Maaile 57. Sayı
Adına yakışan konuları kapağına ve sayfalarına taşımaya devam ediyor Maaile Dergisi. Konuların ana teması; “aile.” Koruyup gözetlememiz gereken en önemli kalemiz ailemiz. Hassasiyeti yüksek yazılar var dergide. Emeği geçenleri kutluyorum. Biz bir aileysek kıstaslarımız iman üzere olmalı. Hem de her yerde ve her zaman. Tatil mevsimindeyiz. Tatil demek her şey mübah anlamına gelmiyor. Hassasiyetlere dikkat çeken bir yazıyı paylaşacağım.
Kriz… İtidal… Şükür… Kendime iyi geliyorum…
Gülay Ayvazoğu, yol haritası samimiyetinde bir yazı kaleme almış. Dört yol işareti sunuyor bizlere. Hepsi de bizi mümin olma çizgisine çeken işaretler bunlar.
KRİZ
“Büyük ve küçük krizler yaşarız günlük hayatımızda. Bazıları ülkeler arası savaşa sebep olan krizler, bazıları da bizim hayatımızı anlamlandıracak küçük krizler. Krizler yaşanır, sıkıntılar insanın olduğu her yerde olur; üzüntü, gam, keder, telaş, mutluluk, heyecan, sevinç insanlar içindir. Her duyguyu bir arada yaşayabilen insanoğlu, duygularının sevk ve idaresini kendi elinde tutabildiğinde hayata yüklediği anlam, yaşadığı pay ve paydada bütünlük kazanır. Belki de burayı kaçırdığımız için daha gerginiz, ülkelerdeki yaşanan psikolojik hastalık oranları her geçen gün daha da artıyor. Daha kırılganız, daha asabi, hatta tahammülsüz, kabayız. Belki nezaketi umursamıyoruz ya da!”
İTİDAL
“Kelime anlamı aşırıya kaçmamak, orta yolda olmak, ölçülü olmak olarak geçer. Günümüzde birçok kelime gibi itidal kelimesi de sık kullanılmamaktadır. Sadece kelimenin kendisi değil, taşıdığı anlamda hayatlarımızdan oldukça silinmiştir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da hayatlarımıza örnek bir Peygamberin ümmetiyiz. Peygamberimiz itidalli olma ve yaşama konusunda bize, yeme içmeden, iletişime, davranış metoduna, yatıp-kalkmaya kadar her alanda ayrı örnek teşkil etmiştir. Mümin fıtratındaki bu özelliğine sahip çıktığı sürece huzuru iç dünyasına taşır, mutluluğu yaşam felsefesi yapar. Çünkü itidalli olmak; mümince yaşamanın gereğidir.”
ŞÜKÜR
“Mesela nefes almanın şükrünü unuttuk da başımıza gelen musibetleri sorguladık. Gidemediğimiz yerlere, yiyemediğimiz yemeklere, giyemediğimiz kıyafetlere, oturamadığımız sofralara, elimizin altında olmayanlara, olanlara inat şikâyet ettik, sızlandık, mutsuz olduk. Göremedik belki de sağlıklı yaşamın ne kadar önemli olduğunu. Özgürce nefes alabilmenin, kısıtlamasız sokağa çıkmanın, sevdiklerimize özgürce sarılmanın kıymetini bilemedik belki. Şükrettikçe çoğaldığımızı, kanat ettikçe büyüdüğümüzü, sabrettikçe yükseldiğimizi bilemedik.”
KENDİME İYİ GELİYORUM
“Kendime daha iyi geliyorum artık. Günlük yapabildiklerimle mutlu olmayı öğrendim. Beş çayında çocuklarla buluşmak mesela. Görüşemesem de gerçek dostlarımın sesini duymayı. Güneşi görmeyi, yağmuru izlemeyi, sevdiklerimden aldığım mesajları. Kendim için yaptığım bir fincan kahveyi, yanında birkaç sayfa kitap okuyabilmeyi, saksıda yetiştirdiğim maydanozu, kızımın yaptığı tuvali duvara asmayı, günlük yaşantımızın içinde ne çok mutluluk var aslında. Kendime iyi geliyorum artık. Daha çok okuyorum mesela. Kendimi geliştirmek için zaman ayırıyorum.”
Sosyal Medya Ne Kadar Sosyal?
Hayatımızın tam da merkezine yerleştirilmiş bir bomba gibi aramızda duruyor sosyal medya. Adı ne kadar “sosyal” olsa da bireyselliğin zirve yaptığı bir alandan bahsediyoruz. Herkes kendini işaret ediyor sınır tanımaz bir şekilde. Kader Siviloğlu Gezer, sosyal medya güvenliği hakkında bir yazı kaleme almış. Bu alanda ne kadar güvensiz olduğumuz muhakkak. Yazıda verilen mesajlar çok önemli noktaları işaret ediyor.
“Bu uygulamaların üreticileri sürekli olarak verilerimizi topluyor… Telefon numarası, e-posta adresi, T.C. kimlik numarası ve hatta hesap bilgilerimizi…”
“Elbette alınacak önlem metotları var. Kullandığımız uygulama sahipleri bu anlamda çeşitli hizmetler sunuyor fakat netice itibari ile asıl veriyi toplayan da yine kendileri. Yani sadece kendi topladıkları veriyi güvende tutmuş oluyorlar. Biz yine de tedbiri elden bırakmayarak bu güvenlik adımlarını harfiyen yerine getirmeye çalışalım. Özellikle iki adımlı hatta üç adımlı doğrulama yöntemlerini kullanmamızda fayda var.”
“Aynı yöne kanalize edilmiş insan tipleri, moda, eğlence, sinema, müzik, alışveriş kültürü, siyasi yönelim, inanç dünyası neredeyse aynı olan, yeni bir insan topluluğu oluşturulmaya başlandı.”
Geçmiş Milletlerin Akıbetine Bak
Şenay Şeker, Lut kavminden günümüze bakan bir bakış açısıyla ele almış yazısını. Bugün yaşananlar, durumumuzun çok da iyi olmadığını gösteriyor. Lut kavminin helakine sebep olan ne varsa bugün göz önünde yaşanıyor. Hem de meşru dairede. Şeker, ayetler eşliğinde alınacak derslere dair notlar paylaşıyor bizlerle.
“Allah-u Teala hidayet rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de geçmiş milletlerin akıbetlerini bildiren kıssalara da yer vermiştir. Bunun sebebi insanların ibret alması içindir. Filistin toprakları birçok peygamber efendilerimize ve ümmetine hicret yurdu olmuş ve Kur’an’ı Azimüşşan’ın ifadesiyle arz-ı mukaddes denilen bu topraklar sayısız mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu bereketli topraklarda tebliğ vazifesini yapan peygamberlerden birisi de Hz. LutAleyhisselam’dır. Allah (c.c.) tarafından kendisine üstün meziyetler verilen Hz. Lut (a.s.), dünyanın en çirkin günahını işleyen sapkın bir kavme gönderilmiş ve yirmi dokuz yıl boyunca bu kavim ile mücadele etmiştir. Allah (c.c.) tarafından azaba uğratılan Lut kavminin akıbeti kıyamete kadar bu çirkin amelleri işleyenlere bir ibret vesikası olmuştur.”
“Hz. Lut, kavmiyle çok mücadele etse de onları içinde bulundukları ahlaksızlıktan geri döndürememiş ve hatta kavmi Hz. Lut’un ve ona iman edenlerin şehri terk etmelerini istemişlerdi.”
“Hz. Lut Aleyhisselam’ın karısı aynı Hz. Nuh Aleyhisselam’ın karısı gibi eşine ihanet etmiş ve imana ermemişti. İsmi Vahile olan karısının Lut kavminin sapkınlıkları karşısında nemelazım bir tavır sergilemesi helakine sebep olmuştu. Bu iki kadının durumu Kur’an-ı Kerim’de bir ibret tablosu olarak anlatılmaktadır. Zira peygamber eşi olmak ve en yakınında bulunmak, iman etmedikçe kurtuluşa ermeye yetmemektedir.”
İslâmsız Saadet Olmaz
Temel kaidesi ve kıstası İslâm olarak yaşamak zorunda her mümin. Huzurun, saadetin yolu da rehberi de İslâm’da. Nazile Şanal, İslâmsız Saadet Olmaz isimli yazısında bizlere sonsuz bir rehberi işaret ediyor. Aileyi merkeze alan geniş açılımlı bir yazı bu.
“Rabbimiz insanın fıtratına uygun olanın her türlüsünü sınırsız yaratmış hatta her yerin insanına göre iklimine göre taksim etmiş. Musavvir isminin tecellisiyle donatmış dünyamızı; sınırı da koymuş. Helaller: İnsanın hayrına faydasına ihsanına sebep olanlar. Haramlar: İnsanın zararına ve ifsadına sebep olanlar.”
“– Anne, eş-kadın, kardeş neslin teminatıdır. En temel değerlerimizi bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu kez ayet ve hadislere daha çok yer ayırıyorum özellikle bilinçli olduğunu iddia eden ya da öyle bildiklerimizin bu konular üzerindeki hassasiyetimizi eleştirileri bertaraf olsun isterim.”
Fatma Kamile Hanım
Rümeysa Kocamaz Akgün, bizlere Fatma Kamile Hanım’ı tanıtıyor. Mutasavvıf ve şair olan Fatma Kamile Hanım’ı hayatı ve eserleriyle tanıyoruz.
