nın geri bıraktığı kadın
Bir taraftan da tarihi gerçekler “bükülerek” yeni “fabrika” gerçekler üretilir. Mesela; Osmanlı dönemine ait kadın hareketleri, kadın çalışmaları, kadınlara hizmet veren kurumlar ve kadınların hizmet verdiği veya kadınların kurduğu kurumlar görmezden gelinir. Mütemadiyen altı çizilen konu, Osmanlı’nın geri bıraktığı kadının, cumhuriyet rejimi ile özgürleştirildiği, laikleştikçe gücünün arttığıdır. Osmanlı dönemiyle alâkalı yanlışların zihinlere aşılanması bir tarafa, yeni rejimin kadınları layık oldukları hak ve özgürlüklere kavuşturduğu düşüncesi de fabrikasyondan başka bir şey değildir. Mesela; İsviçre’den alıntılanmış medenî kanuna göre ataerkil anlayış muhafaza edilmiştir. Yani tam anlamıyla bir egaleteryanizm tesis edilmemiş, teoride eşitlikçi olan sistem ya pratiğe yansıtılmamıştır, ya da teorik anlamda da selektif davranılmış ve eşitlikçi anlayış ile eşitlik karşıtı anlayışın bir karışımı sunulmuştur. Buna göre mesela, kadın ve erkek her “Türk” vatandaşının eşitliğinden söz edilirken ve bu batılılaşma adına yapılırken, en temel toplumsal yapı olan ailede kanunen erkek lider addedilmiş, o noktada batılılaşmadan eser kalmamıştır.
Şapka kanunu çıkartılırken; ki bu kanun inkılâplar arasında en çok direncin görüldüğü uygulama olmuştur, kadınların kıyafetleri ile ilgili herhangi bir anayasal düzenleme yapılmamıştır. Ancak kadınların batılı hayat tarzına adapte edilmeleri bir mecburiyet olarak önlerine konmuştur. Anadolu’nun dört bir yanında eğlence ortamları hazırlanmış, balolar düzenlenerek kadınların dans etmeleri emri verilmiştir. Sosyal etkinliklere katılmak zorunda kalan kadınlar, kendilerini merkeze oturtan bu sosyal mühendislik projesine karşı zaman zaman isyanlarını dile getirmişlerdir.
Sosyal alanda bu tür uygulamalar devreye sokulurken, siyasî alanda kadının önüne çekilen setler paradoksaldır. Yine bu alanda da batılılaşma askıya alınmış, rejimin başka bir yüzü devreye girmiştir. Kadınların kurmuş olduğu Kadınlar Fırkası 1923 tarihinde kapatılmıştır. Kadınlar Fırkası yerine kurulan Kadınlar Ligi de, 1926 senesinde kapatılır. Kapatılma gerekçesi, rejimin çift yüzlü kadın politikalarına delil teşkil eder. “Varlığının sebebi olan meselelerin halledilmiş olması sebebiyle devamına ihtiyaç duyulmadığı” gerekçesiyle kapatılmıştır. Son olarak kadınlar çareyi Serbest Fırka’ya iltihak etmekte bulmuşlar, ancak o da 1930 senesinde muhalefetin yoğunlaştığı yer olması sebebiyle kapatılmıştır.
Devlet eliyle kurulan feminizm
Böylece içini rejimin kendi dolduracağı devlet feminizminin temelleri atılmış oluyordu. Buna göre, kadınların Batılılaşma kapsamında yol alması, devletin kontrolü altında gerçekleşecek, kadınlar, devlet makinası tarafından ilerlemeci adımlarla modernizasyona tabi tutulurken, bir yandan da devletin “dur!” demesiyle yerinde saydırılabilecekti. Devletin bu ikili tavrını görmezden gelen iki grup vardır. Bunlardan biri, ülke içindeki rejim şakşakçısı kadınlardır. Onların kadının ilerlemesine engel olan devlet uygulamalarını görmezden gelmelerindeki saik, rejimle örtüştükleri İslam karşıtlığıdır. İslami kadının gelişimi önündeki engel olarak gören pro-rejim kadınlar, bütün aksaklıklarına rağmen devlet makinasına desteklerini sunmuşlardır. Karşılığını da rejimin göz bebeği tutulan “seçkin” Cumhuriyet kadınları olarak almışlardır. Batılı olmakla ilişkilendirilen eşitlikçi toplumların kadınlarının aksine, devlet feminizminin altında ezildiklerini itiraf etmezler. Bilakis devlet politikalarını överek, bu bağlılıklarının meyvesini, ayrıcalıklı kadınlar olmakla alırlar. Burada “ayrıcalıklı” eğitim alma, çalışma haklarından karşı cins gibi yararlanabilmek, Türk modernleşmesinin canlı örnekleri olmayı hak etmek gibi anlamlara da gelmiştir.
