Tıbb-ı Nebevi; “Hz. Peygamberin hayatı boyunca gelişen, hıfzı’s-sıhhaya, vücuda yararlı bitkilerle ilgili ilme (herbal lore), temizliğe, diyet uygulamalarına, egzersizlere, tedaviye dayanan, ‘ilkeleri itibariyle’ vahiy menşeli olan -gayr-i metlüv vahiyle’ irtibatlandırılabilecek cüzi bir kısmı hariç tutulursa- kaynağını büyük ölçüde döneminin bilgi birikiminin, çevre kültürlerin, kendi kâmil aklı ve tecrübesinin oluşturduğu ve kendisinin uygulayıp ümmetine tavsiye ettiği tıp” şeklinde tanımlanabilir. Her konuda ümmetine örnek olan Resulullah (s.a.), onlara doğru diyet alışkanlığını, fizik ve ruh sağlığı için egzersiz yapmayı öğütlemiştir.

Tıbb-ı Süyûtî’nin tasnifine itibarla ifade edecek olursak, geleneksel tıp, rûhî tıp ve koruyucu tıp (diyet ve egzersiz) şeklinde üç grupta mütalaa edilebilir. Buna bağlı olarak Müslüman hekimler, geleneksel tıbbın yanı sıra tarihi süreç içinde Kur’an’a ve Nebevi tıbbı ihtiva eden hadislere ve sünnete dayalı bir tıp anlayışına değer verip onu geliştirmeye gayret etmişler, bu anlayış çerçevesinde oluşan tıp, İslâm dünyasında Asr-ı Saâdet’ten bu yana tatbik edilegelmiştir.

“Tedavi olunuz, zira Allah’ın devasını yaratmadığı hiçbir hastalık yoktur. Tek bir hastalık hariç, o ölümdür.”, “Her hastalığın bir ilacı vardır. Bu ilaç bulunduğu zaman hastalık Allah’ın izniyle iyileşir.”, “Hastalığı gönderen/yaratan devasını da yaratmıştır.” gibi Nebevi emir ve tespitler, insanların hastalıklar karşısında nasıl davranacaklarını bildirmektedir. Genelde Müslümanlar, özelde Müslüman hekimler yukarıda temel ilkeleri ve felsefesi ortaya konulan bir tıp anlayışına odaklanmışlar, sağlık ve hastalığı -insanın kendi sorumluluğunu ve diğer faktörleri de reddetmeksizin- nihai planda ‘Allah’ın bir imtihanı’ şeklinde değerlendirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ, kullarını zenginlik ve fakirlikle imtihan ettiği gibi sağlık ve hastalıkla da sınamaktadır. Bu husustaki Nebevi öğretilerde, insanların kendilerini hastalıklardan korumaları, ümitsiz olmamaları ve çaresi yaratılmayan hastalığın bulunmadığı dikkat çekicidir. Bu Nebevi yaklaşım, İslâm tıbbının temellerini teşkil etmiştir. Ayrıca bu ve benzeri hadisler sebebiyle Müslümanlar tedavi olmayı, insanları tedavi etmeyi ve ilmî gelişmelere katkıda bulunmayı sorumluluk ve ibadet olarak telakki etmişlerdir. Yine söz konusu hadisler, Müslüman olsun gayr-i müslim olsun hekim ve araştırmacıları, bilinen her hastalığın tedavisinin mümkün olduğu inancıyla hastalıkların çaresini aramaya teşvik etmiştir.

Tıbb-ı Nebevi’de beslenmenin yeri konusuna teorik bir zemin teşkil etmesi bakımından Tıbbı-ı Nebevi’yi de yakından ilgilendiren iki tartışma konusuna, iki hususa işaret etmek faydalı olacaktır. Bunlar; ‘Tıbb-ı Nebevi’nin kaynakları’ ve ‘vahiy-sünnet ilişkisi’dir. Kısaca ifade etmek gerekirse Hz. Peygamberin tıp bilgisinin kaynağının ilahi mi olduğu yoksa ferdî tecrübelerine ve çevresinden elde ettiği bilgilere mi dayandığı meselesi, alimler arasında tartışmalıdır.