“16 Eylül 1939 senesinde Balıkesir’de dünyaya gelir Fatma Hanım. Balıkesir’in Keşkekzade ailesinden olan Hayriye esnafı Hacı Mehmed Efendinin kızıdır. Hacı Mehmed Efendi kızını İslâmi ilimler alanında eğitim alabilmesi adına büyük gayret gösterir. Zamanının değerli hocalarının tedrisatından geçen Fatma Hanım, 8 yaşına geldiği zaman Kur’an-ı Kerim’i hıfzeder.
“O döneme değin yazılmış şiirleri oku-yarak şiir heyecanını daha da de-rinleştirir. Şiirin manevi ve büyülü havasına kapılır gider. Şiir sevdası duygularını ifade şekli evlilik haya-tına da derin tesirler eder. Babası ile aynı isme sahip Hacı Mehmed Efendi ile izdivaç kurar ve iki hayırlı evlat dünyaya getirir. Hayatı ve sözleri şiir olan bu hanımefendi de eşine ve çocuklarına karşı hep aynı muhabbeti besler.”
“Fatıma Kâmile Hanım, ömrünün son demlerinde felç ve başkaca hastalıklarından dolayı yataktan kalkamayacak duruma gelir. Ancak bu durumundan şikâyet etmek yerine son nefeslerini Allah rızasına mazhar olabilmek adına geçirmeyi tercih eder. Yine mübarek gecelerden bir kandil gecesi hanesine sakal-ı şerifi getirtmiş ve Efendimiz (S.A.V.) adına mevlit okutmuştur.”
Bilmeden işin esasın
Silemezsin kalbin pasın
Giydiğin gaflet libasın
Soyup üryan olmayınca
Yollar uzun menzil ırak
Varamazsın iyice bak
Seni yoktan var eden Hâkk
Sana nasip kılmayınca
Erik Ağacı Öykü
10. sayısına ulaştı Erik Ağacı Öykü Dergisi. Yeni tanıdığım dergilerden Erik Ağacı Öykü. Edebiyatın tüm türlerini barındıran bir zengin içeriğe sahip dergi. İki aylık periyotlarla çıkıyor.
İşittim, Kabul Ettim Diyebilmek
Hatice Eğilmez Kaya, “İşittim, Kabul Ettim Diyebilmek” isimli yazısında “itiraz”dan yola çıkarak kaybettiğimiz orta yola dikkat çekiyor. Redde yaslı bir hayatımız var artık. Hatta dinlemeden reddetmek. Özellikle gençler arasında moda haline geldi her şeye itiraz etmek. Telkinleri oldukça yerinde Kaya’nın. Yeter ki işitilsin ve kabul ettim denilsin.
“İtiraz etmek, her söylenene bir kulp bulmak günümüzde adeta moda hükmünde bir alışkanlık… Birbirimizin fikirlerini kabul etmemek üzere koşullanmışız bugünlerde. “İşittim, kabul ettim” diyebilmek ne güzeldir, ne övülesidir oysa.”
“En önemli marifet ise işitip kabul ettiklerimizi dile getirebilmek bana kalırsa. Evet, gereksiz iltifatlarda bulunmak, her söyleneni beğenip kabul etmek karakter zafiyetinin belirtisi olarak değerlendirilebilir. Bu değerlendirme çoğunlukla doğrudur üstelik Buna rağmen bir sözü doğru, bir şeyi güzel buluyorsak bunu ifade etmekten hicap duymamalıyız. Asıl mahcubiyetimiz Hak tanımazlık, kıymet bilmezlik olmalı.”
“Söylediğimiz sözleri gönlümüzün eleğinden geçirip söylesek, bu sözleri söylemeden önce onların narıyla yansak, başkalarının canlarını acıtmak için değil yaralarını sağaltmak için konuşsak dönebilir miyiz acaba o kutlu demlere?”
Distopyada Varoluş Sancıları Çeken Bir Yazar George Orwell
Değerini hiç kaybetmeyen ama son zamanlarda popüler kültürün bile ağına takılan bir yazar George Orwell. Eserlerinin hâlâ büyük bir beğeni ile okunması elbette sevindirici bir durum. Huzursuz ruh halinin ve sorgulayıcı bakış açısının en önemli yazarlarındandır Orwell. Serpil Tuncer, eserleri bağlamında Orwell’i distopya ve varoluş kavramları merkezinde ele alıyor.
“Dünya edebiyatında distopik eserden söz etmek gerekirse ilk akla gelen George Orwell’in ‘1984’ adlı başyapıtıdır. İlk defa John StuartMill tarafından kullanılan “distopya” kelimesi gerçekte hangi anlama karşılık geliyor diye soracak olursak, ütopyanın tersi denilebilir. Ütopya, gerçekte mevcut olmayan, ileriye yönelik tasarlanan ideal toplum biçimidir oysa distopya, ütopik toplum anlayışının antitezi olarak kullanılır.”
“Paris’teki günlerinden sonra Orwell ülkesine geri döner. Polislik yaparken edindiği deneyimler nedeniyle değişen fikirleri artık netleşmektedir. Birmanya dönüşünde kendini anarşist sayan yazar, 1930’lu yıllarda kendini sosyalist olarak görmektedir. Fakat gördüğü eksiklik ve yanlışlıklara eleştiri getirmeyi de ihmal etmez. Bu dönemde İngiltere’nin kuzeyindeki yoksul madencilerin yaşayışlarına ilişkin gözlemlerini anlattığı ‘Wigan Rıhtımına Giden Yol’ adlı eserinin sonlarında o günlerin sosyalist hareketlerine eleştiriler yöneltmekten geri kalmaz.”
“Orwell 1943 yılı sonlarında ‘Hayvan Çiftliği’’ni yazmaya başlar. Kitabını bitirdiğinde ise hemen yayınlatamaz. Bunun nedeni savaşta İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile aynı tarafta yer alıyor olması ve bu kitabın ilişkileri olumsuz etkileyebilme ihtimalinin olması idi. Bu yüzden kitap II. Dünya Savaşının sona erdiği, ABD ve İngiltere’nin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin bozulmaya yüz tuttuğu bir sırada, Ağustos 1945’te yayınlanır.”
Kendi Yol Haritanı Çizebilmek
Salgın günlerinde en çok da kendimizle baş başa kaldık. Sorgulayıcı bir hayatımız olduğu muhakkak. Yolumuzu şaşırdığımız da şüphesiz. Çıkışı ancak yine kendimiz bulacağız. Gülay Güreş, Kendi Yol Haritanı Çizebilmek diyerek insanı kendine çağırıyor kurtarıcı olarak. Çıkış yolunun adresi belli.
“Pandeminin başladığı ve sanırım bitmek bilmeyecek süreci arasındaki zaman diliminde, kendi hayatıma kattığım bana iyi gelen daha doğrusu iyi hissettirdiğini yeni anladığım ‘yol al çünkü yürümek iyidir’ duygusuyla yürüyüşlere başladım ve böylece beynimin tozlu kısmına bir puf dedim sanırım. İşte oradan, bilicimin farkında olmadan altlarına doğru ittiğim bazı dürtüler, yukarı doğru zıplamaya başladı.”
“Kendimi bulmanın yolunu mu arıyordum acaba? İçten içe yeniden evirilmeye mi çabalıyordum? Bu bir kayboluş muydu, arayış mı? Eğer öyleyse bu bilinmezliğin içinde geçirdiğim her saniye beni asıl benliğime bir adım daha yaklaştırabilecek miydi?”
“Kaybolmuşluğun içinden yazarak kurtulabileceğimi biliyordum artık. Yürüdükçe kendime sorduğum sorular, bu soruların ardından gelen yazma dürtüm giderek artıyordu. Kendime ait bir alanı tekrar keşfetmiş gibiydim ve sanırım bu keşif, beni de yeniden şekillendirecekti. Daha çok yürüyecek daha çok şey fark edecek ve daha çok yazacaktım.”
Erik Ağacı Öykü’den Öyküler
Yasin Tatar - Aşamadım Yollar Seni
“Asfalt yolun solundaki açıklıktan, kum zemine kırdı direksiyonu. Hızını düşürüp park için dikilmiş ‘’T’’ şeklindeki çubuklara yanaştı. Kalın tekerlerinden havalanan toz, tırın gövdesini sarmıştı. Kontağı ters çevirip susturdu titreyen devi. Yüzünü ekşiterek kollarını arkadan kavuşturup gerindi. Omzunun üstünden serçe parmağına astı ceketini. Kapının altındaki merdivenden bir basamak inip yere atladı.”
“Ağacı saran beyaz kablosuyla daldan sarkan megafondan kısa bir öksürük duyuldu. Tesis yetkilisi az evvel tıra yanaşan, körüklü, rengi kaçmış bir otobüsün kalkışını duyuruyordu. Muavin parmağıyla tıkadığı hortumdan fışkırttığı suyla ön camı son kez yıkadı. Durulanan camın gerisinde ‘Varto’ yazılı levha daha bir canlı gözüktü.”
Analı bacılı epey kalabalık bir küfür fırlamak istedi gırtlağından. Çıkmadı bir türlü, kurudu kaldı. Hırsla çekti kapıyı üstüne defteri tekrar koynuna sokacaktı ki birden fotoğrafı güneşliğin şeffaf gözüne koyup bir kenara fırlattı. Güneşliği bir daha hiç açmamacasına kapattı. Tır tekrar titremeye başladığında teyp kaldığı yerden devam ediyordu.
‘’Gönül vurgunuyum yaram çok derin.”
“Ne olur gözyaşın sil de gidelim.’’
