Antalya Mevlevihane’si İrfan meclisinde 24 Ocak 2020 tarihinde Sabahattin Zaim Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz Hoca, Osmanlı padişahları ve tasavvuf konusunu anlattı. Dergâh havasının var olduğu bir ortamda dinleyiciler konuya çok ilgi gösterdiler, heyecanla dinlediler ve istifade ettiler. Hasan Kamil hoca önce girişte bizim medeniyetimizin temeli olan tasavvufun genel bir tarifini ve nasıl ortaya çıktığını anlattı.
Tasavvuf nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır?
“Tasavvufun ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili olarak birkaç şey söylemek isterim. Özellikle bizim Milletimizin İslam’la tanışmasında, İslam’ı anlamasında ve gönüllere taşınmasında tasavvufun ve tasavvufi terbiyenin çok önemli bir yeri olduğu aşikardır. Türklerin Müslüman olduğu çağlardan itibaren, Orta Asya’da yaşayan Türk milletinin ve oradan buralara göç eden aziz milletimizin İslami hayatı algılamasında yaşamasında ve yeni ufuklara doğru ulaştırmasında tasavvufun ayrı bir motivasyon olduğunu biliyoruz. Hz. Peygamberin hayatında adı konmamış ama fiilen var olan bir tasavvuftan bahsediyor kitaplarımız. Yani Asr-ı Saadet’te adı konmamış bir tasavvuf ve manevi hayat var. Malum olduğu gibi, Hz. Peygamberin üç otoritesinden bahsedilir kitaplarımızda. Aslında bizim için de güzel bir tasniftir bu:
-Birincisi, Hz. Muhammed (sas) bir siyasi otoritenin ve merkezin insanıdır. Çünkü Medine site devletinde devlet başkanıdır.
-İkincisi, Hz. Muhammed (sas) vahye dayalı olarak kendisinin etrafında bulunan Müslümanların sorularına cevap veren müşküllerini çözen bir ilmi otoritedir.
-Üçüncüsü, Hz. Peygamberin üsve-i hassene kimliği ile yani örnek güzel bir model özelliği ile duruşuyla verdiği mesajla gerçekleştirdiği bir manevi otoritesi olan İrşadı rehberliği ve yol göstericiliğidir. Hz. Peygamberin vefatından sonra, siyasi otoritenin kime intikal edeceği meselesi; siyasi mezheplerin, Hariciliğin, Ehl-i Sünnetin, Şianın doğmasına vesile olmuştur. Hz. Peygamberin siyasi otoritesiyle ilgili olarak Müslümanlar şunda müttefik kalmışlardır: Hz. Peygamberden sonra siyasi otoritenin bir tek temsilcisi olması gerekir, o da önceleri Emirü’l-Müminin, sonra ise Halife denilen siyasi temsilcidir.
Hz. Peygamberin ilmi otoritesi ise; kendi vefatından sonra bir otoritede birleşmemiştir. Hz. Peygamberden sonra ashabın ve alimlerinin her biri bir ilmi otoritedir. Hz. Ebubekir (ra) de bir ilmi otoritedir, Hz Ömer (ra) de, Hz. Ali (ra), İbn Abbas (ra) da. İlmi temsilcilerin ve otoritenin çok olmasında bir mahsur yoktur.
Hz. Peygamberin manevî otoritesi
Aynı şekilde manevi otorite dediğimiz Hz. peygamberin, İrşadı rehberliği yol göstericiliği ve Üsve-i Hassene kimliği ile yaptığı manevi temsil de, Hz. Peygamberden sonra bir tek kişide toplanmamıştır. İlmi otoritesinden, hem itikadı mezhepler hem fıkhi mezhepler ortaya çıkmıştır. Manevi otoritesi ise Peygamberimizin o irşad tavrıdır ki bu tasavvuf dediğimiz kurumların oluştuğu alanlardır. Bu alanda da otorite bir tek kişide toplanmamıştır. Tasavvuf veya manevi otoritenin kimliği Hz. peygamberden sonra, Hz. Ebubekir de, Hz. Ali de, Hz. Ömer de manevi otoritenin temsilcileridir. Dolayısıyla, her biri bulunduğu yerlerde Peygamberimizden öğrendikleriyle insanları irşad etmişlerdir. Tasavvuf ilmi de Peygamberimizin manevi kimliğinden ortaya çıkmış, daha sonra da tarikatlar doğmuştur.
