Temmuz 2020 dergilerine genel bir bakış-4

Köyümüzü de kaybettik

Şehir ve Kültür dergisi 72. sayısından yapacağım ilk paylaşım Cem Eriş’in yazısından olacak. “Köyü olmayan çocuk” isimli yazıda kaybettiğimiz bir değerimize dikkat çekiyor Eriş. Şehirlere sıkışıp kalan hayatımızda artık “köy” diye bir kavram kendine yer bulamıyor ve çocuklar hayatlarında bir köyleri olmadan büyüyorlar; renksiz, kokusuz ve cansız.

“Çocukluğumun geçtiği Bahçelievler'in bahçeli evleri arasında koştururken yazları okullar tatile girince Konyalı arkadaşlarım Konya'ya, Trabzonlular Trabzon'a Kastamonulular Kastamonu'ya gider bir kaç ay sonra dönerlerdi. Mahallede neredeyse tek başıma kalırdım. Kafa dengi arkadaşlarımla oynayamadığımdan canım sıkılır ve aileme “Bizim niye köyümüz yok? Biz de köye gidelim” diye sızlanırdım. Evet, ailemin bir köyü yoktu. En az dört-beş nesildir Süleymaniyeli olan atalarım irtibatı çoktan kopardığından Anadolumda bir köyü yoktu ailemin. Onun için Anadolu'da köyü olanlara hep imrenmişimdir. Ama çocukluğumun İstanbulunu da doya doya yaşamışımdır. Boğazından ormanlarına, Silivrisinden Şilesine gezmediğimiz, ekmeğini yemediğimiz, suyunu içmediğimiz hiç bir tabii ve kadim semti, denizine girip balık tutmadığımız hiç bir kıyısı kalmamıştı. Onun için günümüzün dört duvar arasında kalmış çocuklarına acıyorum.” demişti..O yıllarda şehir hala kırsal alanla, tabiatla olan bağını sürdürmeye devam ediyordu. Dolayısıyla hem şehri hem de köyü bir arada çok kısa mesafeler içinde yaşayabiliyorduk. Arazi veya konut sahibi olmak ailemizin bir önceliği değildi şehre sonradan dahil olanlar gibi. Konut yuva idi, ev idi. Bugünkü gibi bir yatırım aracı değildi. Bütün bir çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği mahallemde aynı evde tam 20 sene kiracı olarak oturmuştuk. Bu şehirde insan, yaşadığı yere bağlanabilir, kök salabilir ve oranın bir parçası haline gelebilirdi. Böylece yeni gelenlerle beraber kültürel zenginlik artarak devamlılık arz ederdi. Ayartıcı, insanı baştan çıkartıcı ticari bir meta değildi yuva sahibi olmak. Zaten mülkün sahibi olmanız da gerekmiyordu. Kira da olsa konut sadece yuva idi, başınızı soktuğunuz ailenizle bir arada olduğunuz sığınağınız idi. Onun için çocukluğumun şehrini hatırlayarak bugünün çocuklarına acıyordum. Ancak malum pandemi sonrası kendime de acıyacağım hiç aklımın ucundan geçmezdi. Hem de hala aynı sebebten: “bizim niye köyümüz yok?”

İstanbul'un da köyleri var elbette. Lakin arazi değerlerindeki fahiş artışlardan köyler de nasibini aldı. Şehre yapılan yol, köprü, havaalanı, metro, kentsel donatı gibi her türlü alt/üst yapı yatırımı, sürekli arttırılan imar hakları ile şehrin nefes alma alanları olan kırsal tabii alanlar da rantın kurbanı oldu. Kırsalda kalan ve kısıtlı imarı olan alanlar da bu sefer bu bakirliklerinden dolayı kıymetlenerek sıradan insanın erişemeyeceği değerlere ulaştı. Dolayısıyla İstanbul'a yakın kırsal bir alanda legal bahçeli bir ev sahibi olmak artık milyon liralık bir bütçe ile ancak mümkün olabilir hale geldi. Bu paralara Anadolu'nun mütevazi bir şehrinde bütün bir apartmanı satın alabilirsiniz bugün.”

Bugünümüze, şehirlerimize bakıp ne diyebiliriz artık? Ben ise bir köyüm olmadığı için köyü olanlara gıpta ile bakıyor ve diyorum ki: “Köyünüzün değerini bilin, onu ihmal etmeyin ve kendinize küstürmeyin.”

Satılık Köylerden Satılık Şehirlere

Mehmet Kurtoğlu, her gün biraz daha ticaret merkezi haline gelen şehirlerin yaşam alanından çok tüketim alanı olduğuna dikkat çekiyor yazısında. Nazif Gürdoğan’ın Dünya Bir Şehirdir kitabına da göndermeler var yazıda.

“Hollywood, turizm şehri deyince Şarm el Şeyh, Paris deyince sanat akla geliyorsa, kadim şehirlerimizde ruhlarını satarak kapitalist dünyanın ilgisini çekecek markalar edinmelidir. Bir sanatçının nasıl ki marka değeri varsa, nasıl ki bir parfümün, bir beyaz eşyanın marka değeri varsa, şehirlerin de bir marka değeri olmalı diye düşünülmektedir. Şehirler ancak bu marka değer üzerinden pazarlanarak gelişebilir! Örneğin güçlü bir ticari kafaya sahip Gaziantep hemen “Marka Şehir Gaziantep” diye kendini tanımlamış, belgeseli dahi yapmıştı. Ardından onu taklit eden Urfa’da daha ileri giderek “Doğuştan marka Şehir” diye bir belgesel yapıp, on bin yıllık mabetlerini, beş bin yıllık İbrahimî geleneğini inkâr edip kendin ticari metaa dönüştürmüştü… Almanca bir ticaret kavramı olan “marka” sözcüğü şehirlere adapte edilerek üretilen “”Marka Şehirler” fikri pek tutmamış olsa ki, bu defa “Akıllı Şehirler” fikri ortaya atılmış, bunun üzerinden tasarımlar yapılmak istenmektedir.”

“Geleceğin şehirleri içinde İstanbul’a apayrı bir rol biçen Gürdoğan, onun tarihsel birikiminden, bulunduğu konumdan, Doğu ve Batı’yı kuşatıcı dinamiklerinden hareketle medeniyet kurucu şehrin başında geldiğini belirtir. Ayrıca Başkentin Ankara’dan İstanbul’a taşınması söyler. Metafiziksiz ve idealsiz mimarlar, şehir plancıları, sosyologlar ve bütün bunların üzerindeki toplum mühendisleri şehirlere hangi sıfatı yakıştırırsalar, hangi yeni roller biçseler de şehirler varoluşsal kimliklerinin dışında varlık gösteremezler. Şehirlerin kültürel derinliklerini, dinamiklerini ve reflekslerini göz önüne alarak onları geleceğe taşıyabilir, geleceğin medeniyet kurucu şehirleri yapabiliriz. Şehirler geçmişte üniversiteleriyle kültür havzaları olmuş, medeniyetlerin dönüşümünde rol almışlardır. Bu bağlamda tarihte Roma, Atina, İskenderiye, İstanbul, Bağdat, Kudüs, Şam, Antakya, Harran, Urfa, Nusaybin, Cindüşapur gibi ekol olmuş şehirleri hatırlamak yeterli olacaktır.”

Han Duvarları Eşliğinde Ulukışla Yolundayız

Mehmet Mazak bizleri şiir gibi bir yolculuğa davet ediyor. Zaten Ulukışla ismini görenlerin zihninde Han Duvarları şiiri akmaya başlamıştır bile. Mazak yine yazısında tarihten kesitler sunuyor. Geçmişten günümüze uzanan bir yolda yürüyoruz, yanımızda Öküz Mehmet Paşa…

Benim gözümde Ulukışla Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde yaşamış ve gizlenmişti gönül coğrafyamda. Şair öğretmen Faruk Nafiz’in 1922 yılının soğuk bir Mart günü İstanbul’dan binmiş olduğu trenin Ulukışla istasyonunda Şair öğretmeni indirmesi ile “Han Duvarları” şiirinin hikâyesi başlar. Kayseri Lisesine tayini çıkan Şair öğretmen Ulukışla’yı şehirli gözüyle görür, edebi dünyasında hıfz eder, Öküz Mehmet Paşa kervansarayında bir gece dinlendikten sonra yaylı diye tabir edilen atlı arabayla üç günlük zorlu bir yolculuklar esnasında hanlarda ve kervansaraylarda konaklayarak görev yapacağı Kayseri’ye ulaşır. İşte bu yolculuğun hikâyesinin başlama noktası olan Ulukışla ve gözlemlerini şiirin başında şöyle dile getirir;

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, ”

“Öküz Mehmet Paşa akıllı, dürüst, cesur, terbiyeli ve ince fikirli bir kişiliğe sahip olduğu bilinmektedir. Paşa’ya öküz denmesinin birkaç tane hikâyesi vardır. İlk rivayet şöyledir Paşa memleketi Ulukışla’da bir menzil külliyesi yaptırmaktadır. İnşaatın bazı malzemeleri ve mermerler yakın çevre illerden ve ocaklardan gelmektedir. Bu malzemeleri getiren kağnıları çeken öküzler Ulukışla yakınlarındaki “Öküz çatlatan bayırında” zorlanmakta ve hatta bazen burada ölmektedirler. Bir keresinde yine aynı olay olunca ölen öküzlerden birinin yerine Mehmet Paşa kendisini bağlamış ve kağnıları gücü ile Ulukışla’ya getirmiştir. O günden sonra güçlü ve kuvveti anlamında “Öküz Mehmet Paşa” denmeye başlanmıştır. Babasının Öküz nalbantlığından dolayı çevresindekiler gizliden gizliye “Öküz” olarak adlandırırmış Mehmet Paşa’yı.

Paşa komuta ettiği ve İran’a düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti ile taarruz planlarının otağında gözden geçirirken taşıma işlerinde kullanılan öküzlerden biri çadır aralığından kafasını uzatıp gözlerini Mehmet Paşaya dikmiş ve böğürmeğe başlamış. Paşanın çevresindekiler önce kıs kıs, sonrada kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Zeki ve nüktedan biri olan Paşa yavaşça yerinden kalkarak öküzün yanına gitmiş ve kulağına bir şeyler söyleyip yerine geçmiş. Vezirlerine dönerek şöyle demiş; “Bu hayvan bana ne dedi biliyor musunuz? Senin kim olduğunu biliyorum. Bir öküz olarak asilliğinle bunca eşeğin arasında ne işin var? “ Bende kendisine , “ her eşek sürüsünün başında mutlaka bir Öküz olması gerekir.” Dedim demiş. Bundan sonra Mehmet Paşa’nın Öküz lakabı resmiyet kazanmış derler.”

“Ulukışla Öküz Mehmet Paşa’nın yadigârı külliyeyi bağrında taşımaya devam etse de, muhafaza ve ihya etmede muvaffak olamadığını gördüm. Güney ile Kuzeyi, deniz ile iç karayı birbirine bağlayan yol üzerinde asırlardır gurbet türkülerinin söylendiği, acıların ve sızıların Mehmet Paşa kervansarayının duvarlarında yankılanmaya devam ettiğini işittim ziyaretimde.”

Şehirleri Fark Ederek Yaşıyor Muyuz?

Muhsin İlyas Subaşı, örnek bir olaydan hareketle şehrin farkına varmak üzerine bir yazı kaleme almış. Şehirlerin fark edilmeden, göz ardı edilen yüzüne dair bir yazı. Yazının merkezinde Kayseri olsa da aslında birçok şehir aynı dertten muzdarip.

“İzmir’den Kapadokya bölgesine gezmeye gelen bir gruptan dört bayanla tesadüfen karşılaştım ve uzunca bir sohbetimiz oldu. Bayanlar entelektüel irfana sahip kimselerdi birisi Emekli Hakim, birisi emekli Doktor, birisi emekli Mühendis, birisi emekli Öğretmendi. İlk sorum “Kayseri’yi nasıl buldunuz?” oldu. Hanımlardan birisi açıkça itiraf etti: “Biz bu şehre ‘yobaz’ gözüyle bakıyorduk. Ekip olarak Kapadokya’ya kadar gelmişken, ‘şurada Kayseri’ye de uğrayalım’, diye bir teklif yapıldı. Çoğumuz, “Aman canım, bu yobaz şehirde görülecek ne var, gitmeyelim, buradan Konya’ya dönelim”, dedik. Ancak bizi ikna ettiler; “Şehrin çok yakınındayız, sonra Kayseri tarihte Kapadokya Krallığının başkenti bir şehirdir, orada o dönemin antik eserleri de olabilir”, dediler. Böylece o merakla geldik. Ancak, o döneme ait bir ize de rastlamadık.” Hanımları, bir kitabevine davet ettim. Orada oturduk, kendilerine bu şehrin bilinmeyenlerini anlattım: “Bakın hanımefendiler, sizler ülkenin okullarında okudunuz, ülkemize hizmet ettiniz, emekli oldunuz ve şimdi tanıma turuna çıkmışsınız. Kayseri’nin yobazlığı nereden kaynaklanıyor? Bunu bana anlatacak bir gerekçeniz varsa, buyurun sizi dinliyorum” Bayanlar birbirlerinin yüzüne baktılar. Birisi, ‘valla, öyle diyorlar, biz ne bilelim’, deyip ithamın yükünü üzerlerinden atmaya çalıştı. Bu defa söze başladım:

‘Sizler bayansınız, ister misiniz bu şehrin tarihindeki bayan zenginliğinden söz etsem?’ dedim ve devam ettim: “Bakın yakınımızda, Şifaiye Giyasiye Medresesi adını taşıyan bir medrese vardır. Orasını bir bayan yaptırmıştır. Üstelik bundan 800 yıl önce, Adı Gevher Nesibe’dir. Dünyanın ilk uygulamalı tıp fakültesidir bu. Bir tarafta tıp eğitimi yapılıyor, öbür tarafta hastalar tedavi ediliyor. Bizde bu olurken Batı’da hastane diye bir kavram yoktu. Daha da önemlisi, hamamı, konferans salonu, mescidiyle bir külliyedir. Çok daha dikkate değeri de, bu sitenin içerisinde ruh ve sinir hastalarını tedavi eden bir de rehabilitasyon bölümü vardır. Burası kış aylarında hamamın sıcak suyuyla ısıtılıyor hastalar da müzikle tedavi ediliyor. Bir başka bayanımız, Hunat Hatun, kendi adına, cami, büyük bir medrese, hanımlar ve erkekler için ayrı ayrı bölümleri olan bir de hamam yaptırmıştır. Daha da önemlisini söyleyeyim, Türkiye’nin tarihinde bir onur arması olarak durması gereken bir başka bayanımız vardır, Sulipaşa Hatun! Alettin Eratna’nın eşi olan bu hanım, da bundan 800 yıl önce bu şehirde Valilik görevini yürütmüştür. Arap Seyyahı İbni Batuta’yı karşılayıp ağırlayarak buradan gönderen bir Devlet kadınıdır. Mesela, Mısır Sultan diye bir hanımannemiz var, Selçuklular döneminde Mısır’a elçi olarak gönderilmiştir. Hunat Hatun’un da İran’a elçilik göreviyle gittiğinden söz edilir. Selçuklu eserlerinin mihrabıyla en muhteşemi olan ve Sanat tarihinde örnek eser olarak gösterilen Gülük Camii’ni de bir Selçuklu bayanı olan geçirdiği bir depremden sonra adeta yeniden inşa edilecek şekilde Atsız Elti Hatun tarafından günümüze gelmiştir. Onun da bitişiğinde hamamı vardır. Develi ilçemizde de Sivas Hatun’un yaptırdığı büyük bir cami bulunmaktadır. Yobaz dediğiniz şehrin sadece hanımlar tarafından sağladığı kültür eserleri bunlar. Biz bu eserlerin ruhaniyeti içerisinde yaşıyoruz bu şehirde. Osmanlı’nın son döneminde İzmir’de yaşayan levantenler yüzünden bu şehre ne ad veriliğini her halde bilirsiniz?”