Sinan Şuekinci– Mazlum
“Önce perdeyi araladı; kar kokusu ciğerlerine doldu. Sobaya baktı bir süre; yanmayan ama yanıyormuş gibi hissettiren…
Dışarıya çıktı, su ibriğindeki buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. Karşıya bakınca, yüzü gülümsedi; Ağrı Dağı’nın zirvesi ışıldıyordu gene…”
“Ağrı Dağı’na her sabah bakıyor, gülümsüyor, bir “ohh” çekiyor ve içeriye giriyordu. Önce Salih’le Helin geldi. Annelerinin pişirdiği ekmeği getirdi: “Sağ olun çocuklar,” dedi, sevecen… Sonra Celal geldi, okulun anahtarını istedi köhnemiş kapıyı açmak için. İçinde tarif edemediği bir sevinçle içeri girdi, soğuk odada hızlıca kahvaltısını yaptı.”
“Öğretmen masasına doğru ilerlerken bir köpek sesi duydu. Pencerenin buğusunu eliyle silerek dışarıya baktı. Önce Karabaş’ı daha sonra Mazlum’u gördü. Hemen pencereyi açtı; o anda bütün sınıf ona bakıyordu.”
“Bu kadar basit mi olmalı, diye düşündü. İçinde bulunduğu serzenişin çığlığı kulaklarında rahatsız edici bir çınlamaya dönüştü. Geçen ay da aynı şeyleri yaşamış, babasının yanına gidip kâh güzel dille kâh kanuni zorunluluk olduğunu anlatarak, onu ikna etmeye çalışmıştı. Ama olmadı işte.”
Kübra Erbayrakçı- Yalnızlığa Terk Edilen Hikâye
“Kimsesi yoktu. Tek başına kutudan kurduğu evde yaşıyordu. Geceleri çok soğuk oluyor, gündüzleri ise sıcaklıktan pişiyordu. Bir tek hayal kurduğu zamanlar mutlu olabiliyordu. Hayallerini de geceleri kuruyordu. Bir de yıldızların ışıltısında kendisini kaybediyordu. Büyük hayalleri vardı onun…”
“Çocuğun adı Emre’ydi. Emre, annesini ve babasını terk edip buraya gelmişti. Hem de bu soğuk havada. Hejar hiçbir şey demeden çocuğun anlattıklarını dinliyordu. Meğer bu dünyada yalnız değilmiş. Çok yanlış düşündüğünü fark eden Hejar, Emre’ye sarılıp onu teselli etmek yerine onunla beraber ağlamayı tercih etti. Kadersiz doğan çocuklar vardır ya hani.”
“Aradan geçen bir saatlik dilimden sonra Emre’nin ölüm haberi küçük boylu, kır saçlı, kirli sakallı polis tarafından bildirildi. Hejar, bu polis amcadan duyduğu sözle bir anda yere yıkılıverdi. Oysaki Emre’yi çok sevmişti. Nasıl onun hasta olabileceğini anlayamamıştı. Neden onu yanına almıştı ki! Tüm bu yaşananlar kendisinin suçuymuş gibi düşünmeye başladı. Hem ağlıyor hem de gülüyordu.”
Erik Ağacı Öykü’den Şiirler
kimse evinde değil
çünkü yeraltındadır, dünden kalmadır insan
kimsenin evi yok, sesimin yurdu
yorulmuş bütün sesler çıkmazda
Rıdvan Yıldız
Hayat bulsun diye
Bedenleri
Sürekli yıkarmış
Yaratan tenlerini
Yorgun düşer kuşlar
gökten sazlıklara
Ya da atar balıklar
kendilerini ağlara…
Deniz Saygın
Yalnızlığın İlk Kapısı: Akşam
Şiar Dergisi 35. sayısı ile karşımızda. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Hayrettin Orhanoğlu’nun yazısından olacak. Kavramların şiirler eşliğinde izini sürmeye devam ediyor Orhanoğlu. Bu kez; “akşam” düşüyor şiirlerin içine. Şairlerin en sevdiği vakitlerdendir akşam. Yazıda da bu ayrıntıya dikkat çekiliyor.
“Dünya hakkındaki deneyimlerimizin tamamı bilinç tarafından kurgulanırken bir yandan da en somut algılardan en soyut olanına kadar bilincin sistematik incelemesini ele alan bilimdir fenomenoloji. Verili olanı tanımlamaya çalışır ve bir felsefi akımdan ziyade bir yöntem olarak kabul edilir. Akşam imgesi de fenomenolojik açıdan sinemadan şiire kadar hemen hemen bütün sanatlarda temel bir görsel imgedir. Tümüyle karanlık bir boşluk olarak algılanmasa bile bir uçurumun başlangıcı olarak görülür. Gerçeküstücü ressam RenéMagritte’in “Işık İmparatorluğu Serisi”nde karanlık ve aydınlık oyunuyla gece ve gündüz karşıtlıklarından soyutlanarak birlikte ele alınır. Akşamın bu sihirli vurgusu, şiirsel imgelemde yalnızlık gibi baskın bir imgeyle birlikte karşımıza çıkar. Ve bütün baskın imgeler gibi güçlü imgeleri yanına alır. Akşam, yalnızlığın hemen yakınlarında gezinir. Gece, şiirsel özne iç dünyanın kapılarından çoktan geçmesine rağmen akşam henüz ilk adımların sesinin duyulduğu bir giriş odasıdır.”
“Karanlığın başlangıcı olmakla birlikte akşam ve gece gibi imgelerinde ısrarla aydınlığı öne çıkaran Ülkü Tamer, hemen hemen bütün şiirlerinde akşamı ya bir lambayla ya da ışıltılı bir şenlikle karşılar. Evet, yılların sonu yok./ Köprünün durgun/ kilidine ilerliyor akşam. (Şölen sonu)2 Tamer, hızla akan zamanın ırmağında akşamı bir köprüye, bir eşiğe yaklaştırır. Kilit imgesi bir sırrın berisindeki engeldir. Akşamın kilitle ilişkisi, insanın güne, hayata ve mutluluğa dair her şeyi içindeki odalarına kapatması dolayısıyladır. Köprü ise olumsuzluğun pekiştirilmesinden başkaca bir şey değildir. Bu yaklaşımıyla akşam, bir bilinmeze yani ölüme doğru yol alan bir başlangıçtır da. Şiirin adından da yola çıkarak belirtirsek gençliğin şaşaalı eşiğinden sonra başlayan yeni bir süreç, yeni bir başlangıç da bu dizelerdeki imgenin anlam alanına girer.”
“Akşam, babaların eve dönüş saatidir de. Özcan Ünlü, akşam imgesiyle yitirilen baba imgesini yan yana getirirken hatıranın penceresinden bakar batan güne. Her akşam gün inmeye yüz tutarken tam/ Usul adımlarla dönerdi babam evimize (otuz iki)15 Gün sonu ve gecenin kavuşma anı olan akşamda bu buluşma, derin bir kederin de başlangıcıdır. Ancak usul adımlar, babaya dair naifliği öne çıkarırken aynı zamanda akşama ait nitelikleri de haber verir. Akşam, zamana naif bir dokunuş bırakır. Çabucak geçer ve yerini koyu bir karanlığa ve sessizliğe bırakır. Tıpkı ölüm gibi…”
Şiir ve Sihir Arasında Bir Tür
Şiir ve sihir arasında bir tür olarak tanımlamış türküleri M. Akif Korkmaz. İçimize dokunan her nağmenin hayatımıza bir sihir etkisi yaptığını düşünecek olursak olukça yerinde bir anlatım gerçekleştirmiş Korkmaz. Türkülerin tarihine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. İçimizde eski zamanlardan bir türkü…
“Türk sözlü şiir sanatı olarak türkü biçim, içerik ve üslup geleneği olan canlı bir mekteptir. Şiir ve sihir arasında bir milletin öz adıyla yaratılmış türdür. Bugün de doğumdan ölüme kadar hayatın her döneminde geleneksel veya çağdaş kültürün çeşitli yansıma biçimlerinde büyülü bir metin olarak yaşamaktadır.”
“Anadolu’ya göçlerle yerleşen boyların kurduğu şehir merkezlerinde üretilen Türk halk müzikleri, çevresel etkileşimlerle birlikte Türk boylarının sözlü müziklerinin ismi olmuştur. Manzum mensur karışık özelliklere sahip Dede Korkut, Köroğlu ve Danışmentname gibi eserlerle destani biçimde icra edilmekteydi. Şehir hayatı ile beraber destan ve hikâyelerde öykülü türkü biçimlerine geçilmiştir.”
“Sözün musikiyle olan büyülü birleşiminden doğduğundan türkü çağdaş müziğin biçimine, edasına ve üslubuna uyan bir yapıdır. Zamanla Şarkı, Arabesk, Pop veya Modern Folk, Anadolu Rock adlarıyla çağrılan türkü yeni formlarla yaşamaya devam etmektedir.”
Mehmet Akif Üzerine
Vahdettin Oktay Beyazlı, Âkif üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile Şiar’da.
“Mehmet Akif, yalnız bir şair değil; aynı zamanda âlim, devlet memuru, gazeteci, milletvekili, toplum bilimci ve hakikati söylemekten asla çekinmeyen bir münevverdir. Bu unvanlar içerisinde, her halde Akif’e en yakışanı, onun bir dava eri gibi toplumun önünde olmaktan imtina etmediği münevver kişiliğidir. Bu görevini bihakkın yerine getirdiğini, eşsiz eseri “Safahat” ve şanlı destanımız “İstiklâl Marşı” ile kesinlikle göstermiştir.”