Tıbb-ı Nebevi hakkında bir eser yazmış olan İbn Kayyim el-Cevziyye, Tıbb-ı Nebevi’nin kaynağının vahiy, nübüvvet ve kâmil akıl olduğunu, risalete dâhil olmasa da ümmetin bu konudaki tavsiyelere uyması gerektiği görüşünü savunmuştur. Ona benzer düşünceleri benimseyen âlimler de vardır. Diğer taraftan İbn Haldun, Allah Resulü’nün tıpla ilgili bilgilerinin, içinde yaşadığı toplumun bu konudaki bilgilerinden, tevarüs ettikleri kadim Galen (Câlinus) tıbbından, çevre kültürlerden ve kendi şahsi tecrübesinden oluştuğu görüşünü ileri sürmüştür. Onu destekler mahiyette Şah Veliyullah ed-Dehlevi, çağdaş müelliflerden Fazlur Rahman tıbbın dünyevi meselelerle ilgili olduğunu, dünyevi meseleleri ise ilgili alandaki uzmanların daha iyi bilebileceğine dair Müslim’in el-Câmiü’s-Sahih’inde yer alan bir hadisten hareketle bu husustaki hadislerin bağlayıcı olmayıp irşad ve tavsiye olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bunun için ed-Dehlevi, sünneti, ‘risalet görevini tebliğ kabilinden olan sünnet, risalet görevini tebliğ kabilinden olmayan sünnet’ şeklinde ikiye ayırmış, tıbba dair hadisleri ikinci grupta mütalaa etmiştir. Doğrusu Müslim hadisinden çıkan mânâ, bu konuda “İlla benim dediğimi yapmak zorunda değilsiniz.” demektir. Nitekim “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” ayet-i kerimesi işin ehline yani uzmanlara danışılması gerektiğini ifade etmektedir.

İkinci olarak bu konudaki tartışmanın temelinde sünnet- vahiy ilişkisi yatmaktadır. Bu husustaki tartışmalar, Tıbb-ı Nebevi konusunda da geçerlidir. Tıbb-ı Nebevi konusunda erken dönemden itibaren zengin bir edebiyat oluşmuştur. Allah Resulünden tıbba dair sadır olan hadisleri beş kategoride değerlendirmek mümkündür:

a. Tıbbi tedaviyi onaylayan ve tavsiye eden hadisler,

b. Temizlikle ilgili hadisler,

c. Tıpla ilgili temel etik kurallarından bahseden hadisler,

d. Koruyucu tıbba dair hadisler,

e. Bazı hastalıklara karşı yenilip içilmesi tavsiye edilen yiyecek ve içeceklerden bahseden hadisler.

Biz bu makalede özellikle son grupta yer alan rivayetlere değineceğiz. İlgili kaynaklarda yer alan hadislere ve onların şerhlerine dayanarak Resul-i Ekrem’in beslenme konusunu nasıl değerlendirdiğini, bu hususta ne gibi ilkeler koyduğunu, Tıbb-ı Nebevide beslenmenin yeri ve önemini ayrı başlıklar hâlinde ele alacak, Tıbb-ı Nebevi çok geniş bir alana hitap ettiğinden beslenmeye dair sünnet tarafından belirlenen temel prensiplere dikkat çekmekle iktifa edeceğiz. Bu suretle sünnette değişken olandan değişmezlere, yerel olandan evrensel olana, kısaca sünnetin bütün çağlara hitap eden amacına vurgu yapmış olacağız.