Sarı Saltuk’tan Miras Bir Masal Diyarı: Blagay

İçimizdeki Bosna sevdasını değerli kalemlerin yazdıklarını okuyarak yatıştırmaya devam ediyoruz. O diyarları en güzel anlatan yazarlardan biridir Fahri Tuna. Bu sayıda da Blagay Tekkesi’ne doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

“Masallarla büyüdük hepimiz. Masal ülkesi, masal diyarı denince neresi gelir aklımıza ilkin? Kaf Dağı’nın arkası, değil mi.

Yeryüzünde bugün masal diyarı kadar güzel yerler var mıdır dersiniz? Elcevap: Evet, var. Neresi, nereleri peki? Cevabı herkese göre değişir bu sorunun. Herkesin hayal gücü farklı farklı, herkesin Kaf Dağı başka başka zira. Sana göre nereleridir? Bu soruyu bana sorar gibisiniz sanki, söyleyeyim hemen:

Türkistan, Ahmet Yesevi Türbesi, bir. Moldova, Gagauaz Yeri, iki. Mostar, Sarı Saltuk Tekkesi, üç. Üçünü de gidip gördüm mü? Yaradan’a şükür, evet. Bazılarına kaç kere üstelik. Masallar hep hayal dünyamızda kalır sanırdım ben çocukluğumda. İmkânsızdır masallara şahitlik. Büyüdüm, kocaman adam oldum, hatta dedelik yaşına geldim, hâlâ öyle düşünürken, elli beş yaşımdan sonra gördüm. Aaaa diye bağırdım, gerçekmiş bu masallar, efsane değilmiş. Etrafımdaki kalabalığa baktım, benden başka duyan yok sesimi.

İçimden söylemişim meğer. Sevindim. İçlerinden Blagay Tekkesi’ni anlatmak isterim, Mostar’daki. (Türkistan ile Gagauz Yeri’ni anlatmıştım önceleri zaten size.)

Mostar mâlumunuz zaten, Bosna Hersek’te, Neretva Nehri kıyısında kurulmuş bir güzel şehir. Yarısı Müslüman Boşnak, yarıya yakını Katolik Hristiyan Hırvat. Az bir kısmı da Ortodoks Hristiyan Sırplardan oluşuyor. Yaydığı bereket kadar, gönülleri de serinleten Neretva Nehri üzerine Osmanlı’nın armağanı şahane köprü, Rumeli’nin gerdanlığı hükmündedir. İnci mercan gümüşlerle örülüdür sanki. Muhteşemdir. Bunu her tarafsız ve insaflı göz de itiraf eder.

İşte bu Mostar’a on iki kilometre mesafeden (güney doğusunda diyelim) bir nehir doğar: Buna. Ona Buna derler. (Pirimiz üstadımız Evliya Çelebi diliyle konuşalım:) Halkı Buna diye tesmiye eyler.”

“Fatih’in oğlu Cem Sultan, Edirne Valisi iken, Ebul Hayr Rumi’yi, Sarı Saltuk efsanesinin peşine göndermiş, aylar yıllar süren çalışma sonrasında Rumi’nin Saltukname adlı bir kitabı ortaya çıkmıştır. O bilgilere göre hazretin vefatı 1297’dir. Kabri nerededir? Tam bilinmemesine rağmen, en kuvvetli rivayet Romanya Dobruca’dadır. Aradan sekiz asır geçmesine rağmen, Niğde Bor, Bursa İznik dâhil, Anadolu ve Rumeli’de, dokuz ülke on iki şehirde Sarı Saltuk kabri olduğu rivayeti ve kabul edilmişliği, onun her iki kıtada da ne kadar sevildiğinin işareti sayılmalıdır. Dönelim Mostar’a; Buna Nehri’nin ilk kaynadığı yerde, sarp bir dağ yamacının dibinden ruha şifalar sunan Blagay’a Sarı Saltuk gelmiş kalmış yaşamış mıdır? Oradaki yatırda yatan kendisi midir?

Ne önemi vardır ki bunun. Orası bir Sarı Saltuk Tekkesidir. Alperenler Tekkesidir. Sarı Saltuk felsefesi, Sarı Saltuk’un ait olduğu medeniyet, dolu dolu sekiz asır orada yaşanmış, yaşanmaya da devam etmekte midir? Evet.”

Kıdemli Sunucumuz: Halit Kıvanç

Erbay Kücet, Halit Kıvanç üzerine kaleme aldığı bir yazı ile yer alıyor Şehir ve Kültür’de. Yeni nesil bilmez Halit Kıvanç’ı ama bizim için radyo başında beklemek ve maç demek Halit Kıvanç demekti.

“Radyoda futbol müsabakaları anlattığı günlerden bildiğim Halit Kıvanç’la ilk defa yüz yüze gelmiştik. Meşin yuvarlağın saha dışına çıkması, taç, aut ve kornere çıkan topların ‘ikibuçukluk’ lakaplı çocuklarca oyuna tekrar sokulması, futbolcuların birbirlerine çelme takıp düşürülmeleri, hakem düdüğü ile maça ara verilmesi, amigoların seyircileri coşturmalarına varıncaya kadar anlatırken sahayı evimize taşırdı. Yaşlı zannederler diyerek kimseye elini öptürmeyen duayen spikerin yeniden hayata gelecek olsa Halit Kıvanç olmak istediğinden avukatlık tahsiline rağmen işini ne kadar çok sevdiğini anlıyoruz. Sanırım ortak özelliğimiz olsa gerek ben de konuşmayı severim. Çok erken konuşmuş. Komşular “Aaa konuştu” deyince susmuş. Sonra biri elinde kanaryayla gelmiş, “Kanarya suyunu içerse konuşur” demişler. Altan Erbulak da “Şimdi ötmeyen kanaryalara Halit’in suyunu içiriyorlar, radyoyu kapattım, Halit’i açtım” dermiş.

Bir dönem sigara kullandığından maç anlatmak için gittiği Avrupa’da sesinin kısıldığını, döndüğünde sigarasını, çakmağını ve sigara tablasını denize attığını, içki için de doktorlarının “Bunları tarihe mâl eder misin?” dediklerine uyduğunu ifade etmektedir.”

“Spikerliğin artık kolaylaştığını şu sözleri ile ifade etmektedir: “Çok rahat görülüyor televizyondan her şey. Biz radyoda anlatıyorduk. Ben görüyordum ama halk görmüyordu. Şimdiki kameralar çok yakın takip ediyor, kimin kim olduğu çok açık belli. Eskiden biz daha çok ezber yapmak zorundaydık. Şimdi gözlerim bozuldu ve önüme notlar koyuyorum. Mümkün olduğunca sahadaki oyuncuların ve hakemlerin isimlerini ikinci plana attım.”

95 yaşını idrak eden kıdemli sunucumuz kalp kazanmayı önemsediğini, dargın olmayı hiç sevmediğini, insanın eşiyle mutluysa hayatını da mutlu geçireceğini, iş hayatında çok iyi bilmediği şeyleri yapmamaya çalıştığını ve her şeyin parayla çözülmediğini kalın çizgilerle özetliyor. Bu vesile ile Orhan Boran, Erkan Yolaç, Cenk Koray ve Altan Erbulak gibi televizyonlarımızın efsane sunucuları da hatırlamış olalım.”

Kangallı Sadık Dostumuz

Canan Coşar, Sivas’ı, Kangal’ı ve Kangal köpeklerini anlatmış yazısında.

“Sivas, tarihi ve kültürel değerleri ile ünü Türkiye sınırlarını aşmış bir şehrimiz. Milli mücadelenin en önemli şehirlerinden olan Sivas; Kangal ilçesi ile de şehrin Türkiye dışında tanınmasını sağlayan Anadolu’nun eşsiz değerlerinden biridir. Kangal, birlik ve beraberlik anlamına gelir. Geniş bir vadi içerisine kurulan yerleşim yerini kangal şeklinde dağlar çevirmiştir. Birlik içinde yaşayan halk sıcakkanlı yardım sever ve hoş görülüdür. İlçe kültür ve turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Tarihi açıdan kervansarayı, türbesi, kilisesi ile birçok önemli mekâna sahiptir. Ayrıca sedef hastalığına tek şifa kaynağı olan Balıklı Çermik ve adını yaşadığı yerden alan Kangal köpekleri ile Kangal; tüm dünyada bilinmektedir.

Öyle bir dost hayal edin ki ilk karşılaştığınız andan itibaren sizi sahiplensin, korusun, kollasın; hisleriyle kimin size zarar vereceğini bilsin. Sadece size değil aile fertlerine; özellikle de çocuklara karşı büyük bir hassasiyet taşısın. Güven duygusunun zedelendiği son yıllarda, bir hayvana güvenmek; ona evini, aileni teslim etmek ilginç tabi ki. Aynı dili konuşan iki insan anlaşamazken birbirlerini anlayamazken bu hayvanlar konuşmayı bir kenara bırakalım sahibinin kalp atışını bile hissederler.

Tıpkı bir bakıcı gibi çocukların yanından ayrılmayarak onları korurlar. İnsana yakın bir ruha sahip olmaları ile bütün duygu ihtiyaçlarına uyum sağlayan hayvanlardır.”

Dört Mevsim Edebiyat

Turhal Milli Eğitim Müdürlüğünün bir yayın organı olarak çıkan Dört Mevsim Edebiyat dergisi, 15. sayısına ulaşmış.  Dergiye baktığımızda bir yayın organından öte bir edebiyat dergisi ile karşı karşıya olduğumuzu hemen hissediyoruz. Elbette bundaki en büyük pay Milli Eğitim Müdürü Mehmet Yıldız’a ait. 

Mehmet Yıldız ile tanışıklığımız çok eskilere dayanır. Esra Yayınları arasından çıkan kitabı Sadağımda Gül Var kütüphanemde vardı ve şiirleri de severek okuyordum. 1997 Eylül’ünde Tokat’ta göreve başlayınca Yıldız’ın da Turhal’da öğretmen olduğunu duydum. 1998’de bir şiir gecesi düzenledim. O programa Turhal’dan Mehmet Yıldız ve İbrahim Çam’ı da davet ettim. İlk görüşmemiz tanışmamız böyle oldu. Daha sonraları çok sık görüşemesek de gönüllerimizin bir olduğu muhakkak. Şimdi Dört Mevsim Edebiyat’ı böyle yetkin bir dergi olarak elime alınca çok da şaşırmıyorum çünkü o derginin arkasında yılların birikimi var.

Tombul Kuzuların Aşkına

Bir derginin sayfalarını çevirirken Arif Ay ile karşılaşıyor olmak en güzel buluşmadır. Dergi Arif Ay’ın Tombul Kuzuların Aşkına isimli yazısı ile başlıyor. Ay, Cahit Zarifoğlu’ndan giriş yaparak şiirimizdeki, hayatımızdaki “kuzu”lara değiniyor yazısında, şiir tadında.

“Yazımın başlığı Cahit Zarifoğlu’nun “Zarif, Çoban” adlı şiirinden aldığım ve her dörtlük sonunda tekrarlanan bir dizesidir. İnsana yayla ferahlığı veren, insanı gökyüzü maviliğine çeken, sevgiliye tutkunun coşkusunu duyuran bu güzel aşk şiiri, Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarına girmez. Bütün şiirlerinin toplandığı kitabına sonradan ek olarak giren şiirler arasında yer alır. Şu dörtlükle başlar bu şiir:

O güzeli bana verseler
 Tombul kuzuların aşkına
Yaylalara atlas kilim serseler
Tombul kuzuların aşkına

Cahit Zarifoğlu’nun bu şiiri, onun hep özlemini duyduğu Yunus gibi söyleme arzusuna karşılık gelecek şiirlerinden biridir. Dolaysıyla o, Batı şiir tarzına yerli bir öz ve duyarlık giydirdiği “İşaret Çocukları” ve “Yedi Güzel Adam”dan sonra kadim şiir geleneğimizle örtüşen “Menziller”, “Korku ve Yakarış” kitaplarıyla Yunus gibi söyleme arzusunu gerçekleştirir.”

Kuzu, edebiyatımızda genellikle askere gidip tıpkı Tokatlı “On beşliler” gibi dönmeyenlerin ortak adı olmuştur. Bunlar ana kuzularıdır, kınalı kuzulardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Kınalı Kuzu Ağıdı”ndan:

“Ne o, kımıldamaz oldun, taş kesildin, ne o, / Yeller duruverdi / Duruverdi ses. / Nereye gittin ha, kınalı kuzum, çabuk nereye gittin / Ölüme deme”

(…)

“Ağaç mı yok bayırda, düzde, tepede, / Su mu yok çağlayan çağlayan? / Yeşil mi yok, şöyle ipekçesine büyümüş, şöyle delicesine fışkırmış. / Ananın sütü mü yok, kınalı kuzum / Yüzüme deme.”

İnsanlar birbirini sevmeli. Aşık olmalı: Tüm güzelliklere. Feleğin çarkı böyle dönmeli. Ömür böyle geçmeli:

Geçiyor bulut geçen ömürdür
Gece mi, saç mı, hayır kömürdür
Zarif çoban oldu görseler
Tombul kuzuların aşkına

Mustafa Kutlu ile söyleşi

Mustafa Kutlu ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Bir yol rehberi gibi bol ışıklı bir söyleşi olmuş. Yoldaki İşaretleri toplaya toplaya gidenler için çok değerli ipuçları var hayata ve yazmaya dair. Sorular Mehmet Yıldız’dan gelmiş.