Devlet feminizminin şekillendirici, kontrol edici bir yönü de; kadın vatandaşlarına aile yapısı içerisindeki görevlerini hatırlatması ile gerçekleşmiştir. Atatürk’ün, kadınları Batılılaştırma çabalarına rağmen, milletvekili olarak siyasete girmek isteyen kendi eşi olan, Latife Hanım’ın talebine cevabı, red olmuştur. Kadınların siyasete girmesi gerektiğine inanmasına rağmen Atatürk, evinde rahat ettirilmek istediğini, bunu da ancak karısı Latife Hanım’ın temin edebileceğini eklemiştir. Siyasî alanda rejimin ikiyüzlü yaklaşımı, özellikle seçmen-seçilen çerçevesi içinde ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının kadınlara, birçok batı ülkesinden önce vermiş olması ile övünen rejim, kadın nüfusunun % 69’unu teşkil eden Müslüman başörtülü kadınlara seçme hakkını tanırken, seçilme hakkını tanımamıştır. 2015 senesinde, oryantalist değerler sistemiyle işletilen Batılılaşma projesinin defolarını görebilen siyaset makinası sayesinde, bu hak kadınlar tarafından alınmıştır. Kamusal alanların tamamının bu kadınlara açılması ise; 2017 yılında gerçekleşebilmiştir.
Bir devlet politikası olarak kadının dış görünüşü
Kadın istihdamı, modelleştirilen Batı Avrupa ülkelerine kıyaslanamayacak seviyede kalır on yıllarca. İstihdamın ön şartı olan eğitim alanında da kadınlar, kurucu retoriğin önemli bir parçası olan “Batılıya yetişmek” ilkesini gerçeğe dönüştürmemişlerdir. Bu dönüştürmeme, bilinçli bir seçimin sonucudur. Bu yolla, rejim bir taraftan Türk modernleşmesinin faydalarını öğretirken, diğer taraftan da kadınları belli kalıplara hapseden alışkanlıkları popüler kültür içinde muhafaza etmiştir. Günlük hayatta kullanılan dil, cinsiyetli bir dil olarak, yani kadın dostu olmayan veya misojinist tanımlamalar, tamlamalar, sıfatlar ve atasözleriyle “yüklü” hale gelmiştir. Geleneklerin önemi vurgulanırken, alışkanlıklarla zaman içinde üretilen bu geleneklerin, kadınları rencide edici olanları ayıklanmamış, devlet dili ve popüler kültür bunlardan arındırılmamıştır.
Rejimin kadın konusunda tavizsiz davrandığı belli başlı bir alan, onun dış görünüşüdür. Batılı kadın görünümü, Türk modernizasyonunun ürettiği kadınların olmazsa olmazı kabul edilmiş, 1981 senesinde başlatılan tesettür yasağının, felsefî alt yapısını oluşturmuştur. Bu zamana kadar Batılılaşmanın bir aracı olarak görülen “baş açma ve açtırma” resmî, yarı resmî ve informal alanlarda teşvik veya cebir ile uygulanmıştır. Köy enstitüleri, sokaklar, mahkemeler, hastaneler gibi kamuya ait alanlar kadınların olduğu kadar erkeklerin de dış görünüşü üzerinden Batılılaşma projesini yürütmüştür. CHP kontrolündeki Ankara, köylü ve İslamî kıyafetlerinden arındırılmış insanların mekânı haline getirilmiş; İstanbul’da hafız Sadettin Kaynak üzerinde frak olduğu halde, cami içinde müezzinlik görevini ifa etmiştir. Okuduğu ezanın Türkçe olması, Batılılaşmanın Türkçülük ile içi çe geçirildiğinin bir örneğidir. Ancak kıyafet konusunda, dil konusunda olduğu gibi öze dönüş veya özgün ”Türk”lük içeren bir giyim tarzı, motifler, stiller üretilmek yerine Batı kopyalaması tercih edilmiştir.