Özellikle Arap olmayan milletlerde İslam’ın öğrenilmesi ve yaşanılması konusunda tasavvufun ve tasavvuf ricaline ait örnek şahsiyetlerin katkıları çok büyüktür. Arapça bilen insanlar Kur’an-ı Kerim’i ve hadis kitaplarını okuyabildikleri uygulayabildikleri için dini daha kolay öğrenme şansına sahiptirler. Ancak Arapça bilmeyen milletler İslam’ı daha çok Hz. Peygamberin modelliği ile onlara rehberlik eden kişilerin etrafında öğrenmişlerdir. Bu nedenle tasavvufun Arap olmayan toplumlarda daha yaygın olduğunu görürüz. Bilhassa da İran ve Türk yaşadığı coğrafyada tasavvuf büyük bir değer kazanmıştır. Tasavvufun ilim dünyasında medrese muhitlerinde de iyi tanınıp sevilmesini sağlayanların başında Nizamiye Medreselerinin kurucusu Nizamülmülk gelmektedir. İmam-ı Gazali Hazretleri felsefeyle uğraşmış, Batınilikle uğraşmış farklı siyasi-dini fırkalar ve görüşlerle ilgilendikten sonra tasavvufa yönelmiştir. Nihayet El Munkızu Mined Dalal isimli eseriyle, tasavvufta karar kıldığını ve tasavvufun gönlünü mutmain kıldığını ifade eder. O tasavvufu İslam dünyasına tanıtmış ve İhyau Ulumi’d-Din adlı eseriyle dini ilimleri yeniden ihya ederek yorumlamıştır. Bunu maneviyat, ruhaniyet katarak yapmıştır. İmam Gazali bu büyük eserinde hem ilmi olarak hem de fiili olarak tasavvufu müesseseleştirmiştir.
İmam Gazali hazretlerinden sonra tasavvufun temsilinde, tasavvufu derinliğine anlayan anlatan insanlar çıkmıştır. Bunlardan biri batıdan Anadolu’ya gelip önemli hizmetler yapan Muhyiddin İbn Arabi’dir. Bir diğeri de Afgan kökenli Mevlana Celaleddin Rumi hazretleridir. Bu iki önemli şahsiyet Anadolu Selçukluların zamanında, Konya’da Malatya’da buluşmuşlardır. Muhyiddin İbn Arabi, Sadreddin Konevi’nin yetişmesine vesile olmuştur. Bu coğrafyada tasavvufun, insanları yeniden inşa etmesi noktasında çok önemli bir hizmet icra etmişlerdir. Özelliklede doğudan gelen Moğol akınları, batıdan gelen Haçlı istilaları ile savrulan Anadolu insanının probleminin, geleceğe ait ümitsizlik olduğunu gören Mevlana Celaleddin Rumi ve diğer sufiler insanlara ümit aşılamışlardır. İnsanların Haçlı Seferleri ve Moğol istilası karşısındaki yılgınlığına, içerdeki taht kavgalarının meydana getirdiği daralmaya ve Batıni fırkaların ayaklanmasının meydana getirdiği savrulmuşluğa karşı Mevlana; insanlara daha iyi insan olarak davranmayı öğütlemiştir. Hedefler göstermiştir. 1299 yılında Mevlana’nın ölümünden çeyrek asır sonra Osmanlı Devleti kurulmuştur.
Osman Gazi’nin rüyası
Hasan Kamil Yılmaz Hoca bu girişten sonra Osmanlı’nın kuruluşunda tasavvufun oynadığı rolü şöyle anlattı:
“Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Mevlana’nın, İbn Arabi’nin, ondan önce, Ahmed Yesevi’nin ve diğer o mana erlerinin, alperenlerin katkısı ve ifadeleri olmuştur. Osmanlı Devleti kurulduğunda Anadolu’da birlikler halinde dolaşan ahi zaviyeleri (zikir veya ders için toplanılan yer) hükümet teşkilatı mensupları, Kadiri Tarikatı ve diğer tasavvuf dervişleri ve pek çok insanın yaygın şekilde irşad hizmetleri ile meşgul bulunduğu bilinmektedir. Anadolu’da ve bu coğrafyada etkin olduğu bilinen, Osmanlı Devleti’ni kuran ve bu devlete adını veren Osman Gazi’nin gönül dünyasını şekillendiren Şeyh Edebali hazretleridir.
Şeyh Edebali hazretleri Osman Gazi’nin gönül dünyasının imarında çok etkilidir. Ona gerçek yeni hedef belirleyen bir gönül sultanıdır. Ondan aldığı maya sayesinde Osman Gazi, kurduğu müesseselerde manevi-tasavvufi yoğunluğu hissedecek insanları iş başına getirmeye çalışmıştır. Bunlar hem âlim hem de tarikat mensubu olan gönül dünyaları aydınlanmış insanlardır. Osman Gazi’nin görmüş olduğu o meşhur rüyasıyla başlayan bu hikâyede Osmanlı’nın 600 yıllık mevcudiyetinin temelinde o maneviyatın izlerini çok net bir şekilde görmek mümkündür. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin evinde gördüğü rüyada Şeyh Edebali’nin koynundan çıkan bir hilal Osman Gazi’ye doğru büyüyerek, yani hilal iken yarım ay, yarım ay iken dolunay olacak şekilde kendisine doğru geliyor ve nihayet dolunay şeklini aldıktan sonra onun göğsüne giriyor. Osman Gazi’nin göbeğinden ansızın zuhur eden bir ağacın gölgesinin önce kendisini, sonra dünyayı kapladığını görüyor. Rüyasını Şeyh Edebali hazretlerine anlatıyor. Şeyh Edebali hazretleri ise, “Sen ve senin zürriyetin yeryüzüne hakim olacak bir devlet kuracaksınız” şeklinde yorumluyor ve arkasından kızı Mal Hatun’u da Osman Gazi ile evlendiriyor.