“Gül devrinde yaşasa bülbül olacak bir kudrete sahiptir Akif. Ancak şiirinde fikri öncelemiş olması nedeniyle bazı çatlak seslerce, maalesef, ikinci sınıf bir şair gibi değerlendirilme gafletine düşülmüştür. Buna rağmen biz biliyoruz ki eğer Akif isteseydi lirik şiirin en gür sesi olurdu. Fakat onun tek gayesi; millet, vatan, din ve hürriyetti. “Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı?” demekle kendi hedefini baştan belirlemiştir Mehmet Akif.”
“Akif, milletine olan sevgi ve saygısını her ortamda dile getirmiştir. Onun bu saygısı sadece yaşanılan zamana değildir. Bilhassa geçmişe saygı duymuş ve kendisinin de yaşadığı çağdaki bozulmaları özellikle dile getirmiştir. Geçmişten her zaman ders almak gerektiğini ifade etmiştir.”
Başarının Öyküsü
Oğuz Demir, başarıyı anlatıyor yazısında. Hisleriyle, kattığı değer ile başarı var yazıda.
“Başarı kimilerince yaşam biçimi, kimilerince ara aygıt. Hani böyle sahneye çıkıp “rağmenler”e rağmen hayatta nasıl olunduğunu, nasıl başarıya eriştiklerini anlatan insanlar vardır. İzleyicilerse oradan kendisine rol devşirmeli hatta -mümkünse- ideal tip olarak yaşamının orta noktasına bırakmalı onları. Böyle kişiliklerden hoşlanmam ne yalan söyleyeyim! İstedikleri şey zamanı sıradanlaştırmak ve kişisel gelişim edebiyatına katkı yaptığını sanmaktan öte değil. Yaşamayı-bilmek için kurslara akın akın talebin arttığı çağda bunu söylemek elbette abes kaçacaktır. Bir düşünürün dediği gibi ben de rahatsızlık vermeye geldim. Öyle cafcaflı cümlelerle bezeli anlatılarım yok, günü hemen her anlamıyla sıradan yaşayan biri için atölyeye de, kendilik kurslarına da gerek yok.”
“Kimisine göre de yaşamın zorunlu azığıdır başarı. Ekmek gibi, su gibi başarının tüketilmediği zamanlarda kendini insan olarak görmeyenler dahi var. Adeta kan tahlilleri sonucunda başarı eksikliği teşhisi konulan hastalar gibi dert yanmaktan öte geçemezler. Belki de en aşırı ucu, başarı eşikleriyle örüntülenen hayatın hiçbir anında getiremeyeceği tatminsizlik duygusu. Bunu, böyle hissedene söylenecek lafım yok. Ama “böyle olunur” gibi büyülü sözlerle birilerinin defterine zorunlu not aldıranlara karşı sınırı çizmek lazım.”
Hümeyra Yargıcı ile İlk Kitabı Üzerine Söyleşi
Hümeyra Yargıcı’nın ilk kitabı Çıra Yayınları arasından okuyucu ile buluştu. Benim de severek okuduğum bir kitaptı Arta Kalan. Vahdettin Oktay Beyazlı ve Kuddusi Demir’in sorularını cevaplamış Yargıcı.
“Sonsuz istekler ve fânilik arasında sıkışan insanın başı nasıl dünya ile dertte olmasın ki? Üstelik işin içinde bir de imtihan kaygısı var. Yine şiirle cevap versem “bir nehrin kalbine yolculuk yapmak gibidir / her gün her gün / yaşamak bana”
Aynı zamanda bir hediyedir de yaşamak. Sevincini öldürmeden ama dünyada gurbette olmanın da hüznüyle var olmayı, nazlı bir misafir gibi geçip gitmeyi isterim aslında.”
“Şaire ego sadece hakikati söylerken yakışıyor. Buna ego değil de vakar demek lazım belki. Günümüzde öykü ve romanın saltanatı tüketim endüstrisinin kabullerine uygun yazılmış olanları kastediyorsanız bu, alanda bir piyasanın oluşturulması ile ilgili sanki.
En çok da şairin, şiir okumayı terk etmesini anlamıyorum. Bu konu sürekli dillendiriliyor. “Şairler bile birbirini okumuyor.” serzenişini sıkça duyuyoruz. Fakat şiir sadece şairler için yazılmıyor ki! Gerçek şiir okurları her zaman var. Bu konuda çok kötü görmüyorum tabloyu ben açıkçası. Günümüzde çok güzel şiirler yazılıyor. Çok iyi dergiler çıkıyor.”
Şiar’dan Öyküler
Özay Erdem - Hasta Radyosu
“Beş dakika sonra babam yine girdi odaya. Bu kez üzeri tropikal desenli mavi bir kazak vardı elinde. “Yirmi liraya internetten aldım. Mağazada altmış lira, al giy. Hem bak tam genç işi, sana göre…” Boğazım konuşunca acıyor ve iğne gibi batıyordu, bu yüzden cevap vermedim. Başımı sallamakla yetinip tropikal esintimi diğerinin yanına bıraktım. Yokluğumda alıp alıp bir kenarda biriktiriyordu babam. Kalbi kırılmasın diye de bir şey söyleyemiyordum.
…
Sarımsaklı tarhanayı içince boğazım yumuşadı. Sonra ıhlamur kaynattı validem. O da ayrı bir rahatlama, kaskatı olmuş eklemlerime bir esneklik verdi. Dedem, “Gökten, yerden artık her yerden vasıta geliyor,” diyordu. Yine pencereden dışarıya bakmış ve yoldaki arabaların çokluğundan dem vuruyordu. Akşama doğru buzluktan tavuk çıkardı annem. Yemeğe şehriyeli tavuk çorbası yapacaktı. Gidip gelişlerini, biberleri doğramasını yattığım yerden izledim. Saat yediye gelirken dedeme hatırlattım, haberler başlayacaktı. Kalktı, kaymayan kaydırakta sürünen çocuk gibi yavaşça çıkıp gitti.
…
İki gün sonra annemgil nihayet hastaneden döndü. Halam on gün kadar kalacakmış bizde, sonra doktor kontrolü varmış. Dedemin yanına bir sandalye de onun için koyduk. Burası sıcacıktı çünkü. Evin kamerasıdır halam. Gelen gidenin ne yaptığını seyreder. Tezgâhta peynir dilimlesen onu bile izler. Ama hiç konuşmazdı ve rahatsız ediciydi o mavi bakışları.
Hacer Yeğin - İşaret Fişeği
Kadın saçını savurarak kalktı yataktan, gözlerindeki ağırlık giderek hafiflerken önündeki tüm perdeler de tek tek kalkıyordu.-İki gözün uykudayken ne suretler görürsün de iki gözün açılması bu seyre perde olur.- Saçlarında toprağın her renginden bir ton vardı. Bereketli bir tarlaya dönüşmüş gibi gururla boy veren teller hafiften omuzlarına dökülüyordu.Saçlar uçmaya hazır bir kırlangıç kanadının hareli tüyleri gibi kızıl bir şafağa savrulmaktaydı. Gözlerinde geceler ve gündüzler kavgalı iki zümrüt yeşilinin hırslarını taşıyordu. Şafak sökerken bir lavanta eflatunu gelmişti gözbebeklerine, akşamın alacakaranlığındaki iğde ağaçlarının buğulu yeşiline tezat. Gözleri hırçın bir ilkbahar çığlığıydı.
…
“Aynanın karşısında uzun uzun inceledi yüzünü kadın. Bu, günün acımasız girdabına atılmadan önce kendisine tanıdığı son istemli mühletti; o yüzden hiç acele etmedi. Gövdesini yangından mal kaçırırcasına otuzlu yaşlarının ortalarına taşıyan o iştahlı rüzgârın şehvetine kapılmadı; durup soluklanmayı irad etti. Yakaladığı bu zaman diliminin içine bir mürekkep gibi dağılmayı, ipek bir şal gibi akıp yayılmayı diledi. Gözlerinin altındaki morlukların, iki kaşının ortasında her geçen gün daha da yerleşik bir kararlılıkla kamp kuran çizgilerin ve dip boyası periyotlarının sıklaşmasına neden olan saç bitimindeki hızlı ağarmanın…”
…
Kadın, o gecenin sabahında; kendisini değil belki ama gözlerini çoktan boğmuş olan hüzün denizine aynada yeniden ve dikkatlice baktı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ömründe yarılmaya neden olan ve kimilerince oldukça “önemsiz” olarak yorumlanabilecek bu hadise, içindeki göç kervanının “işaret fişeği” olmuştu. Cinlerin; seslerden, sulardan ve gecelerden yapacağı sayısız düğünün işaret fişeği… Dışarda delilik vehminden üstün bir yağmur yağıyordu ve kadın hazırlanarak günün tiyatro sahnesinde kendisine biçilen role girmek üzere adımını sokak kapısından dışarı attı.
Hatice Cenkış Becerik - Mutfak
Şarkısına katılmamı bekliyordu. Kahvaltı tabağının kenarındaki ince dala tünemiş minik serçe kendinden beklenmeyen bir kuvvetle cıvıldıyordu. Cılız ve güvensiz sesi, yavaş yavaş gürleşiyordu. Israrlı bir davetti onunki. Neşesine eşlik edebilir miydim?
