Abdurrahim Karakoç kitaplarının bulunduğu bir evde büyüdüm. Sadece kitaplarla sınırlı değildi bu karşılaşma. 1970’lere ait milliyetçi-ülkücü birçok derginin de yer aldığı babamın kitaplığı Karakoç’un şiirlerine çok küçük yaşlarda aşina olmamı sağladı.

1980’lerin ortalarına doğru beliren müziğe yönelik ilgim üzerine babamın bana bir bağlama alması bu şiir, edebiyat külliyatının yanına türküleri de eklememe imkan araladı diyebilirim. Gerçi sadece türkülere değildi ilgim. Özellikle arabesk, taverna, özgün müzik, Türk pop ve TRT radyosunda batı pop müziği ya­yınlayan programları keyifle dinler, dünya müziğinin nereye gittiğini, ne tür teknik ve orkestral yenilikler üretildiğini bilinçli-bilinçsiz takip ederdim.

Türkülerin 1980’li yıllarda TRT’de salt otantik hali ile icrasının bana yetersiz geldiğini, dışarıda akıp gitmekte olan hayat ya da dünya müziğinin ulaştığı gelişime yönelik senkronu kaçırdığını bir şekilde çözümlemeye başladığımı söyleyebilirim.

Türkiye 1950 sonrası büyük bir göç dalgası yaşayarak hızla kırdan kente yönelmiş, bunun neticesinde ozan ve onun belleğinde gelenekten devraldığı türküler mekan değiştirmişti. Dolayısı ile bir temsil olarak aşık’ta/ozan’da karşılık bulan geleneksel yaşama biçimi büyük bir kopuşla modernleşmenin zemini olan kentlerin kenarlarına doğru yerleşmeye başlamıştı bu yıllarda.

Artık bellek ne bütünüyle köydedir, ne de eklemlenebilecek kültürel, ekonomik, mesleki donanım ol­madığı için kenttedir. Küçücük köy odalarında ya da en fazla köy kahvehanelerinde çalınıp söylenen tür­küler Neşet Ertaş tarafından gazinolarda, büyük ve gösterişli mekanlarda icra edilir hale gelmiştir. Ancak bağlamanın geleneksel biçimi bu büyük mekanlarda kendisini duyurabilecek teknik tamamlanmışlıktan uzak olduğu için sesi yetmez.

Bunun üzerine büyük bir dönüşüm geçirerek elektro bağlama olur. Elektro bağlama her haliyle Türk modernleşmesini temsil eden en gösterişli icadımızdır ve Osmanlı’nın son döneminden günümüze ula­şan öykümüzü anlatır. Gövdesine bakınca Türk, modern zamanlara eklemlenmesini sağlayan içindeki ses düzeneğine bakınca bütünüyle Batılı.

Elektro bağlama ile söylenen türkülerin doğal olarak teması da farklılaşmıştır. Çünkü kentte yeni bir hayat yaşanmakta ve bu yeni hayatın ekonomik, politik, kültürel uzantıları, travmaları yeni türkülerin doğmasını zorunlu kılar. Gelenek/eski türküler kıra ait bir yaşama biçimi ve formunu barındırmakta ve kentte 1950’lerden itibaren bambaşka bir dünyayı soluklayan insanın yeni meselelerini tanımlamakta, öyküsünü anlatmakta yetersiz kalmaktadır.

İşte o zaman kente ait yeni formlar, temalarla beraber türkülerimiz, sivil modernleşme sürecimize eş zamanlı eklemlenip, Türk müziğinin gelişim çabalarına da katkı sunmaya başladı. Tabi ben burada “Türk müziğinin modernleşmesi” derken sivil bir pratikten bahsediyorum.

Toplumun kendi dinamiklerinden beslenen ve üretilen ve hatta modernleşmeyi tekelinde tutmaya ça­lışan resmi ideoloji ve devlet aygıtının dışında biçimlenen bir yürüyüşten.

Abdurrahim Karakoç bu öykünün en anlamlı yerinde duran isimlerin başında geliyor. Kuşkusuz bir saz ozanı değil ama söz ozanı olarak (zaten bizim müziğimiz söz merkezli bir formdur) Karakoç’un ge­leneksel Türk şiirinde ortaya koyduğu yenilik ile türkülerimizin modernleşmesi eş zamanlı bir fotoğrafa sahiptir. 1960’ların sonundan itibaren Türkiye’nin hızla politikleşmesi ve 70’lerde bu politik dilin sokağa taşmasına paralel olarak Türk şiiri tematik bir dönüşüm yaşar ve Karakoç Türk sağının en gösterişli şairi olarak bu tarihsel öykünün şiirlerini kaleme alır.

Hemşehrisi olan Âşık Mahzunî bir tarafta konumlanıp Türk solu üzerinden bu politik dönüşümün mü­zikal örneklerini verirken, Karakoç da bir başka zihni zeminde konumlanıp sözel yapıtlarını ortaya koyar.