Tıbbın beslenme ve yiyecek-içeceklerle ilişkisi

Beslenmenin tıptaki yeri ve önemi inkâr edilemez bir gerçek olup tarih boyunca üzerinde durulan bir husustur. Nitekim Hipokrat’a nikbet edilen “Yiyecekleriniz ilaçlarınız, ilaçlarınız yiyecekler olsun.” şeklindeki veciz söz, beslenmenin ve yiyeceklerin insan sağlığı için ne kadar ehemmiyetli olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir. Müslüman tabib er-Râzî;  “Hastalığını yiyeceklerle tedavi edebildiğin müddetçe ilaçla iyileşmeye çalışma” düsturu, aslında aynı hakikate işaret etmektedir. Çin tıbbında da yiyeceklerin büyük bir değerinin olduğu, sağlıklı bir diyetin/beslenme rejiminin sağlığı korumada çok önemli bir rolünün bulunduğu binlerce yıldır bilinen hakikatlerdendir. Bundan dolayı Greco-Arap tıbbında, öncelikle hastalar diyet ve fizyoterapi ile tedavi edilir; bundan sonuç elde edilemezse basit ilaçlar kullanılır, sonra bileşik (mürekkeb) ilaçlara geçilir, ameliyata ise en son aşamada başvurulur.

Allah Teâlâ, kulları için gökten indirdiği yağmur (rahmet) ile ekinler, zeytinlikler, hurmalıklar, birbirine benzeyen-benzemeyen üzümler, nar bahçeleri envai çeşit meyveler yarattığını hatırlatmış, bu suretle bazı yiyeceklere örnek kabilinden dikkat çekmiştir. Mesela balda insanlar için şifa olduğunu beyan buyurup aklını kullanabilen insanlar tarafından bunun iyi düşünülüp takdir edilmesini emretmiştir. Zeytin ile ilgili olarak “Tur-i Sina’da da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki bu ağaç hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) verir.” buyurularak zeytinin faydalarına vurgu yapmıştır. Kur’an’da incir üzerine yemin edilerek o övülmüş, Arapların aşina oldukları ve temel gıdalarını teşkil eden hurmadan Kur’an’da 20 defa bahsedilmiştir.

Benzer şekilde Resul-i Ekrem “Zeytinyağı yiyiniz, vücudunuzu onunla yağlayımız; çünkü zeytin mübarek bir ağaçtır.” buyurmuş, keza “çok faydalı bir bitki olduğu”nu ifade etmek için ‘tergib’ sadedinde “Çörek otu ölüm hariç her derde devadır.” diyerek, sözü edilen bu vb. bitkilere, dolayısıyla bitkilerde Allah’ın birtakım şifalar yarattığına dikkatlerimizi çekmiştir.

Ümmetinin her problemiyle yakından ilgilenen Hz. Peygamberin hastalık durumunda onu tedavi etmek için ashabına çoğu o coğrafyada bilinen şifalı bitkileri ve bazı ilaçları kullanmalarını, o toplumda uygulanagelen tedavi metotlarından uygun gördüklerini tavsiye ettiği, bazılarını ise yasakladığı, tedavi olmak maksadıyla hekimlere başvurduğu, “ashdabının da ehil hekimlere tedavi olmalarını teşvik ettiği ve kendi zamanının imkânları çerçevesinde bazı tedavi metotlarını uyguladığı bilinen bir husustur.” Hz. Peygamber; sıtmayı (hummâ) soğuk su ile tedavi etme gibi tabii metodlar, dua ve okumada (rukye) olduğu gibi manevi yollar, hacamat yaptırmak, bitki ve yiyeceklerle tedavi gibi an’anevi usuller uygulamıştır. Allah Resulünün bal ve incir yenilmesi, bal şerbeti içilmesi, deve sütü ile birlikte bal ve arpa çorbası tüketilmesi gibi tavsiyeleri bu çerçevede değerlendirilebilir.