Aşık Paşa tarihinde geçen bu rüya Osmanlı muhitlerinde, (Aşık Paşa ondört-onbeşinci asırda yaşamış bir insandır) nereden bakarsanız bakın beş yüz seneden beri konuşulan anlatılan bir hadisedir. Osman Gazi çınar ağacını belki de o rüyanın tesiriyle bir sembol olarak seçiyor ve çınar ağacını kendi saraylarının bahçesine dikiyor.
Selvi ağacı ebediliği hatırlatır
Çınar ağacı yerden çabuk beslenip hızlı büyüyen, gölgesi bahçeleri kuşatan son derece görkemli bir ağaçtır. Görkemi, celali ve devletin büyüklüğünü temsil ediyor, ama yapraklarını döken bir ağaç olduğu için de faniliğin mesajını veriyor. Ecdadımız, elif’i (elif harfini) andıran selvi ağaçlarını da mezarlıkların yanına veya içine dikerek önce tevhid sembolü olarak göstermişler sonra da yapraklarını dökmeyen bir ağaç olduğu içinde asıl ebediliğin ölümden sonra olduğu mesajını vermişlerdir. Çok enteresandır ki bu yüzden bizim ecdadımız mabetlerini, tekkelerini, camilerini özellikle kalıcı taştan ve kalıcı eserlerden yapmışlardır ama kendi konakladıkları binalarını fanilik temsil eden topraktan ya da ahşaptan yapmışlardır. Ecdat ebediliği mabette ve mabedin öğrettiği gerçeklerde görmüş, dünyayı da fani olarak görüp ona gönülden bağlanmamak gerektiği mesajını vermiştir bu şekilde.
Osman Gazi devrinde özellikle Ahi birliklerinin çok etkili olduğunu görüyoruz. Şeyh Edebali’nin de bir Ahi şeyhi olduğu bilinmektedir. O dönemde bir de Babailer vardır. Babailer de Ahmet Yesevi geleneğinden gelmektedirler. Bunların Bursa civarında türbeleri, yatırları vardır. Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murat bunlardandır. Bunlar Osman Gazi ve Orhan Gazi döneminde saygı görmüşlerdir. Bu dönemde yine Ahmet er-Rufai dervişleri vardır, bunlar da Anadolu’ya gelmişler. Anadolu bakir bir alan, İslamiyet’in yayılmasına uygun bir alan. Orta Asya’dan gelen Müslümanlar var, Müslümanlığa aday insanlar var, onlarla birlikte İslam’a hizmet etmek isteyen derviş grupları var.
İslam’da Müslümanlığa davet grupları vardır. Bunlar fırıncı, ekmekçi, demirci gibi unvarlarla, henüz Anadolu’da ve Balkanlarda, feth edilmemiş bölgelere giderler. İnsanlara hoş muamelede bulunurlar, cömert tavırları ve dürüstlükleri ile kalplerin fethini gerçekleştirirler. Dolayısıyla Osman Gazi’den Orhan Gazi’ye en etkin unsurlar dervişan grupları ve onlara rehberlik eden insanlardır. Keza Yesevi gruplarının Selçuklulardan önce Balkanlara kadar gittiklerini ve orada dergâhlar kurduklarını görmekteyiz.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Balkanların pek çok yerinde, baba unvanı ile anılan kişilerden haberdar oluruz. Osmanlı öncesi dönemlerde bile Yesevi dervişleri Balkanlara gitmiş ve orada insanlara İslam’ı anlatmışlardır. 1993 yılında Bulgaristan’a gittiğimde bir Demir Baba türbesini ziyaret etmiştim. Anadolu’da da bakarsanız hep böyledir, mutlaka bir yatır ve bir türbe vardır. Bu coğrafyanın bize ait olduğunun en önemli belgesi o yatır ve türbedir. Bulgaristan’da yaşayan bir Türk için, Demir Baba 600 sene önce buraya gelip burada insanları irşad etmiş bir Yesevi dervişi ise, onun hem Demir Baba’ya hem o topraklara bakışı farklı olacaktır. Ecdat bir yere giderken kanıyla, canıyla, iddiasıyla, davasıyla, idealiyle gitmiştir. Ve hem o toprakları hem de kalpleri fethetmiştir.”
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz konuşmasının devamında Sultan II. Abdülhamid’e kadar Osmanlı padişahlarının tarikatlarla ilişkisi üzerinde durdu.
Mahmut Şevket Serik