Abdurrahim Karakoç bu öncü şiirlerini yayınlarken, onun bu özgün tematik gelişimini Türk sağı içe­risinde müziğe dökebilecek bir birikimin olmaması büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmeli. Yani Âşık Mahzunî’nin üretimini modern bir forma evirerek yeniden dolaşıma sokan Cem Karaca varken, Karakoç’un şiirlerini bu modern müzikal forma taşıyabilecek sağda bir sanatçı bulamayız. Bu ancak -çok gecikmiş biçimde- 1980’lerin sonuna doğru Kaya Kuzucu ve ardından Hasan Sağındık’ın ortaya koymaya

çalıştığı müzikal arayışlarda yeni üretim şarkılara, türkülere dönüşür. Ki Kaya Kuzucu’nun “Bir Gün Geri Döneceğiz” kaseti ilahi formundaki gelenek­sel bir eser hariç baştan sona Karakoç’un şiirlerine türkü formunda yapılmış yeni üretimlerdir. Hasan Sağındık ise “Yusuf Yüzlüler” başta olmak üzere ve giderek yoğunlaşarak bütün albümlerinde Abdur­rahim Karakoç şiirlerini modern müziğin imkan­larından yararlanarak geleneğin yeniden üretimine önemli katkılar sunar. Bu anlamda en fazla Kara­koç şiiri besteleyen sanatçıdır Sağındık.

Ancak Karakoç’un ürettiği ve yenileyerek kente taşıdığı şiirin büyüklüğü ve etkileyiciliği karşısın­da Türk solunun da kayıtsız kalamadığını görürüz. Ki bestesi Musa Eroğlu’na ait olan “Mihriban”ın (Musa Eroğlu’na ait ve şiiri Karakoç tarafından ya­zılmış iki “Mihiriban” türküsü vardır) plaklara, ka­setlere okunuş öyküsü böyledir mesela.

Eroğlu, 1960’ların ilk yarısına denk gelen bir An­kara ziyaretinde Ulus’taki Gençlik Parkı’na girmek ister. Ancak giriş ücretlidir ve Eroğlu’nun cebinde buraya verilecek miktarda para yoktur. O da başka­larının yaptığı gibi tellerin üzerinden atlayarak gi­rer. Tam yere atladığı sırada gözüne yerde bulunan bir kağıt parçası ilişir. Kağıtta bir kitaptan koparıl­mış ya da bir kağıda yazılmış şiir vardır.

Şiir bugün herkesin diline düşmüş, en önemli bestelenmiş türkülerdin birisi olan ve “Unutmak kolay mı deme / Unutursun Mihriban’ın” dizele­riyle başlayan Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” şiiridir. Bir süredir zihninde gezdirdiği melodi ile uyumlu olduğunu görünce meşhur “Mihriban” türküsünün birincisi çıkar ortaya. Çünkü daha sonra Karakoç’un, “Mihriban” isimli diğer şiirini de besteleyecektir.

Bu öykü için Mehmet Çevik’in türkülerin değişi­mini Musa Eroğlu üzerinden çözümlediği doktora tezine bakılabilir.

Ancak Eroğlu’nun 60’ların ilk yarısında yaptığı bu beste türküyü plağa okuması çok yıllar sonra­sına denk düşer. Çünkü bir dönem sonra girdiği TRT kurumunda gelenek gereği türkülerin beste olamayacağına inanılmaktadır.

Türkülerin sadece anonim nitelik taşıyabileceği­ne yönelik kabul, bir anlamda Türkiye’nin moder­nleşme seyrini anlayamamakla da ilgilidir aslında. Oysa artık kayıt teknolojisinin, ulaşım imkanla­rının boyut değiştirdiği ve her şeyden evvel kırın hızla kentlere aktığı bir süreçte türkülerin de dönü­şüm yaşaması kaçınılmaz.

Musa Eroğlu ve kuşağının birçok ozanı kente geldikleri andan itibaren geleneksel ezgileri kayda geçirirken, aynı zamanda kendi kişisel duyarlılıkla­rından beslenmiş besteler de üretirler.

Dolayısı ile Eroğlu, Abdurrahim Karakoç’un şi­irine yaptığı bu besteyi dönemin Orta Anadolu türkülerini plaklara okuyan önemli mahalli sanat­çı Zekeriya Bozdağ’a hediye eder. Ve kayıtlarda ne yazık ki besteci olarak Bozdağ’ın ismi kalır. Çok sonraları Eroğlu’nun kendi çalışmalarında bu tür­künün altında kendi ismini görürüz.

Musa Eroğlu’nun bu bestesinin bir müddet sonra 1970 ve hatta 80’lerin politik müzik tarihimiz açı­sından öncü isimlerinden Selda Bağcan tarafından da seslendirilmesi önemlidir. Çünkü “Mihriban” şiirinin yazarı Abdurrahim Karakoç da bu döne­min politik isimleri arasında temsil gücü yüksek bir şairidir. 1970’li ve 80’li yıllardaki birçok milli­yetçi ve ülkücü dergide şiirleri ile kitlelerin politik duygularını dile getirir. Bu bakımdan adeta sokağa taşan çatışma ortamından sıyrılıp, sanatın empati ve müzakere alanları oluşturabileceğini hissedebi­leceğimiz çok kıymetli Türkiye deneyimidir bence bu olay.