“Ben talebelik hayatımda üniversite ikinci sınıftayken Hareket mecmuasının orta dönem çıkışı ile karşılaştım 1966’da. Ve Hareket Mecmuasında rahmetli Nurettin TOPÇU’nun fikriyatı başta olmak üzere hareket mecmuasına kapılandım diyebilirim. Sonra da onu çıkaran arkadaşımızla tanıştık. 50 yıllık dostluğumuz sürüyor. Talebeliğimden itibaren ben bu yolda hizmet etmek üzere kendimi hazırlamış idim zaten.Dolayısıyla bunun şartları ne zaman vücut bulacaktı, ben ne zaman İstanbul’a gidecektim, ne zaman onlara karışabilecektim? Bu bize Cenabıhakk’ın nasibi ancak üç dört sene sonra olabildi. Ben zaten kafaya koymuş olduğum için hiç tereddüt etmeden İstanbul’da Vefa Poyraz Lisesinde öğretmenlik yaparken istifa ettim ve Hareket mecmuası kadrosuna dâhil oldum. Biz bir grup arkadaş -bir elin beş parmağını geçmez- bu yola kendimizi adadık. Bizim neslimiz zaten adanmış bir nesildir. O gün bugün devam ediyoruz efendim.”

“Hareket mecmuasına da dâhil olurken gençliğimden, delikanlılığımdan itibaren belki çocukluğumdan itibaren içimde oluşan en mühim duygu adalet duygusudur. Bu adalet duygusunun zedelendiğini gördüğüm her yerde içimden harekete geçmek, bir isyan çığlığı koparmak geçmiştir. Dolayısıyla bir şekilde bunu ve buna benzer bazı duyguları -işte efendim merhamet, hürmet, şefkat, efendim feragat- buna benzer ahlaki duyguları uyandıracak olaylar, kişiler, durumlar beni harekete geçirir. Bunları not alarak, birtakım notlar tutarak bilmem ne falan filan yapmam. Bir türkünün bir mısrası, bir şiir, bir görüntü, sokakta rastladığım bir çocuk bu yoğun duygularımı harekete geçirir. Dolayısıyla oturur yazarım. Mesele budur yani.”

“Şöyle söyleyeyim: Ben “Kalbimin Sesi ile Toprağa Dönüş” diye son olarak bir fikir kitabı yazdım. Burada takip etmek lazım gelen bir zihniyeti en azından tenkit olarak ortaya koyduk. Bütün dünyayı hegemonyası altına almış olan bizi de yüzde epeyce bir miktarda etkilemiş olan kapitalizm önümüzdeki en büyük engeldir. Kapitalizmle olan mücadelemiz varsa eğer ona olan alternatifimiz ne kadar yükselirse kendimizle olan barışıklığımız, kendimize dönmemiz o kadar önemli, o kadar kolay olabilir. Ama bu yolda nasıl bir şey takip edilecektir, ne yapmak lazım gelir, çetrefilli uzun bir meseledir.”

“Bakın bu da işte pek bilinmeyen bir şeydir. Yen Şafak gazetesi ilk çıktığında bizim arkadaşlar bir araya gelerek o gazeteye emek verdiler. Bütçesi fazla olmayan kuruluş idi. Dolayısıyla spor sayfası yok gibiydi. Var ama yok gibiydi. Ben de onlara dedim ki bu spor sayfasını kaldıralım ya da icabı neyse onu yapalım. İcabı neyse onu yapalım, dediler. Ama maçlara gönderecek foto muhabiri yok. Foto muhabirininde fotoğraf makinesi bile yoktu. Çok zaruret vardı. O sıralarda da bazı köşe yazarlarının futbol yazıları yazmaları moda haline gelmişti basında. Ben dedim ki bu yolu takip edebiliriz. Bazı ismi olan arkadaşlar spor yazıları yazabilirler. Mesela ben dedim futbol yazıları yazmaya talibim. Çok güzel olur dediler. Başladık futbol yazıları yazmaya; arkamı döndüm, baktım kimse yok. Böyle oldu.”

“Şeker Şehir” Turhal

Anadolu dergilerinin yaşadıkları şehre dair notlar paylaşmalarını çok değerli buluyorum. Dergiye tümüyle yerele boğmak doğru bir tercih olmaz ama birkaç yazı ile şehrin nefes alan yüzünü edebiyat dünyasına taşımak çok önemli. “Turhal Postası” bu anlamda dergideki dikkat çeken çalışmalar arasında. Halil Kazovalı, Şeker Şehir Turhal isimli yazısıyla yer alıyor dergide. Yazı da ismi gibi; oldukça keyifli, Turhal’ı tanıtan, şehrin gülen yüzünü nazara veren bir yazı.

“Cumhuriyetin ilk yıllarında küçük bir kasaba iken şeker fabrikası ile birlikte çevre iller için cazibe merkezi olmuş; özellikle 60'lı yıllardan itibaren Yozgat, Amasya ve Sivas’tan büyük göç almıştır. Ayrıca köyden kente göç olgusunun bir sonucu merkeze bağlı köylerden de hayli nüfus akışı olmuştur. Bugün merkez nüfusu 62 bin olan şehir bir zamanlar 95 bine kadar yükselmişti. Hatta bugün bile Pazar istikametinden Turhal’a girenleri 95 bin tabelası karşılar.

Sivas – Samsun demiryolu şehri ikiye bölse de önemli bir ulaşım aracı olarak Turhal’a hizmet etmektedir.

Güneş, doğusundaki Mercimek tepesinin yılın altı ayı sağından diğer altı ayı solundan Turhal’a sabah aydınlığı verir. Akşamsa Çivril dağlarının serin gölgesini şehrin üzerine bırakarak kaybolur. Kuzeyinde Geyran’ın berrak suyu, güneyinde Kızkayası’nın mahzun hatırası durur.”

“Turhal 1960'lardan sonra çok göç aldığında kozmopolit bir nüfüsa sahip. Hem etnik hem de mezhepsel olarak Türkiyenin bir prototipidir. Ancak bu nüfus daha çok çevre illerden geldiği için aynı örf ve adete, birbirine benzer kültüre sahipler. Bu sebeple şehirde birlik ve beraberlik duygusu yerleşmiş, sosyal ilişkiler gelişmiş, düğün, cenaze gibi insani ilişkiler çok üst seviyededir. Tasada ve kıvançta birlik, milli ve manevi duygularda hassasiyet, farklı düşünce ve yaşam biçimlerine olan hoşgörü ve saygı Turhal’ı yaşanabilir huzurlu bir kent haline getirmiştir. Kısacası Cem KARACA’nın dediği gibi:

“Hep bir hallı Turhallıyız”

Ahkaf

Ayşegül Sezek’in Ahkaf isimli yazısı, bir çöl fırtınasına tutulan yüreğimize esenlikler sunuyor. Önümüze çıkan her kum yığını biraz çöl, biraz sıcak, biraz hicret kokuyor. Sezek tüm bunları şiir tadında anlatıyor.

“Ey yağmura hasret toprak… Göğsünü yarıp çıkacak filizlere daha kaç mevsim var? Değsin artık kurumuş bağrına özlediğin, hasretini çektiğin rahmet damlaları…

Hasret; bekleyip durduğun, gelmeyen zamana sitem…

Ey bu aciz bedenimi bile sarıp sarmalayacak olan toprak… Ben insanım, insan yeşermez, insan filiz vermez. Yarmaz senin göğsünü, güneşe baş vermez. Sen yok edersin beni, bilinen bir zamanda tekrar dirilmem için, saklarsın koynunda mucize gibi…

Ey yeryüzünün bereketi, yaşam kaynağı, insan mayası… Kar bizi çamurunla, çatlayan bağrına rahmet indirsin Allah-u Teâlâ… İndirsin ki; çamurlanasın, mayalanasın, karıştırasın ölü bedenleri hamuruna… O hamur ki, çürümüş kemikleri saklar… İsrafilî bir zamana, üflenecek olan Sûr anına dek saklar…”

“Ey toprak… Doyuran, yeşerten, büyüten, saklayan, dürüst emanetçi… Yağmura hasret, rahmet bekçisi… Ey kabirlerin ev sahibi, ey rüzgârın yareni…

Ey Ahkâf!… Rabbin kelamı… Uzun ve yüksek kum yığınları… Ufalanmış toprak, Rabbin emrine amade her zerre… Rabbin emrinde sonsuz kum tanesi…

Ey asıl yurdum, mayam, toprağım… Bilirim, Rabbimin emrindesin. İman ile geleni incitmezsin.”  

Bir Doktorun Notları

Dr. Nurgül Baldemir, acılara sahadan bakıyor. Yani acıların tam ortasından. Sahih bir anlatım, içe dokunan bir incinmişlik hali var her cümlede.

“Acı; insanın kendini duyurma çabası, derdine derman arayışı… Hayatın tuzu biberi gibi bir tadı işte, bir imtihanı… Lezzeti herkese göre değişir bilirim ama acı, ömrümüzün en tesirli baharatı… Kendine has da bir tadı var galiba her acının, kendini hatırlatan izleri, enkazları var. Baktığı her şeyde gördüğü, her ‘’Ahh!’’ edişte içini sızlatan, anne baba sesi sanılan, sanki seni çağıran, her seste seni derinden yaralayan, hani Allah yaşatmasın, evlat acısı gibi derler ya; insanın içine öyle işleyen ne acılar var… Sessizce yürekte taşınan, bazen taşıyamayıp taşırdığımız, gözlerimizde yaş olan ne acılar var.”

“Çok şükür yaşıyoruz dedirten acılar bunlar belki; başa gelen, baş tacı edilen, o yüzden çekilebilen acılar… Yudum yudum sabırla içilen acılar… Bizi olgunlaştıran, yaralayan, her yarada yaramızın merhemini, Yaradan’ı hatırlatan acılar… Keşke acıyı her duyuşumuzda, ‘ah’ derken, bizi bu acılar sebebiyle affedenin olduğunu hiç unutmasak… Çektirdiğimizin vebalini, çektiğimiz acıların mükâfatını hatırlasak… Keşke O’nun hatırına; açtığımız yarayı sarmaya çalışsak, el uzatsak… Acı çektirmesek artık. Çektik amenna; yaramdan da yârimden de hoşum demiş ya şair… Haklı da hani… Yine olsa yine çekeriz biz de; derdi veren o Sevgili’nin hatırına… Ama diyorum ki; bunca yaşanmışlık varken, bizi birbirimize bağlayan bunca acı, bunca sebep varken, bu ayrılık acısını gün gün yüreğimize ekmenin ne anlamı var?

Geldiğimiz yer bir, gideceğimiz yer bir…”

Dört Mevsimden Bir Hikâye

Abdurrahman Alkan’ın Gülseher Abla hikâyesi oldukça içten bir anlatıma sahip. Hayatın akışının sesini duyuyorsunuz cümlelerin arasında. Gerçekle kurgu, sevinçle hüzün, uzakla yakın… Her şey hayat gibi…

“Hiçbir güzel haber alınamayacak kadar geç bir vakitti. Ev telefonumuz, insana huzursuzluk hissettiren keskin bir sesle çaldı. Korkarak telefona baktım. Bir an için boş ver açmayım diye düşündüm. Yine çaldı. Bir saniye içerisinde bin bir facia haberi aklımdan geçti. Acaba hangisini alacaktım? Birazdan duyacağım bütün felaketlere kendimi hazırlayarak ahizeyi kaldırıp “Efendim” dedim. Uzaklarda garip kalmış bir kadın “Yetişin…” diyordu feryatlara bürünmüş bir sesle.”

“Artık ayrılık zamanıydı. Gülseher abla, Mehmet amcanın elini öptü önce. Sonra annesine, abisine, benim anneme, akrabalarına, komşularına sarıldı. Ben kapının önündeydim. Ağlamak üzereydim. Yanıma geldi en son. Sen kocaman bir erkesin. Erkekler ağlamaz, dedi. Kapıya kadar elinden tutup eşlik ettim. Tam çıkarken bu kez o kendini tutamadı. Eğildi öptü beni bütün geride kalanlar adına. Geleceğim yine, dedi bana. O adam Gülseher ablamın elinden tutup arabaya bindirdi. Ve gittiler. Gülseher ablamın davul zurna eşliğinde gelinliğiyle evden gidişini bir süre unutamadım.”

“Gülseher abla kırıla kırıla yaşamayı, kederlerini gülümseyerek örtmeyi öğrendi. Belki de dünyanın, çeyiz sandıklarında yıllarca sakladığı oyalardaki gülibrişim çiçekleri kadar nazenin olmadığını öğrendi. Beyazlar içinde çıkılan yolun, her zaman cennete çıkmayacağını da... Yüzüne, dünyayı anlayan ermiş kadınların sükûneti gelip yerleşti. İçinde nice hayal kırıklıkları, hüzünler, tatsız hatıralar biriktirerek bir piri fani oldu. Halinden şikâyet etmedi. Eski günler unutuldu / mu? Bilinmiyor. Bir çocuğa dönen, kendisine muhtaç kocasıyla birlikte geçmişe dair suskunluklarıyla yaşlanıyorlar. Kim bilir kocası da onsuz bir yarım olduğunu ancak onunla birlikte bir tam olduğunu öğrendi.

Gülseher ablanın hikâyesinden bir iz kaldı bende. Gece yarısı çalan her telefon, içimde saklı kalan acı bir hatırayı uyandırıyor. Kahır taşıyan kırık dökük bir otomobil, taşlı topraklı yollarda ilerliyor. Karanlıklar içerisinde rüzgârlı bir kadın sesi, kalbimi sızlatıyor.”

Dört Mevsim’den Üç Şiir

Metropollere sürgün edilir Robinson

Issız adaları işgal eder Karunlar

Windsor kalesinde konken oynar Leydi

Sürülür masaya ben sen ve tüm insanlar

Rezidans sığınakları tabipler bekler

Sılai rahmi unutanlar

Mutlular sosyal mesafelerde

Tüm acılardan izole

Dezenfekte tüm sevgilerden

Ve bencillik virüsü enfekte yüreklere

İki eldiven bir maske

Soymaya kafi tüm hazineleri

Mehmet Yıldız

Şimdi ekranlarda yine aynı o adam,

Paraya sahip olmak istedikçe

Biraz daha paryalaştığını bilerek insanın

Zamparaların yüzlerini,

Zımparalayarak getirirken evlerimize

Bağırıyor;

      - Ev aletleri

           - Otomobiller

                 - Banka Kredileri

- Tükeniyor

         - Daha ucuzu yok

                  -Kaçırmayın

Gözlerinizi bizden ayırmayın !!!

