Diğer canlılardan farklı olarak bilinçle donatılmış olup tarih idrakine sahip bulunan insan, huzursuz bir varlıktır. İlk Sebep’in, Faal Akıl’ın varlık macerasını başlatan harekete geçirici dokunuşu ile âlemde seyrân etmeye başladığı andan itibaren sürekli bir tavaf ve tahavvül hali içerisindedir. Sürprizlerin olmadığı, dün, bugün ve yarının hep belirli bir düzen içerisinde ve öngörülebilir biçimde aktığı bir hayat için gerekli olan nizâm-ı âlem fikrine, hadarî (medenî/şehirli/yerleşik/mekân bilincini ihtivâ eden) yaşam formuna meyilli olsa da, onun yeşerdiği toprak hep büdüvv (bedevilik/şehirli olmama/göçerlik/mekânsızlık bilinci) olmuştur. İnsanı tanımlayabilecek en iyi kelime sükûnet (sebat/sabit olma hali) değil harekettir (devinim).

İçi, kırılmayı bekleyen tedirgin fay hatlarıyla doludur onun; kendisini duyumsadığı o ilk idrâk anından itibaren yüz yüze olduğunu doğrudan, kanıtsız ve kendinde bildiği bir hiçlik ile yüz yüzedir. Gök gürlediğinde irkilmesi, ölümü içinde duyumsadığında korkuyla titremesi ya da göklerin, yerlerin ve dağların yüklenmekten imtina ettiği bir emaneti pervasızca yüklendiğini hatırladığında sürüklendiği kabz halinde ürkütücü bir umutsuzluğa sürüklenmesi bundandır.

İnsan huzursuz bir varlıktır. Sürekli hareket halinde olması, yaşaması gerekir. Durduğu (öldüğü) anda çürümeye başlar. Zihni beher an dolu ve meşgul bulunmalı, aklı sonsuzca kurulmuş bir saat gibi çalışmalı, kalbi aşk ve muhabbetten ya da heva vü hevesten bir an bile fâriğ olmamalıdır. Öte yandan bunun da bir tür uyku hali olduğunu akılda tutmak gerekir. Sürekli kendine özgü bir devinimi, kendine özgü bir mekaniği ve kendine özgü bir işleyiş biçimi olan bir uyku hali… Bir başka ifadeyle, sert çizgilerle belirlenmiş sınırlar dâhilinde yaşanan sınırlı bir özgürlük… Carl Gustav Jung’un olağanüstü kavrayışıyla söyleyecek olursak, insan “ruhsal bir süreçten” ibarettir. Süreç ise bir oluşa karşılık gelir. Olmuşa, yani ölmüşe değil. Onun “Bir işi bitirince diğer işe başlamasını” emreden İlâhî Kelâm’ın işaret ettiği şey de bu olmalıdır.

Her şeyin tadını kaçıran büyük uyanış

Bütün varlığını kuşatan suyun içerisinde yaşayan balığın arada bir başını suyun dışına çıkarması ve orada ne olup bittiğini merakla anlamaya çalışması gibi, insan da zaman zaman içerisinde gömülü olarak yaşadığı o sonsuz uykusundan uyanır. Kendisinin dışına çıkıp varlığını dışarıdan bir gözle kavramaya çalışır. Zihni boşa düşer, aklı tekler, aşktan ve hevesten yorulur. Bazen bir kitap sebep olur buna, bazen bir rüya, bazen bir kadın, bazen bir erkek, bazen bir şeyh, bazen bir film, bazen bir çocuk, bazen de iliklerine kadar kendisini uyuşturan güçlü bir tatmin duygusu… Yattığı yerden hiç kalkmadan, olduğu yerde yeniden gözlerini kapatıp uykuya dalarsa ezelî uykusuna geri döner ve anlık uyanışı yalnızca bir rüya olarak aklının bir köşesinde unutulup gider. Fakat hiç erinmeyip kalkarsa, koridorları adımlayıp aynanın karşısında şaşkın ve uykulu gözlerine bakarsa, pencereyi açıp gecenin ayazını ciğerlerine çekerse, bir bardak su içip alnında yakaladığı son kırışıklığa dalıp giderse artık gerçek anlamda uyandığının idrakine varır ve bütün zihin konforunu kaybetmeye başlar. Bu ilk uyanış, kendisini duyumsadığı o eski ilk idrâk halini andırır. Kontrol altına alınamayan inatçı bir sivilce gibi giderek genişler ve derinleşir. Önce sorumluluk ve tedirginlik duygusu ile beslenip büyür, sonra da bütün benliğini istila edip onu yeni bir arayışa, yeniden uykuya dalabilmesine imkân sağlayabilecek olan yeni bir yatak arayışına sevk eder.