…
Çaydanlığın buharı belli belirsiz bir sis gibi kaplamıştı mutfağı o gün. Sonra tereyağlı omletin enfes kokusu, beyaz peynir ve taze rokaya eklenince tam bir koku şöleni. Bal ve kaymağın o eşsiz uyumu… O sabah da kahvaltı sofrası tablo gibiydi. Çatalı elime almadan önce bu güzel tabloyla gözümü doyurmak istiyordum. “Haberlerde ne var?” diyerek yerleşti sandalyeye. Oturur oturmaz kumandayı eline alır almaz gözleri çay bardağını aradı. Çayının gecikmesinden ve sıcak bir kahvaltılığın olmamasından hiç hoşlanmazdı.
…
Telefonu kapadığımda, bülten alçak sesle akmaya devam ediyordu: “Sekiz saat boyunca yağan şiddetli sağanak şehri felç etti. Caddeler nehre dönüştü, arabalar sürüklendi. Belediye ekipleri halen sel sularını tahliye çalışmalarına devam ediyor.”
Şiar’dan Şiirler
zeytinler ezilir gibi akşamda
topuğunu kanatıyor günĺerin
sırrını gerçeğe satmış aynalar
eski bir cümledir bunu büyük yaz
açıp cönklerini küskün harflerin
hıçkırıksız ağıtlardan gülerek
üzülünce ölmez insan öğrenir
oturmayı vaktin kerevetine
süte yılan gelir elmaya yasak
ayazmadan ayrılır su sesleri
sermayesi mekruh bir keder olur
şeksiz ve şüphesiz bunu bilerek
Hümeyra Yargıcı
Al kızım şu duayı giy sıkıca üstüne
Senin için ördüm bu sabah
Ezanlar eşliğinde, seher vaktinde
Yolun açık olsun diye, gönlün ferah
Pek uzundur yolun ve tekinsiz
İçimde yabanî bir duygu, kimliksiz
Kemiriyor ruhumu geceden beri
Kımıl kımıl, inceden inceye, kurt gibi
Sen susuyorsun ve dağlar isyanda
Alev kusuyorlar münbitvâdilere
Ölümüne susuyorsun ak kuzum
Erol Yılmaz
Ağlarken bir annenin açtığı paranteze
Sızılı şu sulardan kaçıncısı yunacak
Adil denen bir şey yok en çok yaşamak dahil
Acıklı bir hikaye kaç ağıtla dağılır
Başlansa besmeleyle ta Nas’a dokunacak
Ölüm kadife gömlek kara bağır yağlıca
Şimdi önünde ölüm yiğitliğe sızan iz
“Durun neye ağlayam, komazdı namazını,
Toprağa ekilirken şimdi elim ayağım
El Hak; iman edenler yine iman ediniz”
Yılmaz Yetiş
Ve umudun kıyısındayken tam, kıvrılarak mısralarımın ucu
Ve kalbim evrilip çevrilirken halden hale
Şeker pembesi mısralara değerek
Çocukluğun berrak kuyusunda ben ve ben
Keşke sihirli bir değnek olsa ellerim,
Kuşlar uçursam avuçlarımdan
Hepimiz bir güvercin kanadında apak
Sonsuz bir kapanışla dünyaya yeniden kapaklanarak
Bak, resetleniyor her sabah doğa
Vara yoğa sevinerek tutunmalı ipine hayatın
Boşlukta bir urgan salınırken üstelik
Her şey mümkün; sevmek kadar ölmek ...
Eşinden eşiğe düşen bir bebek neyi bulsa saracak, sardı
İki ucunda ben ve ben,
İki ucunda siz ve siz,
İki ucunda biz
Sıddıka Zeynep Bozkuş
göğsünde duyduğun o ıssız müzik
içinde şiirler çağlıyor gibi
sislerin ardında kayıp rüyalar
ellerinle yontuyorsun kalbini
dağların sedası sen değil misin
bizi böyle yoran dünya değil mi
sesini uçurma uçurumlarda
kalbinden tanırmış insan kendini
Hasan Nalçacı
Al yanıydım göğsündeki ağrıların
Söktüm, ve elimde kaldı parçaları
Yeşermez nereye diksem
Keşfini bitirdim, tanısını koydum ellerimin
Acı...
Yıllardır gözlerime çektiğim nem
Boşanıyor bardaktan
Sen kopardın fırtınamı sustuğunda
Ne dağ tutar beni artık koynunda
Ne de yutar deniz
Mide bulandıran tüy kadar hafif ve etkiliyim
Beni kusuyor yollar
Seda Şaffak
Susuyorum, sustukça sesim ve sözüm törpüleniyor
Kendime susuyorum kendi boyumca
Yalnızlığın bir dili olsaydı diyorum
Susmak mı olurdu, acaba?
El emeği göz nuru yalnızlıklar büyütüyorum
Saydam saksılarda, dört yandan görülen
Eşyalar ölüyor içimde, insanlar eskiyor
Hırpalandıkça arınıp duruluyor kalbim
Hurdaya ayırıyorum içimde eskiyenleri
Hayrullah Kaplan
Hece’den Sanat Özel Sayısı
Hece Dergisi 2021 yaz sayısını sanata ayırdı. Yine hacimli ve içerik olarak da belki de bugüne kadar sanatı konu alan en kapsamlı çalışmayı sundu okuyucularına. Yıl içerisinde de birbirinden değerli sayılarla günümüz edebiyatının nabzını tutan dergi, özellikle ocak ve yaz sayıları ile merakla beklenen bir dergi olmaya devam ediyor.
Sanat özel sayısı iki ciltten oluşuyor. 1743 sayfalık bir hacme sahip dergi. Ben çıktığı günden bu yana elimden düşürmeden okudum derginin bu sayısını. Sanat adına tüm parçaların yerli yerinde olduğu bir dergi var elimizde. Elbette bu kadar geniş hacimli bir çalışmayı burada birkaç cümle ile anlatmak mümkün değil. Ben örnek bazı bölümleri buraya alacağım. Sanata dair kaynak arayan okuyuculara da Hece’nin bu sayısını alıp arşivlerine kazandırmalarını tavsiye ediyorum.
Özel sayının editörü; Uğur Polat. Giriş yazısından;
“Hece Dergisi birçok önemli konuda olduğu gibi (Afrika, Karl Marks vd.) sanat hakkında da özel bir sayı hazırlayarak okuyucuları ile bir araya gelmiş bulunuyor. Bir yılı aşkın süredir, alanında uzman kişiler ile yapılan görüşmeler neticesinde yüzün üzerinde akademisyen ve entelektüelin yazıları ile meydana gelmiş olan Sanat Özel Sayısı, sanata dair hemen her konu ve alanda önemli yazıların yer aldığı bir külliyata dönüştü. Şimdi kitaplıklarınızdaki yerine yerleştirilmeyi bekliyor.”
“İlk olarak, Amerikalı filozof, sanat felsefecisi Prof. Dr. Joseph Margolis’e birbirinden değerli yazıları ve sanat sayımız için özel olarak kaleme aldığı “sunuş” yazısı için teşekkür ederim. Özellikle belirtmem gerekir ki, özel sayımızı yayınlamak için hazırlıklara başladığımız ilk günden itibaren bizlere olan destek ve yardımını bir an olsun bile esirgemeyen Prof. Dr. Jale N. Erzen’e yeri doldurması mümkün olmayan katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca, Margolis’e ait makalelerinin özel sayımızda eksiksiz bir şekilde yayınlanması için ciddi emek sarf eden ve söz konusu makaleleri tercüme eden Ahmet Sait Akçay’a ayrıca katkılarından dolayı teşekkür ederim. En başından itibaren, büyük bir özveri ile yanımda olan ve önerileri ile bu sayının daha nitelikli bir sayı olması için elinden geleni yapan eşim Burcu Polat’a da teşekkür ederim.”
Dergide birçok isimle yapılan söyleşi var. Bir söyleyişi buraya alıyorum.
Hâshim Cabrera ile Söyleşi
Hâshim Cabrera gerçekleştirilen söyleşinin soruları İbrahim Aybek ve Uğur Polat’tan.
“Bana göre sanat bir dildir, insanların çok karmaşık bir iletişim kurma aracıdır. Sanatçı ise hakikaten doğru anlamlar çıkardıktan sonra ona anlışabilir duygusal bir biçim verebilen kişidir. Çoğul olarak sanatlardan ve de yaratıcılıktan insanın yeni ve görülmemiş bir yolla mesaj iletmeye izin veren bir yeteneği olarak bahsetmeyi yeğliyorum. Bir sanatçı her zaman bir şeylerden, bir sanatçıdan, bir sanat akımından ya da bir dönemden yola çıksa da eğer sanatçıysa mutlaka yeni, farklı ve yaratıcı bir bakış sergileyecektir. Mutlak veriler ışığında, bir Müslüman için tek yaratıcı Allah’tır, ancak bu durum, insan oğlunun, onun yarattığı bu mükemmel varlığın, halifesinin aynı şekilde düşünmesine, yeni diller ve iletişim araçları geliştirmesine mâni değildir.”
“Soyut sanatçı görsel ifade araçlarını sadece görsel özelliklerini hesaba katarak kullanır. Her zaman kaçınılmaz olsa da genel kural itibarı ile öykücü bir çabası yoktur. Ontolojik olarak, bir çizgi bir çizgidir ve bu bakış açısından onun bir şeyi taklit etmeye ya da temsil etmeye çalışıp çalışmadığı önemsizdir.”
“Kavramlar semboller, izler, biçimler aracılığı ile inşa edilirler ve böylece soyut olan şeyler somut bir şeyle tanımlanmaya başlar. Bu karakterler çoğullukların ve değişkenliklerin dünyasında, yaratılmış dünyada ortaya çıkarlar. Ancak Yaratıcının âlemi farklıdır. Ondan söylemek istediğimiz şeyi işaret etmeden bahsedemeyiz.”