Ahmet Selim Gül

Bir güvercin, gökyüzüne sevdalı

Ama sığmıyor gökyüzüne, beyaz

Bir güvecin ki kan ter içinde, ışığa bağlı

Ama sığmıyor ışığa da beyaz

Siyahla tanışıyor, siyaha boyanıyor

Kararıyor

İşte böyle böyle

Bir güvercinin ruhu daralıyor

Gülüzar Kılınç

Çare’de Ali Tavşancıoğlu Var

7. sayını bir vefa sayısı olarak çıkardı Çare dergisi. Önce Yozgat’ın sonra da Türkiye’nin bir değeri olan Ali Tavşancıoğlu anısına hazırlanan dergide, rahmetle andığımız Tavşancıoğlu’nu tanıyanlar daha iyi tanımış olacaklar, az tanıyanlar da “Dünyada böyle adamlar da yaşamış mıydı?” diyerek hayret ve özlemle okuyacaklar dergiyi.

Dergiyi özel kılan bir ayrıntı da Asım Gültekin yazısı. Birkaç gün önce aramızdan ayrılan Gültekin, Ali Tavşancıoğlu ile tanışmasını, Caf Caf dergisindeki birlikteliklerini, yaptıkları çalışmaları, kendisinde bıraktığı unutulmaz anlarını anlatıyor tüm içtenliğiyle. İki güzel yüreğe de rahmetler diliyorum.

Derginin tümü Ali Tavşancıoğlu’na ayrılmış. Onun hakkında yazılan yazılar, ithaflar, onun yazı ve şiirlerinden örnekler yer alıyor dergide. Birçok dergiye örnek olacak bir vefanın satır satır gönüllere dokunmasına vesile olan başta özel sayı editörü Hüseyin Hilmi Aslan’ı ve Çare dergisini kutluyorum. Şehirlerin böyle kendine has değerleri vardır. Önemli olan bu değerlerin kıymetini bilmektir.

Ben dergide yer alan çalışmalardan paylaşımlar yapacağım. Bir Fatiha eşliğinde okunması dileğiyle.

Giriş Yazısı

Dergilerin vefa borcu vardır. Doğduğu, yaşadığı toprağa ve o toprak üzerinde yetişen değerlere.

Çâre Dergisi vefa hareketinin ilk sayısını bozkırın serin yürekli evladı, aşkı taştan yazan şair Ali Tavşancıoğlu’na hasrediyor. Bu sayı bir başlangıçtır. Çâre gelecek dönemde özel sayılarını yayımlamaya devam edecek.

Son çeyrek yüzyılda Yozgat’ın edebî muhit olması yolunda en özverili çalışmayı yapan kişilerden biridir Ali Tavşancıoğlu. Bozkırda doğmuş fakat hemen solmamış, kök salmıştır. Çıkardığı dergiler, kurduğu yayınevi ve neşrettiği kitaplarla bir yol açmıştır.

Taşrada kıymetli olan, değer addedilen hiçbir şey unutulmaz. Bu bağlamda Yozgat’ın değeri olarak Ali Tavşancıoğlu da unutulmamıştır.

Taşradan merkeze bir yol açarak Yozgat’ın da var olduğunun gösteren memleket sevdalılarındandır Ali Tavşancıoğlu. Onun için bozkırın çâre çerağlarındandır.

Doğu ve batıyı taşra özelinde buluşturmuş, ironinin en hasını işlemiştir şiirlerine. Sanatçı olmamın cihanşümul yansımasını okuruz biz onda. Divan şiirine hakimiyetini biliyoruz, yazdığı şiirlerle çağdaş şiire de hakim olduğunu göstermiştir.

 Yarım asır kadar dahi sürmeyen ömründe kaliteli eserler bırakarak taşranın ruhunda iz bırakmış, kendisi de o ruhta ebedî yaşayacak olmuştur.

Taşra/lı sessiz yaşar sessiz ölür. Ruhundaki sadeliğin asilliği kuşatır yaşamını. Bir hikâyesi vardır, sadece dilini bilen okuyabilir. Ali Tavşancıoğlu taşranın en güzel dillerindendir, lisanına vakıf olan söylediğinden hissesini alır.

Yozgat’ta Çâre’mizin öncülleri olan iki dergisiyle (Şehriyar ve Kün) aynı yolda aynı lisanla yürürüz. Yolumuz daim olsun. Ali Tavşancıoğlu’nun ruhu şâd mekânı âl’i olsun.

Gökten Yıldız Düşüren Adam- Hüseyin Hilmi Aslan

“Şöyle ağız tadıyla usulcacık ölünmez” diyor Ali ağabey Bayrak Tutan Köleler şiirinde ama bir mayıs günü bu köhnemiş dünyayı bize bırakıp kahrını tamamlamış olarak geçip gitti aramızdan ve hiç de “usulcacık” değil hepimizi sarsarak. “Daha” edatı Gayretullah’a dokunmayacak olsa “genç gitti” cümlesinin başına eklerdim. Avamın kullandığı, avam derken safiyane inananları kastediyorum, “Allah bizden daha çok sevmiş ki yanına aldı” temennisinin bir hakikati varsa şayet, işte Ali ağabey için bu ifade çok uygun düşer şüphesiz. Tanıyanlar bilirler ki Ali ağabey hemen hemen her müteveffanın arkasından söylenegelen “iyi bilirdik” tasdikini tereddüde mahal bırakmadan hak eden ender insanlardandı bir de.

Ali ağabey, Akif ’in “Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,/Sessiz yaşadım, kim, beni nereden bilecektir?” dizeleriyle ifade ettiği gibi mahviyet hali ile yaşamış çoğu şiirinde kullandığı müstearında olduğu gibi Zuhurberk Silikhayta olarak kalmayı tercih etmişti. Bu müstearı bile onun kişiliği ve hayatı adına bize önemli ipuçları veriyor aslında. Şöyle ki bu müstearının soyadı kısmındaki gibi hayatı neredeyse hiç ciddiye almayan bir hayta idi, dostu değerli yazar Mustafa Çiftci’nin de tabiriyle “hayatı, adeta parmaklarının ucuyla tutar gibi” bir o kadar da tevazu sahibi, ben’siz bir silikhayta. Ad olarak kullandığı Zuhurberk ise, ömrünün son on yıllına sığdırdığı çalışmalarıyla yıllardır biriktirdiği enerjisini açığa vuran bir tarafını yansıtıyor sanki. Zaten ince ve keskin bir zekâ ve söz söyleme becerisine sahip olan Ali ağabeye ancak böyle bir müstear uygun düşerdi.”

“2011 yılı önemli bir yıldır onun için. Hep hayalini kurduğu yayınevini kurar. Adı Kün Yayınları’dır. Yozgat gibi küçük bir yerde büyük bir cesarettir yayınevi kurmak. Bu cesareti ancak Ali Tavşancıoğlu gösterebilirdi zaten. Hiçbir sermayesi yoktur. Tek geçim kaynağı üniversite öğrencilerinin ödev ve tezlerini yazmaktır, o da bedava denilebilecek bir paraya. Aldığı paranın çoğunu da zaten yine çevresindeki öğrencilere harcamaktadır, bir de çok sevdiği seyahatlere. Kün Yayınları’nı kurduktan sonra peş peşe iki çalışmasını kitap olarak yayınlar. Bunlardan ilki Şu’âra-yı Bozok – Yozgat’ın Kadim Şairleri, diğeri ise Yusuf Ziya Yozgâdî ve Kastamonu Küre İnebolu Temâşâsı adlı eseridir. Aralarında Siyami Yozgat ve Ercan Köksal’ın da bulunduğu birkaç yazar ve şairin kitap çalışmaları ile kısa sürede ciddi bir yayım sayısına ulaşıyor yayınevi. Yayınevinin kurulmasından sonra Sahaf ’ta yapılan açılış programına dönemin Yozgat Valisi Necati Şentürk başta olmak üzere protokolden pek çok kişi de katılmıştır. Kayda değer bir durumu ifade edecek olursak: Mustafa Çiftçi bu açılış programında Tavşancıoğlu’nun yayınevinin sahibi ve kurucusu olmasına rağmen içeri dahi girmediğini sadece izlemeye gelmiş birisi gibi kapı önünde beklediğini aktarmaktadır.”

“2014 yılı Ali ağabey için çok zor bir yıldır. Hastalığının geç farkına varır. Vücudunun farklı bölgelerine sirayet eden kanserin tedavisi için zorlu bir süreç başlamıştır. Kendisi her ne kadar bu durumu ciddiye almasa da ailesi ve dostlarının baskısıyla tedavi görmeye başlar. Ancak zaten çok ilerlemiş olan hastalığı ile iyice zayıf düşer. Önceleri tedavi için Ankara’ya gidip gelse de durumu ağırlaşınca ağabeyi Faruk Bey’in refakatinde tedaviye Kırıkkale’de devam etmesi gerekir ve tüm çabalara rağmen maalesef 2015 yılı Mayıs ayının 23’ünde hayata gözlerini yumar. Dolu dolu yaşadığı kırk dört yılın ardından sevenlerinin gözyaşları içinde doğduğu Dayılı köyünde toprağa verilir.”

Taşa Değen Aşkın İronik Yansımaları Ya da Ali Tavşancıoğlu’nun “Romalı Mualla”sı- İmdat Avşar

“Ali Tavşancıoğlu’nun “Romalı Mualla” adını verdiği eserinde yer alan silsile şiirler, yazılış maksadına göre Mayakovski’nin bir müddet yakın ilişki içinde olsalar da sonradan aşkına karşılık bulamadığı, bir süre ayrı düştüğü Liliya Birik’e yazdığı ve “Pro Eto” adını verdiği silsile şiirlerden oluşan poemaya benziyor. Bu şiirleri, gözlerine kül savrulmuş bir aşkın terennümü olan Sezai Karakoç’un Mona Roza’sına benzetmek de mümkün. Ancak önemli bir fark var. Mayakovski ve S. Karakoç şiirlerinde karşılıksız kalan aşk, sadece kavuşamamanın derin sızısı, özlem, itiraflar ve yürek acısıyla terennüm edilirken Ali Tavşancıoğlu’nun “taşa değen aşkı”, bambaşka bir üslupla dile getirilmiştir. O, karşılık bulmayan aşkı terennüm ederken işin içine mizahı katarak, duygularını ironik bir biçimde ifade etmeyi yeğlemiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki Ali Tavşancıoğlu’nun Bey’in şiiri taşralı bir gencin ağzından karşılıksız aşkı terennüm eden, mahalli dil ile yazılmış basit, mizahi açıdan sığlık arz eden ironik şiirlere de benzemez. Onun Romalı Mualla’sı poetik açıdan muhteşem mısralarıyla edebiyatta kalıcı olmayan bu basit ve ironik şiirlerden ayrılır.”

Şairin, delice bir aşkı taşa çalan kadını “Mualla” adıyla anması ve ona “Romalı Mualla” diyerek kendini bir “Yozgatlı” olarak konumlandırması, aslında derin bir tefekkürün ürünüdür. “Mualla” kelimesi makamı, mevkii yüksek anlamındadır. Yüksek makamları işgal edenlere ise her daim bir “kibir” eşlik eder. Bir aşkın karşılıksız kalmasında “kibrin” yeri tartışılmazdır. Silsile şiirlerdeki Roma ve Yozgat karşılaşması ise hem kültürel, sınıfsal farklılıkların hem de kibir ve tevazuun çatışmasıdır. Tevazuun sahibi bu kibre karşı güçlü bir iradenin de temsilcisidir. Bu güçlü irade olmasa şiirin bu dizelerin yakarışa döneceği kesindir:

“…
Roma da az puştluk yapmıyor hani
Parçalayıp bir kontesin elbisesini
Üniforma giydiriyorlar, hepsi vebalde
Altı kömür karası üstü kırmızı
Yozgat formasını niye giymedin o halde
Ah Muallâ, gavurun kızı”

Eski Edebiyatın Prensi – Mustafa Çiftci

Ali Abi

Ali Abi’ye ne zaman “Abi” demeye başladım yani ne zaman ve nasıl tanıştım hatırlayamıyorum. Aslında gördüğümü ve söylediğimi kolay kolay unutmam. Lakin “Ali Tavşancıoğlu” ne zaman bende “Ali Abi” oldu bilemiyorum. Bazen bende bir hal olur. Yeni tanıştığım biriyle ileride iyi arkadaş, güzel dost, vefalı ahbap olacağımı hissederim. Ali Abiyle böyle olacağını hissetmiştim. Bir his bu, ne kadar güvenilir, nereye kadar itibar edilir meçhul.

Sakalları

Bazı insanların kişiliğini eşyası, hali, tavrı, şekli şemali çok iyi anlatır. Tanpınar’ın dediği gibi; “Kişi tavır ve çehredir” Ali Abi’nin çehresini, onu en iyi anlatan herhalde sakalı ve gözlüğüdür. Sakalı tıraşla uğraşacak vakti olmayanların sakalı gibiydi. Ali Abi’nin gündelik rutinlerle uğraşacak, hayatın getirip önüne dizdiği “yapılması gerekenler listesi” çok doluydu belki ama o listeye hiç bir zaman itibar etmedi. Düzenli tıraş olmak da bu yalan dünyanın gerekli işlerinden biriydi ve Ali Abi’nin başı yapılacaklar listesiyle hiç hoş olmadı . İşte o sakal bunun işaretiydi. Sakalı o kadar çok ondan bir parça olmuştu ki sanki sakallı doğmuştu. Sakalın okuyan yazan kişiye ayrı bir derinlik kattığı bir karakter özelliği olduğunu söylemeye hacet var mı? Şairlerin ; “görkemli sakal” dedikleri gibi çehreye ağır gelen bir sakal değil de kendi halinde bir sakaldı onunkisi...

Para meselesi...

Ali Abi’nin parayla ilişkisi normal değildi. Hani diyorlar ya “borç yönetimi” diye işte Ali Abi için para ve borç yönetimi hep sıkıntılı olmuştur. Bu durumu bir eksiklik olarak değil bir durum tespiti olarak söylüyorum. Şair kısmının parayla imtihanı hep zorlu olmuştur. Ali Abi’ye de düzenli bir işi olması gerektiğini dostları tavsiye etmişlerdir. Ben de bir tanesine şahidim. Ama Ali Abi maaşlı ve düzenli bir iş konusuna hiç sıcak bakmadı. Neden böyleydi pek kestiremiyorum. Belki canının istediği gibi edebiyat çalışamayacağı için, belki de fıtratına uygun olmadığı için...Keşke Ali Abi’nin para sıkıntısı olmasa ve sadece edebiyat çalışabilse derdim hep. Aklıma Necip Fazıl ve parayla alakalı anekdotlar gelir. Merhum Necip Fazıl da para ile arası hiç olmayanların prensiydi sanki...