Şapka kanununun muadili bir kadın “tesettür-süz-leş-tirilme” kanunu olmasa da, Tek Parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin devlet makinasının bütün kurumlarını, merkezî idare kadar mahallî idareleri de tekelinde toplamış olması partinin ideolojik yapısının, Türkiye’ye mâl edilmişçesine uygulandığı görülmektedir. Hukukî olmasa da, arazide fiilî yasak uygulamaları getirilmiştir. CHP kadın kolları şehir şehir dolaşarak Anadolu kadınlarının çarşaflarını çıkartmaları konusunda dönemin, tabiri caizse, mobil ikna odalarını kurmuşlardır. Benzer ikna odaları on yıllar sonra tekrar ortaya çıkacak ve İstanbul Üniversitesi’nin başını çektiği bir ikna odaları tarihi yazılacaktır. Bu odalar, Müslüman kadınlar üzerinde bıraktığı tesir açısından “ruhlar için gaz odaları” benzetmesi üzerinden değerlendirilmiştir.
Müsebbipleri adalet önüne çıkartılamadı
Öyle ki; 1923-80 yılları arasında da kadınlar, başlarını açmaları konusunda bürokrasinin mahalle baskısı altında tutulmuş, hırpalanmış, hor görülmüş, küçük düşürülmüş ve hatta hayatını kaybetmiştir. Şalcı Bacı ve Medine Bircan, birisi 1920’lerde, diğeri 2000’lerde başlarındaki örtüleri sebebiyle hayatları sonlan(dırıl)an iki kadındır. Kısacası, kadınlar tesettürü ile kamusal varlığı arasında bir seçim yapmaya zorlanmıştır. Kadınların önemli bir kısmı birinciden yana oyunu kullanmış, bu da eğitim ve meslek hayatından mahrum kalmaları anlamına gelmiştir. Kendilerini İslami kimlikleri ile tanımlayan vatandaşlar için bu, devlet makinası ile aralarında oluşan uçurumun büyümesine sebep olmuştur. Müslüman kadınların toplumsal hayattan soyutlanmasına, bir başka deyişle hem toplumun genelinden, hem de Batılı görünümlü kadınlar ve erkeklerden ayrışarak marjinalize olmalarına vesile olmuştur. 1980-2017 yılları arasında uygulanan başörtüsü yasağının rejimin ana unsurlarından, Türk laikliğinin korunması için bir araç olduğu görülmüştür.
Özellikle 1990’lardan itibaren artan kitlesel eğitim talepleri, 28 Şubat post modern darbesi ile püskürtülmüş; Müslüman kadının tesettürü, terörizmin sembolü olarak addedilmiştir. Kadının kıyafeti üzerinden yürütülen İslam’a karşı savaş, kadınlar üzerinde üç boyutlu olarak tezahür etmiştir. Tesettürlü kadınlar Müslüman kimlikleriyle, kadın kimlikleriyle ve Müslüman kadın kimlikleriyle üç ayrı yönden sistemin dışına itilmiştir. Bu sosyal ve siyasal anlamda olduğu kadar, ekonomik arenadan da dışlanmak anlamına gelmiştir. Eğitim hakkından mahrum bırakılan başörtülü kadın, çalışma hakkı engellenirken bir taraftan da az gelirli mesleklere kanalize edilmiş, ancak bu meslek dallarında da başörtülerini çıkartmak zorunda bırakılmıştır. Burada kamusal ve özel alan zaman içerisinde iç içe geçmiş, özellikle 1990’dan itibaren “özel” kamusalın kapsama alanına dahil edilmiştir. Özel alanda da hizmet alma hakları yaygın bir şekilde engellenmiş, başörtülü kadınların ve evcil hayvanların içeriye alınmayacağı ibaresi, devlete ait tatil mekânlarına asılmıştır. Sağlık sektörü ve askerî kurumlar tarafından reddedilen, başörtülü “hasta” ve “hasta yakınları”, “asker anneleri” kanıksanmış bir durum haline gelmiştir. Sonuç itibariyle başını örten kadınlar en temel insan hakları ve sivil özgürlüklerinden mahrum bırakılmış, toplumsal gelişimin gerisinde kalmıştır.