Victor Shklovsky - “Teknik Olarak Sanat”
“Şiirsel imgelem, en güçlü olasılıklı izlenimi yaratmanın bir aracıdır. Amacına bağlı bir yöntem olarak, diğer tekniklerden ne daha fazla ne daha az etkilidir; sıradan veya negatif paralellik, karşılaştırma, yineleme, dengeli yapı, abartma, ortak kabul edilen söz sanatı şekilleri ve (kelimeler veya hatta açıkça söylenmemiş sesler dâhil) bir ifadenin duygusal etkisini vurgulayan tüm yöntemlerden daha fazla veya daha az etkili değildir… Ama şiirsel imgelem şiirsel dil araçlarından biridir.”
Mevlüt Albayrak - Sanat Ve Estetik Kavramlarının Tarihsel Serüveni
“Sanatlar medeniyetlerle yaşıttır, fakat onları gruplama, hayat ve kültür düzenimiz içinde ifade etme alışkanlığımız sürekli gelişerek ilerlemiş görünmektedir. Her yeni kendi konumlanışını bir yerde ve zaman içinde ‘şimdi’ olarak sunar. Edebiyat ürünü olarak deneme, hikâye ve romanın, enstrümantal müzik ya da değişik müzik türlerinin var olmadığı ve bilinmek için de hiçbir çabanın yaşanmadığı ‘bilinebilirliğin imkânsızlığının’ olduğu tarihî dönemler olmuştur. Süreçte yaşananlar “modern güzel sanatlar sisteminin tarihî köken ve sınırlarını kavramamıza yardımcı olabilir.” Ayrıca bu tür tarihî kavrayışlar, belli geleneksel önyargılardan kurtulmamızı sağlarken sanat ve estetiğin günümüzdeki konumu ve gelecekteki imkânlarını açma düşüncemizi de açıklığa kavuşturabilir. Bu da “İnsan nedir? sorusuna daha kişilikli olarak yönelme alanı sağlar.”
Levent Bayraktar - Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Estetik Çalışmaları
“Türkiye’de estetik terimini ilk kez Sakızlı Ohannes Paşa (1836-1912) 1891 yılında yayınladığı Fünun-u Nefise Tarihine Medhal (Sanat Tarihine Giriş) adlı kitapta kullanmıştır. Bu terim kullanılmadan önce de sanat üstüne düşünceler serdedilmiştir. Ancak, Türkiye’de Batılı tarzda estetik çalışmaları söz konusu olduğunda ilkin Servet-i Fünun diye bilinen fikrî-edebî hareket görülür. Servet-i Fünun dergisi Meşrutiyet döneminde 1894’te kuruldu. Başında Recaizade Ekrem’in bulunduğu dergi, Edebiyat-ı Cedide adlı edebiyat çığırını temsil ediyordu. Pozitivizmin sanat felsefesine dayanılan dergide Ahmet Mithat’ın “sanat için sanat” fikri savunuluyordu (Soykan 1993: 62). Servet-i Fünun yazarları arasında Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, Cenap Şehabettin, Ahmet Şuayıp gibi düşünürler bulunmaktadır. Servet-i Fünun yazarlarıyla hemen hemen aynı dönemlerde estetikle ilgili yazılarıyla dikkat çeken bir düşünür de Rıza Tevfik’tir. Şiirden felsefeye, tasavvuftan folklora, edebiyattan sosyolojiye kadar geniş bir ilgi alanı olan Rıza Tevfik, estetik ve sanat konusunda yazmaya E. Veron ve Baumgarten gibi estetikçilerin görüşlerini aktararak başlamış, ancak felsefeye olan ilgisi nedeniyle hayatının her döneminde estetik ve sanat meselelerine ilişkin yazılar yazmıştır.”
Süreyya Su - Gerçekliğin Peşinde: Modernizmin Kısa Serüveni
“Duyulardan elde edilen verilerin bilgi olmaktan çok sezgi olduğunu kavrayan düşünür ve sanatçılar genellikle mistik bir anlayışa yönelirler. Bu mistik anlayış illa dinî olmak zorunda değildir ama felsefîdir. Algılamak kişinin dış ve iç dünyasına dair yaşadığı öznel bir deneyim ve özdüşünüm sürecidir. Örneğin Charles Baudelaire doğaya baktığında şeylerin birbirleri arasında olan ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki sırları görür. Onun evrensel armoni ya da ahenk ilkesi Leibniz’in önceden tesis edilmiş uyum ilkesine benzer. Evrendeki her şey birbiriyle uyum içindedir. Renkler, kokular ve sesler bütünlüklü bir sanat yapıtı olarak yaratılışı tecellî ettirmek üzere iç içe geçerler. Bu ahenk Baudelaire’i ilahî güzellik fikrine götürür.1 Şair duyumları imgelere dönüştürürken hakikat dilde tecelli eder.”
Hüseyin Yılmaz - Gelenekselci Ekolün Sanat Anlayışı
“Gelenekselci ekol, kuruculuğunu ve öncülüğünü René Guénon’un yaptığı entelektüel bir grup tarafından oluşturulmuştur. Bu grubun üyelerinin ağırlıklı olarak, yirminci yüzyılın başlarından itibaren, genellikle çeşitli İslâm tarikatları aracılığıyla Müslüman olmuş batılı düşünürlerden oluştuğu görülmektedir. Ekolün seçkin entelektüel bir çevrede ortaya çıktığını ve daha sonra dünyanın birçok ülkesinde takipçiler edindiğini görmekteyiz. Kendilerini, herhangi bir tarihsel olay veya gruba bağlı olarak izah etmekten çok bütün geçmiş topluluklarda var olduğu kabul edilen Asli geleneğin temsilcisi ve açıklayıcıları olarak takdim etmektedirler. Bu açıdan Batıda ve Doğuda farklı dinlerden birçok entelektüelin, kendi gelenekleri çerçevesinde bu ekolün görüşlerine dayalı olarak eser verdikleri görülmektedir. Zira ekolün temel tezi, dinlerin özünde bulunan ‘Ezelî Hikmet’in evrensel bir gelenek olarak bütün dinlerde var olduğu şeklindeki görüşe dayandığı için her gelenekten insan bu ekol içerisinde kendine yer bulabilmektedir.”
Yalçın Çetinkaya - Varlığın Âhenginden Müzik Devrimine
“Müzik, duyum olarak kulak yoluyla algılanır ve kulak yoluyla algılamak, algıyı daha saf ve güçlü kılar. Bu soyut sanatın insanı etkileme gücü diğer sanatlara göre daha fazladır. Bir müzik eseri ortaya koyan (besteci) tabiattan duyduğunu taklid ederek beste yapmaz, kendinde olanı ortaya çıkarır ve bu bakımdan orijinaldir ve bu orijinallik müziğin gücüyle birleştiğinde dinleyeni daha fazla etkiler. Bunlar, müziği diğer sanatlardan ayıran başlıca özellikleridir.”
Özgür Taburoğlu - Şark’ta Plastik Duyusu: Tanpınar’da Renk Ve Işık
“Tanpınar için plastik, geniş anlamlara sahip bir kavramdır. Elle tutulur, müspet bir nesne olmanın ötesinde, soyut şeyler, kavramlar da bazen plastik sıfatı edinebilir. Genel olarak, mevcut bir tasarım malzemesine, maddesine ya da eşyaya şekil verebilme yetisi gibi tarifini bulur. Heykeltıraşın, ressamın olduğu kadar, tiyatro oyuncusu, şair, düşünürün de plastik malzemeleri vardır. Sözcükler, sesler, bedensel davranışlar da bu niteliğe sahip olabilir. Plastik, kendi içine ve dışına “bakmasını”, etrafını “görmesini” ve “duymasını bilenin” ifadesi, üretimi gibi de anlaşılabilir. Duyduğu her ne ise, ondan yaratıcı, hamleli, yeni şeyler ortaya çıkarabilen, plastiğin dünyasında yer alır. Biraz da modern sanatkârın vasfı gibi, geleneksel yollardan, kalıplaşmış şekillerde değil de ele aldığına yeni biçimler vermesini bilen sanatkârın, düşünürün, yazarın vasfıdır.”
Oğuz Dilmaç - 21. Yüzyıl İnsanını Yetiştirmede Sanat Eğitiminin Rolü
“Toplumsal hayatın temel dinamiklerinden biri olan eğitim olgusu bu değişim ve dönüşüm sürecinden etkilenmiş ve geleneksel eğitim pratiklerinin yerine yapılandırmacı eğitim yaklaşımına dayalı olarak çoklu zekâ, proje tabanlı öğrenme ile problem çözme, eleştirel düşünme, etkili iletişim gibi becerileri ön plana çıkartan kuram ve uygulamalara dayanan bir anlayışa kavuşması amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda 21. yüzyıl bireylerinin yetiştirilmesinde gerekli olan estetik duyarlılık, empati yapabilme, yaratıcılık, eleştirel düşünme, problem çözme, iletişim teknolojileri becerileri, esneklik ve uyum, girişimcilik ve öz-yönetim gibi becerileri değerlendirilebilecek araç ve yöntemlerin işe koşulması gerekmektedir.
Sanat eğitimi doğası gereği bireyin kendini duygu ve düşüncelerini yorumlayarak ortaya koyması yönünde yapılan uygulamaları içeren bir eğitim sürecini kapsar.”