Ali Abi ile ilgili dostları, arkadaşları, okurları ve edebiyat araştırmacıları elbet bir şeyler söyledi ve söyleyeceklerdir. Gönül ister ki söylenen her söz Ali Abi’nin sanatı ve hayatını anlamak için atılmış güzel adımlar olsun. Kendisini rah-metle ve hürmetle anıyorum...

Yozgat’ta Bir Hazine Vardı- Asım Gültekin

“Ali Tavşancıoğlu ismini Gerçek Hayat dergisindeki Zuhurberk Silikhayta ismiyle yazdığı şiirler vesilesi ile biliyordum. Tanımıyordum, Murat Menteş ile hakkında konuşmuştuk. 2000’lerin başlarıydı. 2008 yılında Cafcaf Mizah Dergisini çıkartmaya başladım. Cafcaf çok ciddi kafa yorduğum, gayret sarf ettiğim bir dergi idi. Karikatür alanında bizim değerlerimize bağlı çizer bulmak çok zor idi ama mizah yazarı bulmak da zor idi. Mizahi bir üsluba, zekaya sahip yazarları fark edebilmek ciddi bir kabiliyet gerektiriyordu çünkü ortada mizahi yazılar yazacak yerler yoktu. Yazarların üslubunu bir dedektif gibi takip eden bir okur olarak işin arkasına düştüm ve kalemi hem kuuvetli hem sivri isimleri dergiye topladım. Nitekim bir zaman sonra artık günümüz edebiyatının önemli ismi haline gelmiş bir çok ismi o zaman Cafcaf ’a toplayabilmiş idim: Güray Süngü, Ömer Faruk Dönmez, İbrahim Demirci, Kamil Yeşil, Suavi Kemal Yazgıç, Murat Menteş, Aykut Ertuğrul, Ahmet Murat, Mehmet Doğan, Mustafa Nezihi Pesen, Ahmet Mercan, Nureddin Durman, Bülent Akyürek, Bülent Ata, Bünyamin Yılmaz, Hicabi Kırlangıç, Mücahit Küçükyılmaz, Salih Kılınç, Nazım Taşan, Ulvi Alacakaptan, Fuat Kına, Hüsrev Hatemi ve Zuhurberk Silikhayta yani Ali Tavşancıoğlu. Ali Tavşancıoğlu’nun sonradan Meşher i Şuara ismi ile kitaplaşacak olan köşesinin kısa bir süre sonra bağımlıları oluşmuştu.”

“Osmanlıca eserlerin yayına hazırlanması ile ilgili Kültür Bakanlığında birilerini bulabilir miyiz, Bakanla görüşebilir miyiz demişti. Bunu biraz konuşmuştuk. Tabii o dönem Ertuğrul Günay ve sonrasında Ömer Çelik’in Kültür Bakanlığı yaptığı dönem. Türkiye’de hiçbir zaman dindar çevrelerle irtibatlı denebilecek hükümetler Kültür Bakanlığında güçlü olmayı tercih etmediği, bunu istemediği, bunu istemeyi aklından bile geçirmediği için bizim de Kültür Bakanlığında herhangi bir tanıdığımız yok idi. Sonrasında Nabi Avcı Kültür Bakanlığına getirildi ama o döneme de Ali Tavşancıoğlu’nun ömrü vefa etmedi.”

“Kün dergisi için merkezin taşraya bakışı ile ilgili bir yazı yazmamı istemiş. O yazıyı yazamamışım. Muhtemelen “Ağabey, gördüğüm kadarını yazmaya çalışayım ama korkarım vakit bulamayabilirim” demişimdir. Bu yazı isteğinden beni biraz merkezde gördüğü anlamı da çıkarılabilir belki.

Vefatını hüzünle yazdığım cümlelerle Cafcaf ’tan şöyle duyurmuştuk:

“Cafcafta uzun yıllar Zuhurberk Silikhayta ismi ile yazan Ali TavşancıoğluAğabeyimiz Yozgat’ta yaşıyordu. Son bir yılı aşkın süredir kanserle mücadele ediyordu. 23 Mayıs Cumartesi günü idi. Öğle saatleri. Arkadaşlar Yozgat’tan aradılar. Kendisini kaybettiğimizi haber verdiler. 23 Mayıs Cumartesi günü ikindi namazında Yozgat’ta Dayılı köyünde toprağa verileceğini söylediler. Güzel insandı. İki kere İstanbul’a gelmişti. Birinde Dünyabizim / Cafcaf iftarımıza gelmişti Sarayburnu’nda Sepetçiler Kasrında. Bir de Sirkeci Garına gelmişti Dergi Fuarına. Kün Dergisini çıkarmıştı. Taşra dergisi acemiliklerini aşan bir olgunluğu vardı dergisinin. Divan Edebiyatında öyle bir bilgisi vardı ki, her şehrin şehir şehir divan şairlerini bilecek, bununla ilgili kitaplar hazırlayabilecek kadar vakıftı. Kastamonu, Yozgat ve Niğdeli divan şairleri ile ilgili kitaplar hazırlayıp yayınlamıştı. Tokat, Trabzon ve Ispartalı Divan şairlerini de ayrı ayrı kitap olarak hazırlamış. Onlar henüz basılamamıştı.

Kendisini çok severdim. Seviyorum. Cenazesine gidemeyecek olmak kötü etti beni.

Zor, sancılı, ağrılı hallerinde bile Cafcaf ’taki o müstesna yazılarını yazmak için gayret etmekte idi. Son bir yıldır yazamaz hale gelmişti.

Böyle karınca incitmez ve gayret sahibi, ilim sahibi güzel insanlar az bulunuyor. Bulunuyordu. Biri daha gitti.

Rabbim mekanını cennet eylesin.”

“Senden Sana Doğru Birkaç Adım...” – Mehmet S. Fidancı

“Ali’yi yazmanın özel bir zorluğu olduğu muhakkak. Şuraya buraya bakınırken bir “sarı dünya”yla karşılaştım. Ya da ilkin sararmış sonra ne olmuş, solmuş mu yoksa? Bazen bellek de alkol almış gibi uyuşup sızar bir kuytuda. Önce kaybolacaksın, sonra yine kaybolacaksın, sonra yine kaybolacaksın, sonra kendini arayıp bulacaksın, belki de bulamayacak ama, aramaya sürekli devam edeceksin. “Yitiğini aramak... senden sana doğru birkaç adım at...”makla ilgili, o var olma hamleleri. Gel gör ki, akreple büyümenin bedeli vardır. “Mansûr’un boynunda/akrep görüp öldürmek istemişler,/“çekin elinizi” demiş,/“on iki yıldır ahbabımızdır”. (Ahmet Oktay, Dönüyor Mevsim) Ali, öyle ahbap, öyle kendinden bilmiş olmalı ki Muallâ’yı, ondan gelen zehri içmeyi şifa niyetine kabullenip tevekkül etmiş olmalı. Muallâ, ikinci özne olarak şairin içinde ‘olmak’lığından, monologlarının da tanığıdır. Monologlar dedim, mesnevi tarzında, “Romalı Muallâ”da şiir boyunca devam eder. Mesnevi dedim çünkü, farklı bir benzerini Bir Yusuf Masalı’yla İsmet Özel’de görmüştük: “Şivekâr’ın Çıktığıdır, Şivekârın Yolculuğudur” ya da “Romalı Muallâ”da, “Muallâ’nın Ardından Söylenendir, Muallâ’nın Yozgat’tan Gidişidir” gibi.”

“Bu kısa yazı boyunca, Derviş oğlu Ali Tavşancıoğlu’nu zihnimde canlandırmaya çalıştım. Daha uzun, teferruatlı bir yazı arzuluyordum, ne var ki murat edilen her zaman istenildiği gibi gerçekleşmiyor. Karşılaşmalarımız, oturmalarımız, çay saatleri ve olağan tüm selâmlaşmalarımız arasından, kolayca tanımlanabilir bir profil çıkaramadığımı hicranla belirtmek isterim. Ali hakkında, yakın çevresi ve ortak arkadaşlarımız tarafından söylenen en özel vasfı; çok zeki, asil ve dervişane biri olduğuna dair kanaatlerde birleşiyor. Hakikaten, benim için de öyledir. Edebî birikiminin yanı sıra Tarihî, felsefî ve kültürel alana olan merakı, araştırmacı tutumuyla şayan-ı dikkatti. Günümüzde, tarz-ı kadîm üzre, aruzla ve vezinli şiir yazan birkaç kişiden biriydi. Onu kaybettikten sonra eksildiğimizi hissettik ve ona karşı eksiklerimizin ortaya çıktığını da fark ettik. Kendi adıma son derece üzgünüm. Ali’yi hatırlamamız, bizim de eksiklerimizi tamamlamıza vesile olur temennisiyle, ebedî hayatında ahiret saadeti, Allahtan gani gani rahmetler diliyorum.”

Bir Ali Geçti Hayatımızdan Taşranın Âlîsi – Hüseyin Akbaş

“Yozgat’ta Lise Caddesinde Yekdav kütüphanesinde kıymet verdiğimiz bir arkadaşımızın gayretiyle ilk Hatt-ı Naht sergimizi açmaya çalışırken tanıştık. O akşam kütüphaneye Mesnevi okuması için gelen insanlar arasındaydı ve biz de oradaydık. Tanışmada ortam yoğun muydu, kalabalık mıydı diyeceğiz bilemiyorum, ancak dikkat çeken bir sessizlik ve derinlik vardı.

O vakitler Şehriyâr dergisini çıkarıyordu. Fotoğraflar çekiyor, mülakatlar yapıyor, şiirler yazıyordu; yalnız savaşıyordu yani. Düşmanı kimdi, umduğu neydi, ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyordu? Her hâlde yapabildiği neyse onu yapıyordu. Görüşmeye başladık Yozgat’a gidişlerde. – Sık da gitmeyiz Yozgat’a.- Abide İşhanı’ndaki, Sahaf ’ta makam yerinde malum hâliyle kendisini bulmaya, görüşmeye, konuşmaya alışmıştık. Bu görüşmelerse değişik çalışmalara vesile oluyordu, kitap imzaları, sohbetler… Ali’nin oturduğu ona makam olan yer aklıma her geldiğinde adını koyamadığım bir his beni çok yorar. Vefatının hüznü mü, beraber yaşadıklarımızın hâtırası mı, öğrenemediklerimiz mi, yarım kaldığını düşündüğümüz arkadaşlığımız mı bilmiyorum. Bir derya yapan gördükleri ve yaşadıkları mı, hepsi mi, hiçbiri mi, onun adına mı, kendi adıma mı bir his işte yarım kalan. Ya Ali aklıma geldiğinde hüzün çöker bana ya da hüzün çöktüğünde Ali gelir aklıma, buğulu sesi hâlâ kulaklarımda.”  

Bir Ali Geçti Şu Suretler Dünyasından – Ziya Avşar

“Hafızam beni yanıltmıyorsa 2007 yılı baharıydı. Bozok üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyordum. İkindi vakti sularında kapım çalındı ve odama önde, koridor komşum olan Tarih bölümü başkanı Taha Niyazi Karaca ve ardında kıvırcık saçlı, kısa sakalı kumrala çalan, uzuna mail boylu, şişe dibi gibi kalın gözlüklü, mahcup ve müeddep edalı otuz beş kırk yaş aralığında biri girdi. Niyazi Bey, kendisi ile beraber gelen konuğu; “Üstadım, arkadaş Yozgat Hamle Gazetesi eski yazarlarından Ali Tavşancıoğlu’dur. Kendisi edebi ve kültürel nitelikli bir dergi çıkarmak niyetiyle bana gelip destek istedi ancak ben kendisine, bu işin edebiyat bölümüyle yapılmasının daha sağlıklı olacağını söyleyerek Ali Bey’i sizinle tanıştırmak istedim” dedi. Niyazi Bey, bir çay içimi kaldıktan sonra beni Ali ile baş başa bırakarak gitti. Ali’ye nasıl bir dergi çıkarmak istediğini sordum, fikirleri hoşuma gitti. Düşündüğü nitelikte bir dergi için kendisine destek vereceğimi ve bölümden asistan ve talebelerle de kendisini takviye edeceğimi, yirmi civarında da sabit bir abonelik sağlayacağımı bildirdim. Çok sevindi ve mutlu oldu. Sık sık, bağımsız bir dergi çıkaracağının altını çizdi. Ben bu bağımsızlık vurgusunun, çalışıp ayrıldığı gazeteden edinilmiş bir deneyim olduğunu değerlendirdim o an için. Lakin bu bağımsızlık fikrinin, Ali’nin benimle geçen hayat çizgisinde gözlemlediğim en bariz ve tavizsiz tarafı olduğunu sonradan anlayacaktım.

Bu tanışmanın üzerinden bir kaç gün geçti geçmedi, Ali koltuğunda çıkaracağı derginin tasarımlarını içeren bir evrak tomarıyla çıkageldi. Derginin adının “Şehriyar” olduğunu söyledi. İsmi çok beğenmiştim. Şehriyar kelimesinin benim muhayyelemde çok muhtelif tedaileri vardı. Evvela Bin Bir Gece Masalları’nın anlatıcısı güzel ve zeki dilber, ikincisi Sezai Karakoç’un bizim nesle armağan ettiği romantik ve egzotik Şehriyar şiiri ve ardından da bir beldenin eminliğine dair anlamı...”

“Revani Divanı’nın bende üç yazma nüshası vardı. Bu divanı yüksek lisans tezi olarak çalışmış, ancak tez danışmanım ile yıldızım barışmadığı için hazırladığım tez elimde kalmıştı. Daha sonra bu çalışmayı doçentlikte ikmal etmek nasip oldu. Ali ile nüshaları mukayeseli okuduk. Bu mukayeseli okumada Ali, karşılaştırmalı metnin nasıl kurulacağına dair yöntem bilgisini, yaparak ve yaşayarak bizzat öğrenmiş oldu. Ardından da Ali’yle gazel şerhlerinin nasıl yapılacağına dair önce nazari bilgi ardından da uygulamasını talim ettik. Bir beyit nasıl ele alınır, yorumlanırken hangi dizge izlenir, yazarken ilk paragraf hangi unsur üzerinden, izleyen paragraflar da hangi unsurlar üzerinden yazılır, tek tek üzerinde durduk. Karalama kâğıtlarına izah için çizdiğim Cin Ali şekilleri ve diğer taslaklarını Ali her ders bitiminde üzerinde bir üniforma gibi taşıdığı uzun paltosunun iç cebine gevrek gevrek gülerek yerleştirirdi. Ali obur bir tecessüse sahip bir kişilik olduğu için bu ders meşklerinin ne zaman biteceğini düşen kan şekerimiz ve çay içmekten kazınan midelerimiz tayin ederdi.”