Büyük Rus romancı Tolstoy, “karlı bir gece vakti” uykusundan uyanan ve bu cesaretinden dolayı süreğen bir arayış döngüsüne mahkûm olan, “ruhsal bir süreç” olarak kendisini en derinden idrâk edebilmeyi başaran (ve yeri gelince talihsiz olarak da nitelendirilebilecek olan) insanlardan biridir. İtiraflarım isimli küçük, fakat deryâlar taşıyan ve yüzme bilmeyen acemiler için nice tehlikeler de barındıran eseri, bir süreç olarak Tolstoy’un hikâyesidir. Hikâye, bir çocuk olarak Tolstoy’un ilk idrâk hali işe başlar ve önce sonsuz, keyifli ve tatmin edici bir uykuya dalışı, ardından da uyanıp aynaya bakışı, alnının ortasında patlak veren sivilceyi fark edişi ile devam eder. Bu fark ediş ile birlikte pandoranın kutusu açılır. Savaş ve Barış ile Anna Karenina gibi adının her bir harfini tarihin gönderine çekmiş olan iki büyük anıtsal metin kaleme almış olan elli bir yaşındaki Tolstoy’un içine, muhtemelen o sivilcenin minik deliğinden korkunç bir başarısızlık sezgisi sızar ve bu da kısa süre içerisinde kaçınılmaz olarak güçlü bir anlamsızlık duygusuna dönüşür. Bu duygunun sonuçlarını görmek için fazla beklemesi gerekmez. Kendisini adeta küçük bir tanrı gibi görmesini sağlayan tatmin duygusu baş aşağı döner. İçinde bir şeyler çürümeye başlar. Koku dayanılmazdır.

Kutsal kitaplara gömülür

Ruhunu istila eden tatminsizliği de yanına alarak yollara düşen Tolstoy, kutsal kitaplara gömülür ve kendisine anlam verip hem aklına hem de kalbine bir sükûnet kapısı açabileceğini, sonsuz bir uyku için huzurlu bir yastık sunabileceğini düşündüğü Mesih’in izini sürer. Yol uzun, yolcu tedirgindir. İçindeki haşyetin alevlerini biraz olsun dindirebilecek bir ilaç yoktur ortalıkta. Yürür. Yüksek tavanlı katedrallerin soğuk odalarında din âlimlerini dinler, kiliselerin mihraplarında rahipler tarafından icra edilen kudas ayinlerine iştirak eder. Şüpheden şüpheye koşar. Tereddütlerden tereddüt beğenir. Bazen bir anlamın ucunu yakalar gibi olduğunu düşünerek bir lahza huzur soluklansa da çok geçmeden mutlaka aklını gölgeleyen bir şeyler mutlaka çıkar ortaya. Öğretmenlik yapar, elbette biraz da riyâkarlıkla çocuklara hayatın anlamını öğretir; köylülerle yârenlik eder, onların o saf, kuşkusuz ve olabilecek en güçlü anlama tekâbül ettiğini düşündüğü imanlarını kutsar. Bağlarda, bahçelerde yorgunluktan başka hiçbir şey düşünemez oluncaya, vücudunu takatsiz bırakıncaya kadar çalışır. Bazen doğru olduğuna içten içe inanmayı bir türlü başaramadığı dinî gerçekleri vaz eder yanındakilere; bazen de tuhaf ve anlamsız bulduğu, fakat sürekli tekrar ettiği takdirde içten içte kendisini bir yere ulaştıracaklarına ilişkin bir umut beslediği eski duaları okur. Günün sonunda din ile psikoloji karışımı bir şeyin içerisinde dönüp durmaktadır.