Gülbin Fırat Onat - Müze Ziyaretçisi Şairler Ve İkaros’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara
“Bir müzede ziyaretçi, sanat yapıtlarıyla birlikte kelimelerle karşılaşır. Başlıklar, müze duvarındaki küratoryal notlar, katalog yazıları, sergi yorumları ve eleştirileri, üretilmiş olan eserlere eşlik eden açıklayıcı notlar ve sanat tarihi yazımı, tüm bunlar modernizmde imgenin yazı ile buluştuğu müze mekânın ziyaretçisine sunduğu kelimelerdir. Sanata dair olan tüm deneyimleri bilgilendiren ve şekillendirerek bunları kelimelere döken müze, Heffernan’a göre hem ekphrastik şiir için hem de yazı ve imge açısından modernizmde öne çıkan mekânlardan olmuştur.”
Hayat ve Sanat
Yediiklim Dergisi 376. sayısına İsmail Kıllıoğlu’nun Hayat ve Sanat isimli yazısı ile başlıyor. Sanatın yerini tarif eden, hayatın içindeki sanatı anlatan bir yazı bu. Hayata anlam katan sanatın izlerini görüyoruz tüm anlatılanlarda.
“Hayat dengeye kavuştukça sanat ortadan kalkacaktır", diyor Hollandalı ressam ve aynı zamanda sanat profesörü olan Pieter Cornelis Mondrian (18721944). Nasıl ortadan kalkacağını da özetle; sanat, bugun için gerçeklikten yoksun olan bir dengenin yerini tuttuğu. Fakat gerçekliğin giderek sanatın yerini alacağını düşünüyor.
Mondrian, her insanın algı ve kavrayışında geçerli, belirli ölçüde anlam ve önemi olan genel geçer bir olgu ve gerçeklik olarak tanımlanabilecek "hayat”ı, özgünleştirecek bir niteliğe kavuşturmayı öngörmektedir. Hayatı özgülleştireçek nitelik ise "denge" olmaktadır. Ne denilmek istendiği irdelenmeye açık gözüküyor. Onun için hayat ve sanat üzerinde durmak gerekiyor.
Hayatın mahiyet ve anlamını sorun boyutunda ortaya koyma biçimlerinden birisini, kültür ve uygarlığı n oluşumuna da kaynaklık eden, söylencelerde (mythos) görmekteyiz. Sözgelimi, söylence ve ondan kaynaklanan inançlar hayati, mevsimlerle yenilenen bir döngü olduğu tasarımı çerçevesinde bildirirler. Sümerlerin Dumuzi ve Temmuz, Anadolu halklarının Attis ve Adonis söylenceleri bağlamında, sonbahardaki ölüm ilkbahardaki yeni bir hayatı simgeler. Yine bazı inanışlarda suyun, bazılarında guneşin hayatın kaynağı olarak gösterilmesi dikkat çekici imge ve olgulardır.
Sanat insani eylemin uyar ya da uymaz çelişkili çatışkılı hem düşünsen hem de maddesel bütün yanlarının ayrıcalıklı bir bicinde çalıştığı ve iç içe girdiği bir yer, bir dünya oluşturur. Sözgelimi, felsefe ve tanrıbilim, insan özgürlüğünün yanı sıra, bu özerkliğin gerçekleşmek zorunda olduğu ya da gerçekleşebildiği şartları tanımlama imkanına sahiptir. Ancak bu tanımlama felsefi ilkeler veya etik kurallar biçiminde olsa da soyut kalmaktadır.
Öykü ve Nükte
Osman Koca, öykü ve nükte birlikteliğini ele almış yazısında. Nükte, hayatın rengi ve zekice düşünmenin bir parçasıdır. Hayata ve anlatıya zenginlik katan bir yanı vardır nüktenin. Günümüz öyküsünde ne yazık ki nükteye rastlamak pek mümkün değil. Koca, örnek metinler üzerinden aktarıyor bize nüktenin renklerini.
Yakın tarihe kadar öykü ile nükte; ceviz ve kabuğuna benziyordu. Aydınlanma beraberinde tez ve mesaj kaygısı güdünce yazınsal her tür gibi hikâye de bundan nasibini aldı ve nüktesel olanı bütünden terk etmemekle birlikte ve ideolojik olana öncelik tanıdı. Hâl böyle olunca, metinler arası benzer motifler de kayboldu. Vaktinin kıssadan hisseleri gitti, yerine olay ve durumla müsemma azı alegorik ve çoku tematik öyküntüler geldi.
İlk öyküsel nüktemiz yahut nüktesel öykümüz; Sadrazamlık Kazandıran Bit Hikâyesi... Kanuni Sultan Süleyman, kızını Rüstem Paşa'ya vermek ister. Fakat vezirin düşmanları “cüzzamlıdır” diye bir söylenti çıkarır. BU haber, Padişah'ın kulağına gelir. 0 zamanın kanaatine göre bu hastalığa tutulanlarda bit olmazmış. Padişah hakikatin anlaşılması için adamlarından birini o zaman Erzurum valisi olan Rüstem Paşanın hizmetine koyar. Bu adam bir gün Paşa'nın iç çamaşırında bir bit bulur. Kendisine gösterir ve sevinçle müjdeyi verir. Rivayetlere göre; Osmanlı sarayına rüşveti ilk sokan kişi olduğu için tarihçiler tarafından mucid-i bünyân-ı rüşvet olarak anılır. Kanunî Sultan Süleyman devrinde Vezir-i-azam Hadım Süleyman Paşa’nın azli üzerine, mevcut usul ve an'ane çiğnenerek bir anda vezâret-i-uzmâ makamına çıkarılıveren Rüstem Paşanın ikbalinde kayınvalidesi Hürrem Sultan oldukça etkili olmuştur. Rüstem Paşa damatlık şerefine nâil olunca, zamanının zarif bir şairi şu beyti söyler:
Olıcak bir kişinin bahtı kavî tâlii yâr
Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar
Sen Kendini Kurtarmışsın, ibretlik bir öykü... Kanunî Sultan Süleyman: "Su çekmecemi benimle beraber kabrime defnedin!" diye vasiyette bulunur. Ölünce vasiyetinin yerine getirilmesi için çekmece, mezarın başına getirilir. Şeyhülİslâm Ebûssuud Efendi de dahil olmak üzere mevcut ulema 'gömülürdü gömülmezdi' diye münakaşaya koyulur. Ölünün eşyasını kabre beraber defnetmek İslâm'da yoktur, Mecusiye'de vardır derken çekmece, tutanın elinden yere düşerek açılır. İçinden birçok kâğıt dökülür. Bunlar, Ebüssuud Efendi’nin fetvalarıdır. Meğer padişahın, vasiyetten muradı, mahşerde sorulduğu vakit: -ya Rabbi işte her şeyi şerî-i şerîfin fetvasıyla yaptım!" diyerek ardında bunun ispatını bırakmaktır. 0 fetvaları gören Şeyhülİslâm Ebûssuud Efendi ağlamaya başlar ve -Ah Süleyman der, sen kendini kurtarmışsın, iş bize kalmış."
Afyonu Patlamak deyimiyle devam edelim... Eski tiryakiler, Ramazan ayında afyonu macun hâline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar yapıp her sahurda iki üç tane yutarlarmış. Her bir macunu da üç kat kâğıda sarmayı da ihmal etmezlermiş. Böylece kâğıt, mide öz suyunda; macun ise midede dağılır ve birkaç saatliğine keyif devam edermiş. Macun kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat edermiş. Fakat bir terslik olduğunda tiryaki, krizlere girer ve dış dünyadan âdeta koparak afyon patlayıp kana karışıncaya kadar çok tuhaf hareketlerde bulunurlarmış.
Yalnızlık Korkusu
Yusuf Emir Çulha, bir korku olarak yalnızlığı anlatıyor yazısında.
İnsan ilişkilerinin daha az samimiyet içinde olduğu zamanlardayız. Kimimiz kafamızın içindeki sesleri duymayı ne kadar arzulasa da kapılıp gitmekte yaşamın hızlanmışlığına.
Kimimiz ise bu sesleri duymaktan korktuğu için kalabalıklar edinir kendine. Bu kalabalıklar çoğu kez zaman öldürmek içindir; her bir birey diğer bireyleri nesne olarak görür fakat grup içindeki hiçbir birey bunun farkında değildir. Yalnızlık korkusu bu pamuk ipliği ilişkileri ortaya çıkarır. Araçsal aklın popülaritesi de farkında olunmadan artmaktadır. Diğer bir yandan teknoloji de bu tarz bir görev görebilir yeri geldiğinde.
Yalnızlık korkusunun ayrıca tüketim çılgınlığı ile de bir ilişki si olduğunu düşünmekteyim. Tapınaklaşmış AVM'Ierin telefonumuza da yüklenmesiyle yalnızlık korkusunu hızlıca bastırabilir ve çoğu lazım olmayan yeni eşyalar-nesneler-şeyler edinebiliriz. Bazı boşlukları kapatabilmek için dağınık yığınlar oluştururuz ruhumuzun köşelerinde
Birçok yalnızlık tanımı var. Yalnızlık sözcüğü her insan için farklı bir olguyu ifade ediyor. Sartre için insanın içindeki özgürlükken kimisi için korkulu ve kaçınılması gereken bir olguyu çağrıştırıyor. Yine de hızlı yaşamanın ve hızlı yemeklerin ve hızlı tüketmenin normalleştiği çağımızda yalnızlık nefes alabileceğimiz bir liman gibi bizleri bekliyor…
Çalışmak
Günlük hayatta en sık kullandığımız kavramlardandır çalışmak. İçini ne kadar doldursak da tam anlamıyla ifade edemeyeceğimiz bir yoğunluktadır çalışmak. Birsen Bağcı, çalışmak üzerine kaleme aldığı bir denemesi ile Yediiklim’de.