Toprağını Kültürü ile Harmanlayan Bir Yazar: Ali Tavşancıoğlu – Kamil Büyüker

“Yozgat’ta doğup, Yozgat’a olan bağını, bağlılığı kültürle harmanlamış son dönemde tanıdığım nadir isimlerden birisi idi Ali Tavşancıoğlu. Bir insanı tanımak için yeter şart olan yolculuk yapmak, alışveriş yapmak gibi şartlar kısmen yerine gelmiş olsa da hem Yozgat’ta bir Yozgat’lı olup hem de kültüre dair bir şeyler yapıyor olması kendi adıma uzakları yakın kılan temel bir etkendi. Uzaklara, İstanbul’a sadası ulaşmış “Kün” isimli bir derginin Yozgat’ta avazeye seslendiği haber aldığımdan beri aynı dili konuşacağım, nihayet kültürel aidiyetimi pekiştireceğim bir isim olduğu için sevinmiştim. İlk fırsatta gerçekleştireceğim Yozgat ziyaretimde soluğu Abide İşhanında Ali Tavşancıoğlu abinin yanında almıştım. Ayakta kalmakla kalmamak arasında yıllardır gidip gelen Abide İşhanı’nın içinde sanki “Harabat ehlini hor görme şakir/ Defineye malik viraneler var” dercesine kitabın, çayın ve kesif sigara kokusunun sardığı o kitapçı dükkânında Ali Ağabey ile tanışmıştım. Ben İstanbul’da çıkardığımız Din ve Hayat dergimizden bahsetmiştim. Dergiyi verip vermediğimi hatırlamıyorum. Ama o da dergiyi duyduğunu, takdir ettiğini beyan etmişti. 2013 yılı Temmuz ayında gerçekleşen çay ve kitapla ve dahi Yozgat’la pekişen dostluğu hemen İstanbul’a bir şekilde taşımalıyım demiştim. Dünyabizim isimli kültür sanat sitesine –galiba o zaman editör Asım Gültekin ağabey idi- bir teklif götürdüm. Yozgat’ta “Kün” isimli bir dergi çıkaran ve aynı isimle yayın faaliyeti yürüten bir kültür sevdalısı Ali Tavşancıoğlu var. Kendisi ile söyleşi yapayım m? dedim. Onlar da olur, dediler. Yozgat dönüşü Ali ağabeye soruları göndermişim. O da sorularımı büyük bir titizlik ve nezaketle cevaplayıp göndermişti. Eskiler “sadırdan çok satıra” ehemmiyet gösterirler ve her şeyi kayıt altına alırlarmış. Ali Ağabey o gün de Yozgat’ta bu işleri yapmanın zorluğundan bahisle Ondan geriye 13.06.2013 tarihinde çekilen dijital bir fotoğraf, söyleşi metni ve imzaladığı “Şuray-ı Bozok” kitabı kaldı.”

Anadolu Nefesli Bir Derviş – Mustafa Uçurum

“Anadolu’nun birçok şehrinde böylesi gani gönüllü insanlara rastlamak mümkün. Sayıları azdır ama insana ve yaşama dair umut vadeden bir etkileri vardır bu derviş gönüllerin. Bunu bir etki bırakmak için yapmazlar, onların yaşam şeklidir varla yok arası yaşamak.

Derin bir sessizlik ama sadece duyabilenlerin içine dokunan çağlayan gibi, uzak görünen ama sadece bir selamla bütün mesafeleri aşabilmeyi göze alabilenlere yakın gelen bir ufuk çizgisi gibi… Bütün ışıkların söndüğü anlarda bile çıkışı bulabilecek kadar gönlünün kandilleri hep yanan bir cevval yürek olmak için hayatın bütün sıradanlıklarını bir kenara bırakarak bir çay daha koyup isli çaydanlıktan; “Nerede kalmıştık?” diyebilen yeniçağ dervişi olarak yaşamak sürekli gölgesini büyüterek.

Kendime yakın hissettiğim, gönül birlikteliğimizin kâlu beladan olduğuna inandığım bir samimiyete sahipti Ali Tavşancıoğlu. Şehriyâr dergisinde yollarımız kesişmemişti ama değerli dostum Ercan Köksal’ın vesilesi ile Kün dergisinde kısa ama muhabbet dolu birlikteliklerimiz oldu.”

Vefa Sözcüğünün Tecessüm Etmiş Hâliydi – Atilla İpek

“Kan bağı gerektirmeyen abi - kardeş ilişkileri vardır. Hayatı boyunca böylesi bir bağ kurabildiği kaç kişiyi tanıyabilir insan! Ali Tavşancıoğlu 2009 yılında bir yardım kermesi vesilesiyle karşıma çıktı ilk. Un sattığı dükkanda babasına yardımcı oluyordu. Kermes dolayısıyla yapacağı yardım için gittiğimiz dükkanda çok konuşma imkanı bulamadığım Ali abiyi esas tanıma imkanını, Yozgat’ın tek kitapçısı/sahafı olan Hüseyin’in dükkanında buldum. Edebiyata ve kitaplara ilgi duyan herkesin uğrak yerleridir sahaflar. Yerel gazetelerde yazılar yazan, Yozgat’ta dergi çıkaran, şiirler yazan Ali abinin de çok sürmüyor, Hüseyin’in bir iş hanının izbe bir yerinde yeni açtığı kitapçıyı keşfetmesi. Sonrasında o kitapçının en müstesna yeri Ali abinin oldu. Kitapseverlerin çay içip dinlenmeleri için düşünülüp kurulan şark köşesinin en güzel köşesi onun ve yanı başında adeta boyunca yığılan kitap ve dergilerinin oldu. Lisans/Yüksek Lisans öğrencilerine bitirme tezlerinde orada yardımcı oldu. O köşede Osmanlıca çevirilerini, araştırmalarını yaptı. Divan şiirlerini orada yazdı. Eserlerindeki karakterlere orada hayat verdi. Belki de o köşede Ali abi oturdu diye o yer dükkanın en müstesna yeri oldu. Evet benim için bu daha doğru bir ifade. Müstesna adamdı Ali abi.”

“Türkü dinlerdi. Neşet Ertaş’a ve Mohsen Namjoo’ya hayrandı. Neşet Ağa babası Muharrem Usta’ya “Ay Dost” diye seslendiğinde gönlü titrerdi Ali abinin. Mohsen’in şarkılarını dinlerken de yanık ciğer kokusu geldiğini söylerdi. Bilenler bilir, Yozgat’taki eski sahaf L şeklinde iki kısımdı. İlk bölümden girince içerden Neşet veya Mohsen sesi geliyorsa bilirdim ki Ali abi köşesinde. Gider yanına ilişir birlikte eşlik etmeye çalışırdık Türkçe/Farsça sözlere. O köşe artık biraz da benim olurdu. Ali abiyle Neşet ve Mohsen dinlediğimiz köşe... Birlikte türkü dinlediğim adamdı Ali abi.”

Ali Tavşancıoğlu Kaç Kişiydi? – Siyami Yozgat

“Sevgili Mustafa Mete ve Hüseyin Hilmi, Ali Tavşancıoğlu anısına çıkacak özel sayı için yazı istediklerinde “hangi Ali Tavşancıoğlu’nu yazmalıyım?” dedim kendi kendime.

Dost Ali Tavşancıoğlu’nu mu, Şair Ali Tavşancıoğlu’nu mu, Bilge Ali Tavşancıoğlu’nu mu? Yayıncı Ali Tavşancıoğlu’nu mu? Sahi Ali Tavşancıoğlu kaç kişiydi?

İlk önce güzel bir insandı Ali Tavşancıoğlu. Hilesiz, hurdasız, kirlenmemiş; fıtratında taşıdığı güzellikleri yaşayan, yaşatan bir “insan”dı. Hepimizin dostuydu ama ruhundaki küçük gizli odada yaşardı kimsenin giremediği. Bazen Zuhurberk Silikhayta olur gün ışığına çıkardı, gülücükler sunardı bize. Mualla’sına şiirler yazardı. Ve sonra Devr-i İkinci İbrahim’e götürüp “Meşher-i Şuara”sına konuk ederdi bizi.”

“Pek kendini ele vermezdi. Gördüğünüz, gördüğünüzü sandığınız onun en sakin, en mutedil yüzüydü. İçindeki çarpışmaları, kırılmaları göremezdiniz. Mutlu olduğu anlar yorgun sakallarının arasından şöyle muzipçe güler, çayından ve cıgarasından keyifle çekerdi. Hüseyin’in emrine amade kıldığı çay tezgâhından bardak bardak çay ikram ederdi dostlarına.”

“Bismillah deyip başlamıştık Kün Edebiyat’a. Şimdilik iki ayda bir çıkacaktı. Çok güzeldi kurucu kadromuz. Akın Uyar, Ercan Köksal, Mustafa Çiftçi, Celal Kapusuzoğlu, Mehmet Ali Çakır, Hüseyin Akbaş, Ömer Faruk Ünalan, Payidar Zaraman kurucu kadromuzdu. Yakın dostlarımızdı hepsi. Heyecanımıza ortak olmuş, güç katmışlardı bize.

Dergimiz bir anda Türkiye’nin en beğenilen edebiyat dergileri arasına girmişti. Her sayıda bir dosya hazırlıyor, Usta şair ve yazarlardan yazılar alıyorduk, söyleşiler yapıyorduk: Hilmi Yavuz, İhsan Kurt, Mustafa Çiftçi, Ethem Baran, Üzeyir Gündüz. Aydoğan Yavaşlı, Ahmet Yozgat, Nazmi Şimşek, Mustafa Uçurum.”

“Ali Tavşancıoğlu’nun şiirlerinde gün ışığına çıkmayan, kendini ele vermeyen gizemli kadınlara da rastlarız arada bir. İşte bu kadınlardan biri yaralamıştır Ali’yi eminim, adını demediği. “El aman ateşle bürünmüş hınca/Alev alev ocak ocak gözlerin/ Bakış değil apansız bir tabanca/Barut dökmüş gibi sıcak gözlerin” dedirten.

 Biri vardı eminim Ali’nin hayatından “sesinde kaybolmuş bir kumru ağlar gibi çekip giden, en az gül kadar gerçek.”

Bir de mualla tabi ki! Hepimizin bıyık altından gülüp geçtiği bu Mualla Ali’mizin gönlünün gizli odalarından birinde ağlayan bir kadın mıydı kim bilir, belki de?”

Bozoklu Bir Dervişin Ardından – İlhan Kayhan

“Tanışmamız bir tanıdık vesilesiyle 2010’lu yıllarda olmuştu öyle hatırlıyorum. Üniversite okuduğum yıllarda dergicilik faaliyetlerine epeyce merak sardığım için ilk tanışmamızda onun da yaklaşık iki yıl önce Yozgat’ta, Şehriyar isimli bir edebiyat dergisi çıkardığını öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Bir Yozgatlı olmam nedeniyle bu beni hayli mutlu etmişti. Ocak 2008’de çıkarmaya başladığı dergiyi ancak 16 sayı çıkarabilmiş. Son sayısının tarihi ise Eylül 2010… Kendisinin Şehriyar’ı çıkardığı yıllarda henüz tanışık olmadığımız için dergide aynı çatı altında olmak nasip olmamıştı. Fakat ilk sayısını Temmuz 2012’de çıkardığı Kün isimli derginin son üç sayısında onunla derginin kalabalık kadrosunda bir araya gelmiştik. Son üç sayı diyorum çünkü Kün dergisinin ömrü Şehriyar’dan daha kısa olmuştu ve ancak beş sayı çıkabilmişti. İtiraf etmek gerekirse Kün dergisinin çıkışı esnasında Şehriyar’ın çıktığı zamanlardan farklı olarak Ali Ağabey ile tanışık olmamıza karşın derginin çıktığını o zamanlar iyice yaygınlaşarak yaşamımıza giren sosyal medya aracılığı ile öğrenmiştim. Henüz ikinci sayısı çıkan Kün’ün kapak resmi ve tasarımı çok hoşuma gitmişti. O zamanlar sosyal medya aracılığı ile konuştuğumuz edebiyat ile ilgilenen arkadaşlardan birine Kün dergisini sorduğumda, kendisi bana derginin Kastamonu ya da Yozgat merkezli çıkan bir dergi olduğunu söylemişti. Tabi ben, Yozgat olma ihtimali de ağır basınca araştırmış ve Yozgat’ta çıktığını öğrenmiştim. Üstelik Ali Tavşancıoğlu tarafından çıkarıldığını öğrenince mutluluğum kat be kat artmıştı. Tıpkı Şehriyar’ın yıllar önce Yozgat’ta çıktığını öğrendiğim andaki gibi.”

Bir Ali Tavşancıoğlu Vardı - Ömer Faruk Ünalan

“Sene iki bin on iki. Güneşin sırtımızı sıvazladığı şahane bir hafta sonunu çekiyoruz ciğerlerimize. Şarkıların, şiirlerin göğsümüzde ürediği bir evvel zaman ülkesinden bahsediyorum.

Siyami Abi’yle aylardır hayalini kurduğumuz derginin temel atma töreni için Yozgat’a gidiyoruz. Teypte Orhan Gencebay’dan Yüce Dağlar Bizi Bizden Ayırmış çalıyor. Ne de güzel çalıyor gençliğimizi. Yüzümü sıvazlayıp kalbimin gümbürtüsünü dinliyorum. Dış dünyaya verdiğim kısa ara, otuz kilometrelik yolun göz açıp kapayıncaya kadar geçmesine neden oluyor.

Yalnızlığı kendi halinde çoğaltan Yozgat’ın kaderine ortak oluyoruz. Ölüme terk edilmiş Abide İşhanı’nın yıkık dökük merdivenlerini teselli eden tek yaşam belirtisi sahafa doğru çıkıyoruz uçarak.

Güneş görmeyen sapaklar serinlik uykusuna yatmış. İçimiz dışımız bahar oysa. Kapıda Hüseyin karşılıyor bizi. Seyyar kitapçılıktan bu şahane mekana, helal sana, diyorum… Bir çırpıda dalıyoruz kitaplarla örülmüş meyve bahçesine. Hüseyin iyi adam doğrusu, sattığı kitaplara hâkim en azından...”

“İlk cümleler, ilk göz göze geliş, ilk intiba, ilk muhabbet… Sonrasında defalarca bir araya geldik değişik vesilelerle. Her defasında sakalları gizlerdi mimiklerini. Gözlüklerinin arkasına saklanır, gün yüzüne çıkmamış milyonlarca sırra yataklık ederdi gözleri. Sade giyinmek ve bulunduğu yerin en mütevazı köşesini mekân tutmaktı en büyük zevki. Bir dirhem benlik görmediğim sağlam edebiyatçı bir ahir zaman piriydi o.