İslâm kültüründe beslenme, inançla yakından ilgili olup beden ve ruh sağlığının korunmasında önemli bir rol üstelenmektedir. Bundan dolayı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren Müslümanlar, Kur’an’da sözü edilenlerin yanı sıra hadislerde tavsiye edilen “bal, zeytin, zeytinyağı, hurma, zencefil, çörek otu, sinameki, sennût, údihindi, deve sütü” gibi yiyecek ve içecekleri tedavi amaçlı olarak kullanmışlardır. Bunların ilmî değeri, alanın uzmanlarının konusudur. Ancak şu kadarını ifade edelim ki son yirmi yıldan bu yana hücre ve moleküler biyoloji üzerin de yapılan önemli araştırmalar zeytinyağının; fındık, ceviz, üzüm, kayısı vb. meyvelerin ve bunların çekirdeklerinin, diğer bazı meyve ve sebzelerin kalp hastalıklarını, şeker hastalığını, yaygın kanser hastalıklarını, dejeneratif hastalıkları ve erken yaşlanmayı önlemede müsbet etkiye sahip olduğunu ortaya koymuştur.

Helal, temiz ve sağlıklı gıdalarla beslenme

Beslenme ile ilgili ilkelerden ilki, helal, temiz ve vücuda faydalı gıdalarla beslenilmesidir. Kur’anda Resulullah’ın şahsında bütün ümmete “Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin...” diye emredilir. Helal ve temiz gıda o kadar önemlidir ki bazı rivayetlerde “haramla beslenen kişinin dua ve ibadetinin kabul edilmeyeceğinden bahsedilmektedir.” Allah Resulü, haramda şifa olmadığı, şarap ve haramla tedavinin haram olduğu, azı haram olan şeyin çoğunun da haram olduğu şeklinde genel fıkhi prensipler koymuştur.

Bu çerçevede Allah ve Resulü necis olmaları ve insan vücuduna bilinen bilinmeyen birtakım zararlarından dolayı domuz, kan, ölü hayvan etini ve Allah’tan başkası adına kesilen kurban etlerini haram kılmış, sünnette bunlara ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan yırtıcı hayvanlar ile pençesi ile avını parçalayan yırtıcı kuşlar, eşek ve katırın yenilmesini ilave etmiştir.

Helal ve temiz gıdaların tüketilmesinin emredilip haram ve necis (pis) yiyeceklerin yasaklanmasındaki hikmetlerin başında bunların insan vücuduna zararlı olmaları gelmektedir. Bu “illet”ten hareketle hormonlu ve genleriyle oynanmış gıdalar aynı kategoride değerlendirilebilir. Bunlar zararlı olduğundan mümkün mertebe bu tür gıdalardan uzak durmak, emanet olarak verilen sağlığı korumak ve bu hususta şuurlu davranmak gerekir.

Az yeme

Kur’an’da “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” buyurulması ölçülü davranmayı, aşırı gitmemeyi emretmektedir. Bu ayet, haramları yasaklayıp helâllere teşvik ederek ve aşırı gitmeyi yasaklayarak sıhhati koruma metotlarını kendinde toplamaktadır. “İsraf etmeyin.” emri, helalleri bırakıp haram kılınanları yiyip içerek “Aşırı gitmeyin.” demek olduğu gibi “gereğinden fazla yiyip içmeyin”, şeriatta aşırı yemek ve içmek suretiyle israf yasaklandığı gibi aç kalıp vücudun takattan düşmesine sebep olmak, visal orucu tutmak da yasaklanmıştır. O halde bu ayeti “Her şeyde olduğu gibi yeme içme konusunda da dengeli hareket edin” diye yorumlamak mümkündür.