Tolstoy’un huzuru bulduğu rüya

İtiraflarımın esas metninin kaleme alınmasından ve muhtemelen geçmişine bakıp da bir şeyler görebildiğini düşünmeye başlamasından üç yıl sonra, Tolstoy, kitabının son bölümüne de eklediği ilginç bir rüya görür. “Başından geçen her şeyi kendisine özlü bir biçimde anlattığını” söylediği, bizim biraz da özetleyerek vermek istediğimiz bu rüyada Tolstoy, kendisini bir yatakta sırtüstü yatar vaziyette görür. İlk başta içinde herhangi bir rahatlık ya da rahatsızlık duygusu yoktur. Sonra yattığı bu yatakta acaba rahat olup olmadığını sorar kendine. Bunun üzerine ayaklarının pek de rahat olmadığını, öte yandan yatağın da aslında kendi vücuduna göre sanki biraz küçük olduğu düşüncesine kapılır. İçindeki huzursuzluk arttıkça artar. Nerede olduğunu merak eder ve şaşkınlık içerisinde kolonlar üzerine yerleştirilmiş bir yatakta yattığını görür. Olduğu yerden önce ayaklarının olduğu kısımda bulunan kolonu iter, ancak fazla itmiştir ve rahatsızlık duygusu artar; toparlamaya çalışırken dizlerinin bulunduğu kolon da kayar, yatağı tutan düzenek bozulur ve ayakları aşağı sarkar.

Kendisini sadece sırtının üst kısmıyla tutabilmektedir ve bulunduğu durumdan katlanılamayacak ölçüde rahatsızdır. Düşeceğinden endişelenir, fakat ayakları yere değmemektedir. Tasavvur edemeyeceği bir yükseklikte öylece durduğunu görür. İçini büyük bir korku kaplar. Kalbi sıkışır, titremeye başlar. Aşağıda korkunç bir uçurum vardır ve oraya düşmek üzere olduğunu düşünür. Yukarı bakar sonra… Orada da tuhaf bir şekilde uçsuz bucaksız bir uçurum olduğunu görür. Fakat yukarıdaki uçurum aşağıdaki gibi ürkütücü değildir. Üzerindeki sonsuzluğa bakarken içindeki korku diner ve bir sükûnet gelir yerleşir bedenine. Yatağın başucunda ve belinin denk geldiği yerde de sağlam kolonlar olduğunu görür ve bunlardan dolayı da düşmesinin imkânsız olduğunu anlar. Aslında ortada tuhaf bir mekanizma vardır. Aklının bir yanıyla, normal koşullarda bir yatağın böyle yüksek bir yerde, tanımlanamayan bir boşlukta bu şekilde durmasının mümkün olmadığını bilir; fakat rüyasında bunun doğal olmadığına ilişkin herhangi bir tereddüde de kapılmaz. Düşmesi mümkün değildir. Rahatlar. Ruhu huzura kavuşur. Uyanır.

Uykuya geri dönmenin yolu

Tolstoy’un, sözünü ettiği bu rüyanın ardından gerçekten huzura kavuştuğunu varsayabiliriz. O, insanın bir şekilde kendisini içerisinde bulduğu hayata ilişkin soru sormaktan kaçınarak (aslında böyle bir oyuna hiç başlamayarak), aşağıya değil de yukarıya bakarak ve onu yaşayarak gerçek bir anlamı elde tutabileceğini anlamıştır. Sormakta olduğu soruların doğru sorular olmadığı kanaatine ulaşmış, “karlı bir gece” vakti tedirgin bir şekilde uyandığı uykusuna geri dönebilmenin yolunu bulmuştur. Anlaşılan, onun bütün buhranı bir tür metodoloji sorunudur. Bütün bunları söyleyebiliriz. Fakat bu kötü bir iyimserlik örneği olmaktan öteye geçmez. Gerçekte o hiçbir zaman sığınabilecek bir kapı bulamamıştı. Aramıştı sadece, aramıştı ve bulamamıştı. Çünkü böyle bir kapı yoktu. Bunu, onun ölümüne bakarak rahatlıkla anlayabiliriz.

28 Ekim 1910’da, sabahın beşinde hasta yatağından kalkmış ve “son günlerini dünyadan elini ayağını çekerek, huzur içinde geçirebilmek için” yeni bir yolculuğa çıkmıştı. Karısına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Gidişim seni üzecektir. Bunu istemezdim, ancak bunu anla ve başka türlü davranmanın elimden gelmediğine inan.

Bir kez uyanma cesaretini gösterenin, bütün o tatlı şekerlemeleri bir tarafa bırakalım, bir daha uyuyabildiği görülmemiştir.

Tolstoy, İtiraflarım

Mustafa Alican