Öyle süslü püslü, ağdalı cümleler kurmazdı; fazla da konuşmazdı zaten. Ama kulak kesilirdi anlatılanlara. İyi bir dinleyici olmakla birlikte her konuda kısa ve öz söyleyecekleri vardı. Bazen de es geçer, söylemeyiverirdi. Çok da önemli değildi onun için “olmak veya olmamak.” Orhan Veli onun şiirini yazmamakla büyük kayıp içerisindedir.

Bu kadar güzel şiir yazıp da egosu nötr olan başka adam görmedim hayatımda. Son yazdıklarını konuşurken “Salla onları hocam, ben onları öylesine yazdım” diyecek kadar kemiksiz mütevazı idi. Mualla’ları şiirden saymasa da dibine kadar şiirdi benim gibi yüksekten korkup uçmaya bayılanlar için. Ulan ben hasta oldum bunlara, diyemedim ya ona yanarım.”

Bir Derviş Geçti Bu Şehirden – Av. Celal Kapusuzoğlu

“Çalıştığı gazeteye bir iş için gitmiştim. Dergi çıkarıyormuş, adı Ali Tavşancıoğlu’ymuş. Yazısını okumuştum, dilinin çok tutarlı olduğunu söyledim. Teşekkür etti.

Sonra ‘’Kün’’ dergisini çıkarması sırasında görüştük. Daha baştan, ‘’para isteme, zaman isteme, her sayıya bir yazı veririm’’ diye kestirip attım. “Tamam’’ dedi.

Dergi çıkarmak, Yozgat’ın edebiyatçılarının kitaplarını yayınlamak için nasıl çabalıyordu. Bir şehir nasıl bu kadar kendinden habersiz yaşayabiliyordu? Benim, Yozgat’taki san’ata olan duyarsızlığa karşı sert tavrıma, acı bir gülümsemeyle karşılık veriyordu. Tasdik mi ediyor, karşı mı çıkıyordu belli değildi.”

“Ali Tavşancıoğlu, bu şehirde yaşadı. Çağdaş bir derviş olarak, kısa, çok kısa bir süre aramızda kaldı. Sonra’ ’hadi bana eyvallah, benden bu kadar, dünya sizin olsun’ ’diyerek gitti. Şehir onun farkına varmadı, çünkü şehir kendinin farkında değildi. O yine bu şehre küsmedi. Küstü, belli etmedi, Kim bilir?

Bir bahar günü, Dayılı Köyü’nde, kendi gibi genç bir çam ağacının dibine bir derviş defnettik. Her seher çam ağacına şiir okumaya konan bülbüllere eşlik eder belki. Genç ölümünü hazmetmek zor. O, dünyaya on paralık değer vermeyen bir derviş, dervişlik postu o gün, bugündür boş. Var mı o posta oturacak bir babayiğit?”

Muallâ ve Tavşancıoğlu’na Dair – Mehmet Ali Çakır

“Muallâ, sen bu yazının öznesi değilsin. Seni tanıma fırsatım da olmadı. Bir şekilde ismini duyduk, namın yürüdü, o kadar. Tavşancıoğlu’na gelince; aslında onu ilk tanıdığımda o da Ali Tavşancıoğlu değildi. Bir dergide çıkan “Büyük Cami’de Sabah Namazı” yazısıyla oldu onunla ilk tanışmam. Değişik, kulağa hoş gelen bir üslûbu vardı. Yazar kumaşı olduğu anlaşılıyordu. O zaman adı yine Ali Tavşancıoğlu değildi, sanırım Halil Derviş’ti, sonradan öğrendim birden fazla isimle yazmayı sevdiğini.”

“Beraberce Kün Edebiyat Dergisi’ni çıkarıyoruz. Bu arada şunu görüyorum ki eski şiiri de özümsemiş, modern şiire de çok yatkın. Gazetelerde dergilerde ciddî nesirler kaleme alıyor ve hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza güçlü bir mizah duygusu çıkıyor. Hiç olmadık bir zamanın, yaşamamış padişahı ve olmayan şairleriyle, Meşher’i Şu’arâ ile karşımıza çıkıyor. Hem mizah hem Eski Şiirin Rüzgârı var. Geçmişin güzelliğinin de hâlin mecburiyetinin de farkında. Aruzla da yazıyor, heceye de uyuyor ve serbest vezinde de serazâd geziniyor.”

Büyük Soruların Adamı – Mustafa Büyükata

Hayatın basitliğini görmüş gibi..
Duru, sade, berrak ve yalın..
Kafa tasında ağır sorular olduğu açık; sorulmadan söylenmeyen sorular.
Ötelere ait sorular.
Kaç çorba içtik kaç sohbet ettik bilinmez. Bir soru var ki; aklımdan gitmez.
Gerçek hayatta bütün geçmişi ve geleceği insan aynı anda tahayyül edebilecek, anlayabilecek, bilecek. Bunun nasıl bir şey olduğunu çok merak ettiğini söylerdi Ali. Muazzam bir şey aslında.
Şimdi o soruların cevabını bulma makamında.

Şu’ara-yı Bozok (Yozgat’ın Kadim Şairleri) – Mümin Çakır

“Ali Tavşancıoğlu,Yozgat’ın yetiştirdiği kıymeti vefatından sonra anlaşılan yitik hazinesi. Yozgat’ın bir yüzakı şahsiyeti. Yazmış olduğu kitaplar,incelemeler,araştırmalar ve yayın hayatına kazandırmış olduğu Kün ve Şehriyar dergileri adından söz ettiren kıymeti bilinmeyen bir değer.” Hoş, o da pek kıymeti bilinsin istemiyordu zaten.”

Onun tezkire mahiyetinde yazdığı Şu’ara-yı Bozok eseri Yozgat’ta yetişmiş veya yolu bir şekilde Yozgat’a uğramış,Yozgat’ın kadim şairlerin hayatının ve şiirlerinin yer aldığı bir kitabı.Tezkireler ,İmparatorluk coğrafyasında zuhur etmiş olan ,evliya ,ulema,suhela,meşayih ve şuara gibi nitelikli insanların hayat hikayelerinin anlatıldığı eserlerdir.

Kuşkusuz, Bozok bölgesinde yetişen şairler ,bu kitapta yer alanlarla sınırlı değildir.Şu’ara-yı Bozok kitabında yer alan şairlerin tek kriteri geleneksel veznimiz olan aruz ile şiir yazmış olmaları.Tavşancıoğlu eserde yer alan Bozoklu şairlerin hayat hikayeleri ve şiirlerini araştırıken Üsküdar Selim Ağa ve Fatih Ali Emiri (Millet) Kütüphanelerinden bizzat faydalanmıştır. Bozoklu şairlerin aruz vezniyle yazılmış şiirlerini hem tahlil hem anlam yönünden vermesi,bazı şiirleri direk Osmanlıca kaynağından alarak aktarması O’nun çok iyi derecede aruz vezni ve Osmanlıca bilgisine sahip olduğunu gösterir.”

Vefa Çaredir – Mustafa Mete

“Vefa, bir ömrü vakfedecek ideallere inanmaktır. Öncülerin izinden ufuklara kutlu yürüyüşlerle taşınır idealler.

Bu yollar hiçbir zaman güllük gülistanlık olmamıştır. Bu yolda yürüyen, yaralanmalara, kırılmalara ve yıkılmalara hazır olmalıdır. Fakat her düştüğünde yeniden kalkabilecek gücü ve iradeyi de taşımalıdır. Bu yolda yürüme gücünü vefakâr olmak verir. Unutmamak. Yola nasıl çıktığını. Neyi aradığını. Bulduğunda nasıl sadık kalacağını. Çünkü vefa sadık kalmaktır.

Ömür dediğimiz bir arayış yolculuğudur. Bu yolculukta yüreğimize iyi gelenlerle karşılaşınca önümüzde birlikte yürünecek yeni yollar açılır. Adımlarımız daha sağlam basar yere. Sahipleniriz birlikteliğimizi. Çâre oluruz birbirimize. Uçurumdan düşecek olsak bile. Yolun çetinliğinde kanımızın döküleceğini biliriz de bırakmayız kimsemizi geride. Sadakatimiz tutar bizi. Çâre olur verdiğimiz sözler. Yerine getirildiğinde.”

“Hepimiz gideceğiz, bunu kabul ederek yola çıktık. Fakat kimimiz mevsimi geçince solacak, kimimiz de derinlere saldığı köklerinden filizlenecek. “Geçip gitti” denildiği bir yerde yeniden boy vererek kadimleşecek.

Dergilerin vefa borcu vardır. Doğduğu, yaşadığı toprağa ve o toprak üzerinde yetişen değerlere. Önceden gidenlere ve gidenleri hayırla yâd edenlere...

Çâremiz vefadır.”

Ali Tavşancıoğlu’dan Seçmeler

Dergide Ali Tavşancıoğlu’na ait yazı ve şiirlerden paylaşımlar yapacağım.

Ateş Gazeli’nden

Dil ateş cismim ateş hasse vü efkârım ateş
Ne bürûdet ola virdim medet ezkârım ateş

Bilemem âyinelerden nice manzûr oluram
El ateş şâne ateş turra-i tarrârım ateş

İki menzîl arasında mütereddid yanaram
Geçemem bahri selîmen reh-i seng-sârım ateş

Ne kilîsâda ne mescidde selâmet ne huzur
Hemi kaftân-ı imânım hemi zünnârım ateş

Küçük Cennetin Sesi’nden

Çocuğa değerse kış hüznünün ağırlığı
Saçakları ok gibi batar dünya evinin
Kim çeker sinesine bu hadsiz sağırlığı
Kimde kalır tınısı beyaz bir mesnevinin

Çocuğa değerse yaz boncuk boncuk ter olup
Safran ve tuz, gül ve sis, su ve zehir karışır
Güneşin kılıçları mürted bir mehter olup
En hızlı ordularla fetih için yarışır

Mualla’dan…

Nefsimin kısık sesi diyor ki Muallâ

Ben bu hallere düşecek adam mıydım

Önümden geçip gittin ya salınarak

Gönlüme basıp geçtin ya aşk olsun

Ben şimdi kahroldum işte

Gümüş kemer yetim kuşlu ayna öksüz

Kemik tarak kırık kuşağımda –ne işi varsaAh Muallâ kim bu aklını çelen öküz

Şimdi diyeceksin ki Muallâ

Ne krallar, ne kontlar istedi beni ölmeden

Kala kala sana mı kaldı ölümüm yani

Onda da haklısın hani

Ve hatta bir ara –Çiçero’nun yalancısıyımSana çok dolanmış Anibal puştu

Hani adam olsa canım yanmaz ya

Ah Muallâ, aynadaki hangi kuştu

Büyük Camiide Sabah Namazı’ndan

“Fecir henüz nazlı bir canan gibi gizliyken şehrin ufkunda, bir beyaz kefenin sadeliğinde aranan bir başka şehir ayağa kalkar. Dilleri sevgilinin adıyla şekerlenen, gözü gökte kapı arayan müştak-ı maveralar; mezardakileri ısındıran, semadakileri imrendiren bir yürüyüşle sevgiliye doğru kadem vururlar. “Essalatü hayrun minennevm” fehvasınca, uykunun kalbini deşen, nöbetin ardına düşen ademlerdir şehrin sahipleri o anda. Gafletin uykuda, zulmetin uykuda, fikretin uykuda olduğu andır o an.”

“İlk tekbirle, masivayla olan irtibatın son kırıntıları da yok olur gider. Bir başka aleme geçişin, bir başka nefesle yeniden can buluşun, bir başka batında yeniden doğuşun kitabesi kazınır mermerlere. Camlar buğulanır, nakışlardan gül suyu damlar, mihrabın sır küpü kalbine bir sır daha ilave edilir.

Her kitabın bir fatihası olur. İnsan kitabının fatihası da simadır. Simalar kendilerine seçtikleri mutlak fatihanın yüküyle, sararır, sararır, sararır. “Kendilerine gadablandıklarının yolunu değil, delalete düşenlerin yolunu değil, müstakim bir yolu hediyye et bize..” yakarışının ağırlığını bilir de nasıl sararmaz yüzler. Nasıl geçmez arzular, bütün bir mevcudatın cazibesinden, göğüsten bir bıçak geçer gibi. Yırtarak, acıtarak, kanatarak ama tedavi ederek, acıya tütün basarak, itminan içindeki nefse giden yola bir ışık tutarak..”

Koptu Bir Yaşamak Teli’nden

Dostum..

Zaferlere alışan bir nesle

İhanet etmek gibidir yaşamak

Benim yaşamam

Bir tutam perçem bir tutam yankı

Nesi böler ortadan bilmem bütünlüğümü

Bu sağlanan ama nasipsiz duruşumun

Bu hicazi ezanlarla çırpınan şehrin

Nesi böler uykumu can pusudayken

Kalbin manyetik bir zaafı vardır

Ve kan kendi içinde çevrilir diye mi her şey

Kalkıp gideyim diye mi

El ayası kadar hüznü sahiplenmeden

Her şey imzasız bir hükmü doğrulamak için mi

Parmağımı doğruyorum o halde

En güzel vavı çizmek kuşlara kalsın

Mavi bir apartmanı gözlemek kuşlara kalsın

Korkmak gölgenin tacizinden

Buluta seğirtmek kuşlara kalsın

Şizofrenisi yeter bana kaşık ucuyla

Dirhemle panayır şairliği yeter

Altın tozu yutmasam n’olur, hançerem paslı

Bana efelenmek yeter kendi kalbime

Zafer ihanettir Leyla diyorum

Leyla dişil bir piyade adıyken..

Çamûrî’den

“Bu tezkire, Sinoplu Kezzabzâde Abuzeddin Çelebi‘nin kaleme aldığı “Letâif-i Çamûrî” adlı eserdir. Eserin büyük yangından bir gece evvel istinsahı tamamlanan nüshası bugün eldedir. Sinop Cehl-i Mümtazkütüphanesinde bulunan bu nüshanın son sayfasına düşülen haşiyeden anlaşıldığına göre, Kezzabzâde Abuzeddin Çelebi eserini istinsah etmesi için bir müstensih arar ve bulduğu üç kişi arasında bir müsabaka düzenler. Buna göre üç aday, Mushaf-ı Şerif ’in tamamını kendi seçecekleri küçük bir nesneye hatt edeceklerdir. En küçük nesneye bu hattı işleyen galip gelecektir ve Letâif-i Çamûrî’yi istinsah edecektir. Bunlardan birincisi olan Müneffirzâde Mahir, orta boy bir mushafın tek sayfasına tüm mushafı sığdırır. İkincisi olan Ermeni Yalop Yalluşyan, bir cam bardağa mushafın tamamını işler. Üçüncü aday Yahudi Garam Abraham ise bütün mushafı bir pirinç tanesine sığdırdığını iddia eder. Dönemin teknolojisiyle, pirinç tanesindeki şeylerin okunması mümkün olmadığından, Garam Abraham’ın iddiasının aksi ispat edilemez ve görev ona tevdi edilir.