Allah Resulünün yemek konusunda çok mütevazı davrandığı, hatta çoğu zaman aç kaldığı bilinmektedir. Müminlerin annelerinden Âişe (r.anhâ), “Evimizde bazen iki üç ay geçerdi de ateş yanmazdı, ‘Esvedan (iki siyah)’ yani hurma yiyip su içerdik.” demesi bu durumu ortaya koymaktadır. Resul-i Ekrem’in ve ehl-i beytinin aç kalması, bazen zaruretten ve yiyecek bulamadıklarından kaynaklanmışsa da onlar, genişlik zamanlarında da az yemeği tercih etmişlerdir. Yine Hz. Âişe’nin naklettiğine göre Resulullah ve eşleri, üst üste iki gün arpa ekmeği bulup yiyememişler ve bu durum Resulullah sağ olduğu sürece devam etmiştir.

Hekimlerin tespitlerine göre aç kalmanın; vücudu toksin, bakteri ve virüslerden arındırmak, vücudun yağ ve protein depolarını yakmak, zararlı hücrelerin oluşmasına mâni olmak, kilo dengesini sağlamak gibi faydaları bulunmaktadır. Öyle ki vücût aç kalınca faydalı bakteriler zararlı bakterileri tüketmeye başlamaktadır. Bir rivayette “Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz.” diye geçmesi son derece manidardır.

Acıkmadan yememe ve doymadan sofradan kalkma

Sünnette üzerinde en çok durulan diğer bir ilke, ‘acıkmadıkça yemek yememek ve doymadan sofradan kalkmaktır. Bundan dolayı hekimler ve İslâm uleması en sağlıklı beslenmeyi midenin üçte birinin yemekle, üçte birinin su ile doldurulması ve üçte birinin de boş kalması ölçüsüyle özetlemişlerdir.

Asr-ı Saadet’te Müslümanların diğer toplumlara göre daha az hasta olmasının acıkmadan yemek yememe ve doymadan kalkma’ ile sıkı bir ilişkisi olmalıdır. Bundan dolayı hadislerde belirtildiği şekilde vücuda zararı olan tıka basa yemekten kaçınılmalı, midenin üçte biri gıda, üçte biri suyla doldurulmalı, geri kalan kısım hazım için boş bırakılmalıdır.

Sünnette tavsiye edilen diğer bir husus doymadan, daha iştahı varken sofradan kalkmak, toka basa mideyi doldurmamaktadır. Nitekim Allah Resulünün, “Âdemoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki Âdemoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Mutlaka yemesi gerekiyorsa o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın” buyurması bu hususta oldukça dikkat çekicidir. Resul-i Ekrem müminlerin beslenme konusunda da dengeli olmalarını ve aşırıya kaçmamalarını tavsiye etmiştir: Resulullah; “Mümin bir kişilik (az), kâfir ise yedi kişilik (çok) yer ve içer” tespitinde bulunarak aşırı yeme içmeyi kınamış, fazla yediği için geğiren kimseyi de uyarmıştır.

Modern tıbbın da üzerinde ciddiyetle durduğuna göre, aşırı yeme hazım problemine, mide ve kalp rahatsızlıklarına yol açmakta, kalbin yanı sıra besinleri hazmetme, depolama ve vücuttan atma ile ilgili uzuvları da yormaktadır.

Dünyada milyonlarca insan açlık sınırında ve pek çoğu yeterli beslenmediği için ölümle karşı karşıya iken, diğer bir kesim aşırı beslenmekte ve dolayısıyla aşırı kilolu (obez) sayılmaktadır. Obezite kalp hastalığı, diyabet tip 2, bazı kanser türleri ve osteoarthritis (kemik rahatsızlığı) gibi hastalıkları tetiklediğinden çağımızın en tehlikeli hastalıklarındandır. Halbuki vücudun ihtiyacı çok yemek değil, düzenli, dengeli ve vaktinde olmak şartıyla faydalı ve sağlıklı gıdalarla beslenmektir.