Çalışmak kimi zaman bir babanın şakaklarından süzülen alın teri, bir kadının kâinattaki el izi, kaynattığı çorba tenceresi. İpe astığı çamaşırdan süzülen berrak su damlası, esnafın kapı önü süpürmesi, manavın önlüğünde parlattığı kırmızı elmaları, çay ocağı çırağının kulak arkası kalemi, ustanın duvara sıvadığı çimento harcı...
İşledikçe ışıldayan zanaat. Alaylı sanatkârların ellerinden çıraklarla miras bırakılan, yarık. Kurumuş ve nasır tutan derisi ile tokmağına vurduğu çekiç...
Mesuliyet, ocağı tüten bacaların çırası. Sırtlarda mücevher yüklü kambur.
Oysa bunca emek olmadan miskin geçen tufeyli, varlıklı bir yaşam, yalnız yatılan ceviz oyma yataklar, pahalı soğuk divanlar bizi mesut etmeye muktedir olabilir mi?
Eve girince yanağımızı okşayan sıcaklıkla, burnumuza değen kuru fasulye kokusu, kapıyı açan tatlı tebessüm. Koşarak bacaklara sarılan evlatlar hepsi emeğin, çalışmanın, işin sonucu değil midir? Belki de kaderin sırrı tamda burada gizlidir.
Yediiklim’den Öyküler
Özgül Yaşar - Öksüz Kalmak Tam Olarak Hangisi
“Evlat edinilmiş bir çocuğum ben. On buçuk aylıkmışım, çocuğu olmayan bir aileye verildiğimde. İstanbul'dan izne gelmiş Perihan teyzeler. Konuşmuyor, yürümüyor ama oturup herkesin gözünün içine bakıyormuşum tek tek. Kucağına almış Perihan teyze beni, elimde bir parça ekmekle akşama kadar aynı yerde oturur gıkım çıkmazmış, kucağına alınca gülümsemişim Perihan teyzeye. "Belki de ilgiye acıkmıştım". Annem. Sibel'le meşgul oluyormuş, Sibel benim bir küçüğüm, yeni doğmuş bebekmiş güzelmiş beyaz tenliymiş, sarışın. Annem güzel sever, esmer olduğum için sevmemiş beni kime çekmiş bu kız diyormuş sürekli, bize ver bu kızı demiş Perihan teyze, alın demiş etiyle kemiğiyle sizin. Birkaç güne döneceklermiş, bizde kalsın gidinceye kadar. Alışırsa İstanbul'a götürürüz, üzülüp ağlarsa getiririm demiş Perihan teyze. Saçlarımı taramışlar tepemden fare kuyruğu gibi bağlamışlar, saçlarım toplanınca yüzüm açılmış yanaklarıma dokunmuşlar oyuncak gibi demişler gülüşmüşler. Yer yatağı açmışlar düşerim diye. Perihan teyze ile Musa amcanın arasında uyuyacakmışım, bütün gece başımı yastığa koymamışım, bağdaş kurup oturmuşum yatağın içinde, küçük demiş Musa amca birazdan uyur uyumamışım her tıkırtıda irkilmiş kollarımı açmışım, gözlerimi kapıdan hiç ayırmadan beklemişim gelip almalarını, annemin ya da babamın, bilmiyorum.”
Fazilet Ergöz – Turuncu
Beyaz bir güvencin terasın ferforje tırabzanına tünemiş, bekliyor. Gün akşamına kavuşmuş, sukûtun hazzıyla oyalanmakta. Plastik dikdörtgen masada; annem, babam, erkek kardeşim Can, ben ve bir de Bircan'ın boş mama sandalyesi. Benim canım sıkkın. Canım çok sıkkın. Can hiç gitmesin hep bizimle kalsın istiyorum.
Annem üç tabağa köfte ve patates koyuyor. Denizin üzeri turuncu- mor. Can bir saatine bakıyor bir de denize. İç geçiriyor.
"Kuzeyin soğuk sularında turuncu boyle Işıldamıyor" diyor.
Derken de babamın çatılan kaşlarını fark edip, susuyor. Babam o günden beri ona böyle bakıyor.
O ise bana hiç bakmıyor.
Annem elindeki peçeteyle yanaklarımdan süzülen yaşları siliyor. Sandalyemi denize doğru çeviriyor. Sonra da un ufak edip ayranla ıslattığı börekten minik bir parçayı ağzıma şefkatle dayıyor. Dudaklarımı açmıyorum. 'Besleme beni anne, yeter dur artık, yok olayım istiyorum ben. Bırak yakamı!’
Can saatine bir kez daha bakıyor. Kuş içeri girmiyor. Denize doğru açıp kanatlarını turuncuların- morların arasına karışıyor. Can bana hiç bakmıyor.
Yediiklim’den Şiirler
Kadim şairler sizden bir ses istedim
kökboyanın topraktan gelen renginden
narın, kaya kınasının, meşenin ve cevizin renginden
kurban kanının alına çarpan nefesinden
bir ses diledim, günbatımı kızıllığında
bir ayak istedim sazı tutuk dili kekeme ozanlar adına
dirilten bir soluk serin bir mağaradan taşan
bak birikiyor anılar ve su alıyor hayat
bir şiirin narin gövdesine yatmazsa batacak
korkma boğulacaksın madem iyice açıl
dibe varmayan acının kapısı açılmaz huzura
taşlar kırıla kırıla ev olur gönül kırıla kırıla
kendi sesin de çıkacak karşına çoğaldıkça sesler
herkes çıkardığı yangından kaçacak
sen yangınlarla filizleneceksin
hangi göz kararmaz bakarken güneşe
alevden çarmıhını indirme sırtından
öbür yanağını da çevir aşktansa inen o tokat
Mehmet Özger
Birike birike bu günlere gelmiş
Eziyet sömürü katliamın tutarı
Öcünü almak için gelmiş olmalı
Bir gram imiş rivayete göre
Bütün dünyada koronavirüs.
Caddeye çıkınca vah vah dedim
Nerede o eski trafik yoğunluğu
Havasını sevdiğim boğaz
Bir çay bir sohbet
Özlemişiz değil mi
Sevgili dostum Ahmet Haksal
İki çift laf etmeyi.
Nurettin Durman
Ben sizinle anlaşamam
Kırk yamanın kırkını da söktüm
Delik deşik kalple yürüyüp
Acımam bakıp rengine ya da
Aldanmam kokusuna
Bildim her duyduğum yalan
Bildim dünyanın her köşelerini
Büyüymüş sözüm ona koca koca adamlar yaparmış
Ben sizinle anlaşamam
Çekildim sanılır belki çekindim
Nadastır bunun adı kalbi diriltir
Dile akseder zihne yansır suret bulur
Ne yanlış aynalar bunlar
Yansıtmazlar bir türlü sevdiğimi
Kır demeyin kıramam
Dedim ya ben sizinle anlaşamam
Hatice Çay
Ben bir mısradan ibaretim anne
Noktası ciddiyet bozan bir mısra
Sen yoksun ya anne bizim burada camlara
“İlk dökülen kan kadar günahtır yaşamak” yazıyorlar
Her gece
Ne olduğunu bilmiyorum ama sanırım vaziyet hiç iyi
Değil anne
Ne yazmaya ne sana ne de ölüme çare olamıyorum
Anne burada kapitalizm
Oksijeni moleküllerine bölüp bize satsa da
Ben Allah’ın adını hep bitişik yazacağım
Mahmut Dilmaç
hayat senin avucuna sığmaz küçüğüm
yenilgiler büyük rakamlarla yazılır gün dizimine
İlerledikçe uçarı ayakların
bir dağ gibi esmer kapılar dikilir önüne
sesini çatallaştıran şaşkınlıkla büyürsün
bulutlardan kalan izi unutmadan mavilikte
duvarda açamayan çiçeği beklersin
eylemsiz durmak deli eder ölgün vakitlerde
güneşi yükseltip dağların rehberliğiyle
çıkarsın kuş uykularını
bölen balçıklı mevsimlerden
Ayşe Altıntaş
Yarın insan sudan ayrılacak bardak boşalınca
Marifettir su büyüğün sofra küçüğün
Dolu tarafından baktığında kalem kırılıyor içinde
Bardak boşaldığında yetim bir aile oluyor
Süresiz nafakaya boyun eğmiş bir adam ve genç karısı
Suyu bulandırmak istemiyor her defasında
İzin verirse yasalar ve sözleşmeler
Kadının beyanını esas alıyor suyu içtiği için adam
Aykağan Yüce
beyaz bayrak çekerek yüzüne silah bırakan
çağlarca yaşayıp kısacık ömürlerce
pıhtıyken yürüyen, yürürken dilleniveren
koşuveren sonra yediveren
merdiven tırmandıkça göğüslenen böbürlenen
güzel günlere ağıt yaktın geçmiş günlere matem
veli abasını yırttın, tortusu yok, gölgesi yok
silahlandın evet sen, silahsız doğmuşken evet sen
kusurlandın evet sen, kusursuz doğmuşken evet sen
taşlar üst üste gelemedi, yakalar birleşemedi
insanlık üleşemedi, çocuklar gülüşemedi
duygu uçurumlarından üç günlük kuzular
akıl yamaçlarından ne biliciler yuvarlanıverdi
Ömer Hatunoğlu
Teşekkürler üstad...