Şunu da not düşelim; Musa Eroğlu tarafından 1960’ların ilk yarısında bestelenen “Unutursun Mihriban” şiiri netice itibariyle ta o yıllarda alevi ve sol gelenek içerisinde anlam bulan bir ozan ta­rafından notaya dökülürken, Türk sağının Karakoç şiirlerini bestelemeye başlamasının tarihini epey geç zamanlarda bulmanın kuşkusuz müzik sos­yolojisi açısından açıklanmaya müsait gerekçeleri söz konusu. Yani toplumun modernleşme seyrine paralel bir müzikal ortamın bulunmasıdır burada belirleyici olan.

Karakoç’un yazdıklarının tüketicisi konumunda­ki Türk sağı henüz 1960’larda, 70’lerde taşralıdır ve hatta 80’lerin sonuna kadar bile modern müzik üretebilecek donanımda değildir.

Ülkücü hareketin, Türk solunun modern mü­zik alanında üretimini yakalayabildiği yıllar ancak 1980’lerin sonuna doğrudur. Kaya Kuzucu’nun 1989 yılında çıkardığı “Bir Gün Geri Döneceğiz” isimli kaseti bir milattır bu açıdan.

Kayıt kalitesi ve eserlerin orkestrasyonunda so­runlar olmasına karşın Kuzucu’nun türkü formun­da çok kıymetli besteler yaptığını düşündüğüm bu çalışmada Abdurrahim Karakoç’un toplam 6 şiiri türküleştirilmiştir. “Üşüyenler”, “Esir”, “Bir Gün Geri Döneceğiz”, “Fotoğraf ”, “Beşinci Mevsim” ve “Dün Gece” isimleriyle. Bu arayışın hemen ardın­dan Hasan Sağındık’ın 1990 yılında yayınlanan ve yine ülkücü hareketin modern müzikle kurduğu ilk ve önemli bağlardan birisi olan “Yusuf Yüzü­ler” isimli kasette Karakoç’un “Beşinci Mevsim” şiiri bestelenir. Bu iki ürün bir anlamda sonraki dönem ortaya konacak olan “ülkücü müzik” pra­tiğinin kapısını aralayan tarihsel çalışmalar biçi­minde değerlendirilebilir. Ve ikisinde de Kara­koç’un şiirlerinin yer alması dikkat çekicidir.

Kaya Kuzucu 1991 yılında bu sefer hem kayıt hem orkestrasyon bakımından belli standartlara sahip ikinci albümü “Adak”ta da Karakoç’un şiir­lerini bestelemeyi sürdürür. “Adak”, “Bayram Ol­sun Bayramlarımız”, “Sevda Türküsü” ile beraber daha evvel seslendirdiği “Üşüyenler”i yeniden bu kasetinde de değerlendirir. Hasan Sağındık ise “Yusuf Yüzlüler”’de sadece bir tane Karakoç şiiri­ne yer verirken sonraki bütün çalışmalarında bu sayının arttığını görürüz. Ki 1990 yılında yayınla­dığı “Ağla Karanfil” kasetinde toplam 4, 1991 yı­lında çıkardığı “Beni Yaşarken Anla”da 2 ve 1993 yılında dinlediğimiz “Dosta Doğu/Irgalanış”ta 3 tane Abdurrahim Karakoç şiiri beste olarak çıkar karşımıza.

Sağındık’ın en son 2001 yılında yayınlanan ça­lışması “Bitsin Seninle” ile beraber 8 albümü bo­yunca toplam 21 Abdurrahim Karakoç şiirinin bestelendiğini not düşelim. Bu çalışmaların ar­dından ülkücü, milliyetçi gelenek içerinde ortaya çıkan farklı müzisyenlerin de kendi albümlerinde Abdurrahim Karakoç’un muhtelif şiirlerini bes­teleyerek sürece katkılar sunduklarını görürüz. Dolayısı ile Karakoç’un, müziğimizin 1960’lar­dan itibaren modernleşme seyrine yazdığı şiir­lerle önemli katkılar sunduğu görülürken (Musa Eroğlu, Selda Bağcan örneği), Türk sağının mo­dern müzikle karşılaşma sürecinde de belirleyici isimlerin başında geldiğini iddia etmek mümkün (Kaya Kuzucu, Hasan Sağındık örneği).

Bu bir anlamda Türk şiirinin, Türk modernleş­mesine sunduğu katlı ile de açıklanabilir bir de­neyimdir bana göre.

Hem Karakoç tarafından şiirimize yapılabile­cek son tarihsel müdahalenin gerçekleştirilmesi (tematik dönüşüm) hem bu şiirin yeni mekanı olan kente eklemlenme çabası hem de modern müziğimizin arayışlarına yönelik katkıları böyle düşünmemizi zorunlu kılıyor çünkü.

Selçuk Küpçük, Türk Müziği Modernleşirken Abdurrahim Karakoç’un Katkısı, Hece Taşları, Haziran 2019, sayı 52.