Fizyolojik duruma ve mizaca göre beslenme

Modern tıbbın bugün geldiği nokta, teşhis ve tedavide fizyolojik farklılıkları da dikkate almaktır. Tıbb-ı Nebevi’de hastalar homojen olarak kabul edilmez; zira mizaçlar ve fizyolojiler farklı farklıdır. Nitekim bir hasta Allah Resulüne gelip “Ya Resulullah! Karnımda ağrı var.” diye şikâyette bulununca ona ısrarla bal yemesini tavsiye etmiştir. Ancak başka biri çocuğunun hasta olduğunu bildirince Resul-i Ekrem’in tavsiyesi, onu “Sadaka ile tedavi et.” şeklinde olmuştur. Beslenme konusunda da bu ilke geçerlidir. Şu halde bu hadislerden de anlaşıldığı üzere bal şifalı olsa da her bünyeye ye yaşa uygun olmayabilir.

Dengeli beslenme

Yukarıda bahsi geçen az yeme ve sofradan doymadan kalkma; aç kalma, vücudun ihtiyacı olan vitamin, protein, kalsiyum vb. elementleri yeterince almama anlamına gelmemektedir. Zira sağlığı korumak ve geliştirmek için vücudumuzun ihtiyacı olan gıdaların yeterli miktarda ve uygun zamanda alınması şarttır. İhtiyaçtan fazla besin tüketilmesi, fazlalıkların vücutta yağ olarak depolanmasına yol açtığı gibi vitamin, kalsiyum, protein vb. eksikliği de bazı hastalıklara sebep olmaktadır.

Yemek ile ilgili bazı sünnetler

  • Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra elleri yıkamak,
  • Besmele ile başlayıp sonunda elhamdülillah vb. diyerek dua etmek,
  • Sağ eli kullanmak,
  • Yemeği hızlı ve çok sıcakken yememek,
  • Zaruret yoksa ayakta ve bir yere dayanarak ya da yatar vaziyette değil oturarak yemek,
  • Tabağın ortasından değil önünden yemek,
  • Yemeği yiyeceği kadar alıp tabakta yemek bırakmamak,
  • Yemeği eleştirmemek,
  • Yemeği başkaları ile paylaşmak ve birlikte yemek,
  • Yemekten sonra ağzı ve dişleri temizlemek vb. yemek ile ilgili Allah Resulünün uygulamalarından bazılarıdır.

Tıbb-ı Nebevi’de tavsiye edilen bazı yiyecek ve içeceklere modern tıbbın yaklaşımı

a. Zeytinyağı

İslâm coğrafyasında zeytinyağı hem yemeklerde hem kozmetikte sabun olarak kullanılmaktadır. 2004 yılında, Amerika merkezli The Federal Drug Administration (FDA), doymamış yağ ihtiva etmesi sebebiyle günde iki yemek kaşığı (23 gr) zeytinyağı tüketmenin, koroner hastalık riskini azaltmada faydası olduğunu duyurmuştur.

b. Bal

Şüphesiz bal, iç ve diş hastalıkların tedavisinde kadim dönemden bu kullanımla gelen, koruyucu ve tedavi edici yana özellikleri ile bilinen bir şifa kaynağıdır. O kadim dönemden beri akciğer, verem gibi rahatsızlıklarda, yaraların tedavisinde de kullanılmaktadır. Uzun ve sağlıklı yaşamak, yaşlılıkta hareket azlığına derman olmak için de kullanılmaktadır. Ayrıca bal; bileşiminde bulunan çeşitli vitaminler, mineraller, organik asitler ve enzimler nedeniyle sindirimi kolay, besleyici ve pek çok hastalığa karşı koruyucu ve tedavi edici özellik gösteren fonksiyonel bir gıdadır.