Başörtüsü yasağından doğan ayrımcılıklar dışında, kadının statüsü değerlendirildiğinde siyasî, ekonomik ve sosyal arenada kadını öteleyen uygulamalar, devlet geleneğinin parçası halinde tezahür etmiştir. Bir başka deyişle başörtüsü engeline takılmamış, başı açık kadınların siyasî temsiliyeti, örnek aldığı Batı ülkelerinden çok geride, 2002 senesine kadar % 3.4 oranındaydı. “Kadın dostu” kanunî düzenlemeler yerine, sözde “tarafsız”, dolayısıyla da “erkek dostu” ya da misojinist hukukî yorumlamalar, özellikle yargı kurumlarında bariz hale gelmiştir.
Dindar kadınların hak ve özgürlükleri önemsenmedi
Özgecan kanunu adıyla geçen yasa, mevzubahis kurumsallaşmış misojinizme bir tepkinin ürünü olmuştur. Yasama alanında, kadınların eşit vatandaşlık haklarından bazılarını kullanmaları kanunî olarak engellenmiştir. Bu alandaki örnekler çarpıcıdır. Ailenin reisinin erkek olduğu ibaresi, 2000’li yılların ortasında ancak kaldırılabilmiştir. Kadının kendi soyadını bırakıp, kocasının soyadını alma mecburiyeti 2010’lu yıllarda değiştirilmiş, buna göre kadınlar kocalarının soyadına ek olarak, kendi soyadlarını da muhafaza etme hakkını kazanmışlardır. Kadının kocasının izni olmaksızın emlâk alıp satabilme, çalışabilme hakkı ancak 2001 senesinde tanınmıştır. Kısacası, ancak devlet feminizminin uygun gördüğü ölçüde evrensel hakları idrak edebilen kadınlar üretmiştir rejim. Cinsiyet indexi ölçülerine göre de Türkiye 144 ülke arasında 130. sıradadır.
Burada görüldüğü üzere, teorik ve retorik ile ampirik arasında bir uçurum mevcuttur. Devlet bir şey söylemiş ama başka bir şey uygulamıştır. Uluslararası literatürü incelediğimizde de, benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Batılılar tarafından üretilmiş bu literatüre göre Türkiye, 2002 senesine kadar kadın gelişimi konusunda yüceltilmesi gereken bir ülkeydi. Kadınların haklarını ihlâl eden uygulamaları genel manada görmezden gelinebilir veya en azından ön plana çıkarttırılmayabilirdi. Zira seküler fundamentalizmi de kapsayan oryantalist değerleri benimsemiş -Batılı Türkiye değil- “Batılı” kopyası Türkiye bölgedeki diğer Müslüman ülkelerden farklıdır. Bu da, laik devlet yapısının bir bedeli olarak tezahür etmiştir. İslam dünyasından ayrıştırılarak, yerinde saydırıcı siyasetleri laikliğin arkasında perdelenmiştir. Bu da Batı dünyası tarafından şekillendirilen uluslararası arena için bir sorun teşkil etmemiştir.
Uluslararası literatürde 2002 senesine kadar görülen tek sesli Türkiye kutsallaştırması buradan kaynaklanmaktaydı. Bu teorik kutsama, retoriğe de yansımış, arazideki verilerin gösterdiği gerçeklerin aksine, bu ülkedeki kadınların eşitlik ilkesinden istifade ettiği “çarpıklığı” savunulmuştur. Burada önemli bir nokta da, uluslararası literatürün, ülkenin Müslüman başörtülü kadınlarına yapılmakta olan hak ihlâllerini görmezden gelmek şöyle dursun, daha da ileri giderek, Türkiye’yi bu uygulamalarından dolayı övmüş olmasıdır. 2002 senesi itibariyle, İslamî hassasiyetleri olan bir liderin başkanlığında iktidara gelen hükümetler ile uluslararası arenanın, Türkiye’nin kadın sorununa yaklaşımı, önemli miktarda kadınlardan yana değişmiş, kadın istihdamını, siyasî temsiliyetini artıracak düzenlemeler yapılmış olmasına rağmen uluslararası literatür, Türkiye’yi yerden yere vurur konuma gelmiştir.
Sonuç itibariyle Türkiye’nin kadın dilemması, realite ve hayâl arasında kendi gerçekliklerini üretmiş, olagelmiş kalıpların hiçbirine tam anlamıyla uymayan bu gerçeklikler üzerinden ifade edilmiştir.
Doç. Dr. Merve Kavakçı, “Türkiye’nin Kadın Dilemması”, Bilimevi Kadın dergisi, Yıl: 2017, Sayı: 2 (Temmuz-Ağustos-Eylül).