c. Deve sütü

Geleneksel Arap ve İslâm tıbbında geniş bir kullanım alanı olan deve sütü, hadislerde yararlarından söz edilen ve içilmesi tavsiye edilen içeceklerdendir. Deve sütü, geviş getiren diğer hayvanların sütlerinden farklıdır. Az miktarda şeker ve protein içermesine karşın sodyum, potasyum, demir, bakır, çinko ve magnezyum gibi elementlerle yüksek miktarda A, B2, C ve E vitamini ihtiva eder. Alerjiye yol açmadığı gibi bağışıklık sistemini güçlendirir. Bu sebeple bedeviler hepatit, ülser, astım, verem, diyabet, dalak, grip, yüksek tansiyon gibi pek çok hastalığın tedavisinde bilhassa temiz ve tabii kırlarda otlayan (berrî) develerin sütünden yararlanmaktadırlar.

d. Hurma

Kur’an’da yirmi üç yerde bahsi geçen ve hadislerde sıhhî faydalarına temas edilen hurma, pek çok Arap ülkesinde yetişen bir meyve olup beslenmede önemli bir yer tutmaktadır. Meryem Suresinde Hz. Meryem’in oğlu İsa’yı bir hurma ağacının altında dünyaya getirdiği sırada kendisine ağacı silkelemesi ve üzerine dökülen taze hurmadan yemesi vahyedilmiştir. Hz. Meryem’e doğum sonrasında taze hurma yemesinin tavsiye edilmesi onun kıymetine işaret sayılmıştır. Resulullah’ın, ehlinin ve ashabının en çok temin edebildikleri gıda hurma olup Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre Resulullah’ın sağlığında genellikle onlar, hurma, süt ve su gibi bulabildikleri gıdalarla karınlarını doyurmuşlardır.

Resul-i Ekrem, hurmanın gıda değerini vurgulu bir şekilde ifade etmek için, içinde kuru hurma (temr) bulunan hane halkının aç kalmayacağını, kuru hurmadan mahrum ev halkının aç sayılacağını ifade buyurmuştur. Hatta hurma, Resulullah’ın ne zaman yenilmesi gerektiğini belirtmeye varıncaya kadar üzerinde durduğu bir meyvedir.

Şarihlerin kaydettiğine göre Resulullah’ın kendi eliyle dikmesi sebebiyle Medine’de yetişen acve cinsi hurma, cennet meyvesi olarak nitelendirilmiş, sadece besin değeri ile değil zehre karşı koruyucu özelliği ile de hadislerde dikkat çekilmiştir. “Her kim her gün sabah acve hurmasından yedi adet yerse sihir ve zehir ona zarar vermez.”, “Medine’nin Aliye bölgesinde yetişen acve hurması şifadır ve sabah yenirse panzehir ve ilaçtır.” Hadislerde aç karna yenilen hurmanın asalakları öldüreceği haber verilmiştir. Elbette bütün bu rivayetlerde ifade edilen faydalar, tabip ve eczacıların tahlil ve deneyleri ile tespit ve tahkik edilecek hususlardır.

Geleneksel tıpta hurma; boğaz iltihabı, soğuk algınlığı, bronşit gibi hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Hurma yağ, mineral, protein, lif, A, B1, B2 ve C vitaminleri bakımından zengin olup aynı zamanda antioksidandır.

e. Çörek otu

Hadislerde çörek otunda şifa olduğu haber verilmiştir. Çörek otu İslâm tıbbının yanı sıra geleneksel Hind ve Çin tıbbında da koruyucu özelliğinin yanında bronşit, astım, baş ağrısı, dizanteri, enfeksiyon, şişmanlık, sırt ağrısı, yüksek tansiyon, gastro problemi gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde eskiden beri kullanılmaktadır. Çörek otu annelerin sütlerini artırıcı, çocukların bağışıklık sistemlerini geliştirici ve hastalıklara karşı dayanıklılığı artırıcı olduğundan Akdeniz mutfağında çok kullanılır.

Ancak burada zikredilen gıdaların her bünyeye aynı şekilde tesir etmeyeceği, herkes için kullanılmasının isabetli olmayacağı açıktır. Bunların zikredilmesi o dönemde temin edilebilen ve Araplar tarafından bilinip kullanılan gıdalar olmasındandır.

Sonuç

Tıbb-ı Nebevi ile ilgili hadislerin değerini tam olarak vuzuha kavuşturabilmek için Allah Resulünün tavsiye ve davranışlarını -birbiri içine girmiş olduğundan kesin bir sınırını çizmek güç ise de- ‘dinle ilgili olan ve dinle ilgili olmayan’ şeklinde ikiye ayırarak değerlendirmek isabetli görünmektedir. Bununla beraber Resulullah (a.s.) bize sadece dini meselelerde değil, dünyevi hususlarda da rehberdir. Bu sebeple o, dinî hususlarda olduğu gibi dünyevi hususlarda da hükümler verir, ilkeler koyar. Onun dini alanda koyduğu hükümler bağlayıcıdır; ancak dünyevi hususlarda ‘bağlayıcı olan’ Allah Resulünün bu hususta koyduğu ‘temel ilkeler’dir; tafsilatta ise insanlar akıllarına, örflerine, yaşadıkları çağın imkânlarına göre hareket edebilirler. Tıpla ilgili hadislerde de durum böyledir.

Bu sebeple tıbba dair hadisler, Müslümanlar nezdinde büyük bir değeri haizse de onlar sünnette tavsiye edilen her bir tedavi metodunu günümüzde de uygulamakla yükümlü değillerdir. Hz. Peygamberin tıbbi bilgileri, içinde yaşadığı toplum ile çevre kültürlerin tecrübelerinden ve çağının imkânlarından bağımsız olmamakla birlikte o, ‘metlüv ve gayr-i metlüv vahye mazhar olduğundan, onun bu husustaki tavsiyeleri, müminler için her çağda yol gösterici ve bilginler için ufuk açıcıdır.

Ayrıca Resulullah’ın (s.a.) bizzat kendisinin hekimlere tedavi olması ve ashabını da ehil hekimlere yönlendirmesi, Resul-i Ekrem’in tecrübi tıbba verdiği değeri gösterdiği kadar bize takip etmemiz gereken usûlü de öğretmektedir. Resulullah; vahiyden beslenen bilgisi, kâmil aklı ve tecrübesi ile beslenme konusunda da ümmetine örnek olmuş ve bu hususta modern tıbbın daha yeni tespit ve takdir edebildiği birtakım ilkeler koymuştur. Helal, temiz ve sağlıklı gıdalarla beslenme, az, düzenli ve vaktinde yeme, dengeli ve kararında beslenme, acıkmadan yememe, doymadan sofradan kalkma, fizyolojik duruma ve mizaca göre gıda seçme ve beslenme bu ilkelerden bazılarıdır. Bizim uymak zorunda olduğumuz öncelikle bu ilkelerdir.

Son olarak bu makalede bahsi geçen ve hadislerde övülen bal, çörek otu, zeytinyağı, zencefil, sennut, sinameki, hurma, deve sütü gibi yiyecekler hakkındaki ilmi araştırmalar günümüzde de devam etmektedir. Unutmayalım ki bunlar Allah Resulünün yaşadığı dönemde temin edilebilen ve faydası tecrübe edilmiş gıda ve bitkilerdi. Ancak geleneksel ilaçların ilaç olarak değerlendirilebilmesi ve ilmî yönden kabul edilebilmesi için -faydaları inkâr edilmemekle beraber- ilmi parametreler ile test edilmesi gerekmektedir. İlmî deney ve testlerle ispat edilebilecek hususlarda subjektif değerlendirmelerden kaçınmak gerekir; çünkü araştırmalara bağlı olarak bu konudaki tespit ve kanaatler zamanla değişebilmektedir. Şu halde sünnetteki araç amaç ilişkisini, değişken olanlarla sabit hedefleri, kısaca Resulullah’ın (s.a.) maksat ve muradını doğru anlayıp ona göre hareket ederek gerçek manada sünnete ittiba etmiş oluruz.

İbrahim Kutluay

Keşkül dergisi, 41. sayı