Bu hikayeyi, Boyabatî Nevfel Efendi de “Der Ehl-i Harâbat-i Boyabat” adlı eserinde zikreder. O eserde, üzerine mushaf yazılan pirinç tanesinin cahil bir köylü tarafından çalınıp, ürünün bol olması umuduyla tarlaya ekilerek heba edildiği de anlatılmaktadır. İstinsahın bittiği günün hemen akabinde çıkan yangında orijinal nüshanın ve müellifinin ortadan kaybolmasının bir yahudi oyunu olduğu tahmin edilmektedir ancak sırrı hala çözülememiştir.”

Temmuz Dergisi Dört Yaşında

15 Temmuz hain darbe girişimi ardından çıkmıştı Temmuz dergisi. Adı da buradan geliyor zaten. Duruşunu bozmadan, söyleyecek sözünü dosdoğru söylemekten çekinmeden yoluna devam ediyor dergi. Şimdi 44-45. sayı olarak çıktı Temmuz. Nice sayılara ulaşması dileğiyle giriş yazısından bir bölümü buraya alıyorum.

“Bir derginin de tarihi var. İşte satırlarını okumakta olduğunuz bu dergi bir darbe ikliminde tasarlanmıştı. Ve ismi de öylece doğdu. Kendisini bir tarihsel döneme nispet ederek göbeğini kesti. Ve bu tarih bir oluş tarihi olarak kendini gösterdi. Yola çıkarken hayalleri vardı. Beklentileri. Görmek istediği fotoğraflar. Okunmasını istediği satırlar. Ulaşmak istediği satırlar. Kimi gerçekleşti kimisi beklemekte. Yapmak istediklerinin belki birçoğunu yapamadı ama yapmayı hayal edemediği birçok şey yaptı. Hesapta olanlar vardı, hesapta olmayanlar belki onlardan daha fazla çıktı karşısına.

Sonra 4 yıl böylece tamam oldu. Temmuz güneşi giyindi, cihanlar yakan ateş suları içti. Ancak kalemini kolonyaya batıran bir züppe olmaktan kaçındı. Bu bilinçle tarihin içerisinde bir iz bırakmak için becerebildiği kadarıyla çaba gösterdi. Bildiği tek şey kendi ekin tarlasına çapa vurmak, su dökmekti. Onu yaptı.”

Sezai Karakoç Şiirlerinde Şehir ve Şehirlilik

Sadık Koç, Sezai Karakoç şiirinde işlenen şehir ve şehircilik kavramları üzerine kaleme aldığı bir yazı ile Temmuz’da. Şiirlerden örnekler vererek imgelere açılımlar sunuyor.

“Daha ilk şiirlerinden birinde, Yağmur Duası’nda (Monna Rosa) “Ne şehir ne deniz kokan gemiler / Bir yağmur bilirim bir de kaldırım” diyor Karakoç. Şehre karşı umursamaz bir tavır bu. Ayrıca şairden en çok alıntılanan dizelerden biri olan “İyi ki bilmiyor kalabalıklar / Yağmura bakmayı cam arkasından / İnsandan insana şükür fark var” dizeleri de bu şiirden. Kalabalıkların kimi güzelliklerin farkında olmadığı söyleniyor ki bunun şehir yaşamıyla ilgisi şehrin bu kalabalığı barındırmasından kaynaklanıyor.”

“İnsan emeği, endüstriye, dolayısıyla modern kentli yaşama hayat veren bir imkân olarak karşımıza çıkıyor bu dizelerde. Dikkatli okur heybelerin makinelere yüklenmesi ifadesiyle modern ya da kentli yaşamla ilgisi olmayan “at” çağrışımını kaçırmayacaktır.

Şehir aynı zamanda yerli olmayanı, yabancıyı da barındıran bir yer. Bu tabii bir durum ancak bizimkiler gibi Batılı yaşam tarzının etkilerine fazla maruz kalmış olan şehirlerde daha belirgin, daha dikkat çekici düzeyde maalesef. Ötesini Söylemeyeceğim başlıklı şiirde Karakoç, bir çocuğun ağzından Medeni Adam dediği yabancıya ve şeytan diye nitelediği sevgilisine bu ülkeden gitmelerini söylüyor. Bunu basit bir yabancı tahammülsüzlüğü olarak anlamak yerine yabancının ifsad edici, bozucu etkilerine tahammülsüzlük olarak anlayabiliriz.

“Fabrika dumanlarında resmin
Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun
Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi
Aşka veda etmiş topraklarda durmuşsun”

“Körfez isimli kitabının Reklamlarla Yaşama başlıklı şiirinde şair yine şehirli yaşamla ilgili bir konuyu işliyor. Reklamlar. Reklamların, hayatın ayarlanmış güzel bir anını dondurup hayatın bütünü gerçekte öyleymiş gibi bir algı oluşturmasını eleştiriyor haklı olarak.

“Ben ırmakçıyım denizci değilim
Kulağımda ne bir aşk ne kürek sesi
Bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
Bir kere kente girdin”

Asaf Halet Çelebi Şiiri Üzerine

İmdat Akkoyun, “Bir Söz Söyle Irmağım Olsun!” isimli yazısında Asaf Halet Çelebi şiiri üzerine yazmış. Bir şiir defterinin ardına düşüp gizemli bir şiir yolculuğuna çıkıyoruz. Yolumuza çıkan imgeler, şairin şiirine giriş kapısı gibi adeta.

Henüz yirmilerinin başında olan genç şair haki renkli ceketini sırtını atacak, boğazını sıkan halis şaldan kravatını biraz gevşeterek düşünce ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli simalarıyla karşılaşmak için soluğu burada alıyordu işte çoğu zaman. Sivri topuklu ayakkabılarını döşeme taşlı kaldırımlarda tıkırdata tıkırda geldiği bu mekânda alnındaki terleri silerken gözleri dalgın bir cam kenarına kurulacaktı. Birazdan içeriye girecek kendine yakın hissettiği edip, nasir, hattat, neyzen, musikişinas, udi ya da şairlerden birinin karşısında alacaktı soluğu.

Birçoğu için dudak bükülecek, istihzaya varacak nemelazım bir konu olsa da onun için bu paha biçilmez bir şeydi. Genç şair kendinden önce bu yolda yürümüş, isim yapmış, sanatın çeşitli dallarında neşvü nema bulmuş isimlerinden koltuğunun altındaki deftere bir mısra, bir iki satır da olsa bir şeyler karalamalarını arzu ediyordu. Bu isteği çoğu zaman da karşılık buluyordu. Bizzat kendi el yazmalarıyla doldurduğu bu defteri aynı günün akşamı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi Beylerbeyi’ne giden son vapura yetişmek, mutlu bir çocuk edasıyla ayakları kalçalarına değercesine koşar adım gidiyordu.”

“İnsan rüzgârını yediği dağın havasını solur. Sonra “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurur Peygamber-i zişan. Bu yüzden imzasını aldığı isimlere baktığımızda onun kimlerle ve nerelerde iştigal ettiğini de gayet iyi gözlemleyebilmekteyiz. Hattat, musikişinas, bestekâr, neyzen, kitabiyat, edip etrafında dolanıp durulan bir ömür törpüsü bir genç yetenek. Onun Mevlevi meşrebinden olduğunu handiyse bilmeyen gibidir. Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Remzi Dede, Ahmet Celalettin Dede gibi isimler hassaten öne çıkmaktadır. Hatta hassaten onlara defterinin başında yer verebilmek için ayrıca iltizam göstermiştir.”

“Hâsılı kelimelerle ülfetin başında olan ve istikbal vaad eden bir delikanlıya birkaç satır karalamaktan imtina etmiyor bu zerafet ve muhabbet ehli. Bir devre damga vurmuş, rahmani bir soluk üflenmiş bu birbirinden değerli idraklere dokunuyorsunuz satırları okurken. Asaf Halet’i okurken yazılanlarda aslında biraz da onların peşine düşüyorsunuz. Defter-i Meşahir muhtevası kadar oraya imza koyanların tarihçeleri ilgiyle okunmayı hak ediyor.”

Halep’e Ağıt

Hilal Takmaz,  şiirler eşliğinde Halep’e ağıt yakıyor. Geçmişten günümüze bir Halep fotoğrafı seriliyor önümüze.

“Halep; Arapların çölün gelini dedikleri güzel ve mağrur şehir . Binlerce yıldır nice cengaverin rüyalarını süsleyen, sahip olunduğunda kadri bilinmeyen, bazen köle gibi alınıp satılan bir gelin. Nicedir yarinden ayrı kalmış, yiğitlerini toprağa vermiş, yaktığı ağıtlarla neredeyse gökler tutuşmuş, saçlarına aklar düşmüş, beli bükülmüş ihtiyar bir Sultan. Nam-ı diğer Şarkın Melikesi; Halep.

Suriye’de yıllardır süregelen savaş nedeniyle harabeye dönen Halep şehrinin tarihi çok eskilere dayanır. Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a uzanan yolların kesiştiği noktada kurulan şehir; kervanların, ticaretin ve dolayısıyla iktidar mücadelesinin merkezinde yer aldı daima. Hititler, Asurlar, Persler, Romalılar ve Bizanslılar sırasıyla hüküm sürdüler Halep’te. Her medeniyet kendi inanç ve kültür anlayışıyla yeniden inşa etti şehri. Hicretin onbeşinci yılında Suriye Valisi ve Kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın emrindeki İslam orduları Halep’e geldiklerinde şehir halkı, canlarına, mallarına, şehrin kendisine dokunulmaması şartıyla teslim olmak istediklerini belirttiler. Böylece kan dökülmeksizin fetih gerçekleşti ve Halep İslam’la müşerref oldu.”

“Halep’in güzel günleri de oldu şüphesiz. Şark’ın Kandili Nureddin Mahmud Zengi’nin Halep atabeyi olduğu zamanlar belki de şehrin yıldızının parladığı en güzide devirdi. Babasından aldığı mirası hakkıyla koruyup daha iyi bir noktaya getirdi. İsmi tarih kitaplarında anılmasa da gelmiş geçmiş en adil, merhametli, cesur ve inançlı hükümdarlardan biriydi Nureddin Zengi. Halep ve çevresini Haçlı istilasından korudu. Şehri ilim, kültür ve sanat merkezi haline getirdi. Medreseler, camiler, külliyeler yaptırdı. Ondan sonra gelen Eyyubiler de Halep’e değer verdiler ve kıymetli bir mücevher gibi muhafaza ettiler.”

“Savaşın yok ettiği sadece Halep’in binlerce yıllık tarihi ve kültür mirası değildi elbette. Evler, okullar, dükkânlar yıkıldı. Aileler parçalandı. Kaçabilenler başka ülkelere sığınmak zorunda kaldı, milyonlarca insan bir anda mülteci oldu. Kaçmaya çalışanlardan bazıları yolculuğu tamamlayamadı. Kıyılarımıza masum yavrular vurdu. Yatağında huzur içinde uyuması beklenirken sahilde yatan o minicik beden kıyamete kadar hatırlanacak bir utanç ve keder vesikası oldu. O gün insanlığın vicdanında açılan yara hala kanıyor, hiç kapanmadı.”

Mask Ve Hüzün

Tunay Özer, bir virüs yazısı ile Temmuz’da. Salgının üzerimizdeki etkisine bir şair bakışı atıyor Özer.

Acı Bilanço…

İlk Kovid-19 vakası Aralık/2020’de Çin’in Wuhan şehrinde görülmüş ve oradan dünyaya yayılmıştı. 11 Mart’ta da Türkiye’de ilk korona vakası saptanmıştı. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle dünyada ölen insan sayısı 390 bini buldu. Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020’de, Kovid-19’un bir pandemi (salgın) olduğunu ilan etti. Öte yandan, ölenler kimdi, nasıl bir hayatları vardı, hikâyeleri, dramları neydi, bilemiyoruz. İstatistiklerde duygu, vicdan ve merhamet yoktur zirâ. Matematiğin soğuk, anonimin sağır duvarı vardır.

Kamusal Alan Genleşmesi…

Korona’nın kaçınılmaz kalıcı sonuçlarından biri de şu oldu: Kamusal alan oldukça genişledi. Sınırları; evlerimizin eşiğinden, cep telefonlarımızdan, hiç olmadığı kadar kafamızın içinden ve bilincimizden geçiyor artık. Bilhassa ülkeler arası seyahatlerde “sağlık kimlik kartı” pasaportlarda ve muhtemelen dijital olarak yer alacak. Tüm dünya, kişinin sıhhi geçmişini görecek, bilecek. Aşılarını yaptırmayanlar uçağa binemeyecek. Mal ve hizmet tedarik zincirleri ile hayatlarımızın önemli bir kısmı sanalda devam edecek. Sosyal medya, internet, telefon ve tabletin varlığına şükreder olduk bu süreçte. Uzaktan mesainin, evde çalışmanın yanı sıra, ‘zoom’ vb. dijital platformlar üzerinden uzaktan eğitim belki daha çok yaygınlaşacak. Fakat interaktif, yüz yüze eğitim kadar verimli ve insani olamayacak, bu kesin. İnsanlar uzun süre seyahat etmekten kaçınacak. Pandemi’nin psikolojik artçıları devam edecek yani.

Bay Virüs

Mehmet Mortaş’tan da bir virüs yazısı var. Bu tür yazıları çok önemsiyorum. Çünkü tarihe not düşülüyor böylelikle. Gelecek nesiller edebiyat dergilerinden de öğrenecek yaşananları.

Bay virüs!

sen gelmeden önce hırs ve kibir virüsü ruhumuzun mevsimlerine bir kene gibi yapışmıştı. Nefslerimizin maddeye esir edilmesinin mevsimde hırs ve kibir virüsü dünyanın bütün kaynaklarını insanların cesetlerinin içine doldurmaya çalıştı. Akıl ve ceset vicdanı, merhameti yeni yüzyılda yaşanmamış hayat tarzlarının bilinmeyen suskunluklarının uzaklarına gönderdiler. Hırs ve kibir virüsü yaşadıkları cesedin içinde demirden tanrılardan çaldıkları maddeyle, beton yüzlü şehirler kurdular. Her şehrin beton yüzü yağmur yüklü olmayan bulutların rengiyle boyandı. Kendi cesetlerinin içinde sanayi artıkları, dijital çöplükler ile yaşayan insanlar doğanın atardamarını heveslerinden oluşturdukları ticaret bıçağı ile kestiler. Kesilen doğanın atardamarından yeryüzünün bütün çığlıkları oluk oluk aktı. Kendi cesetlerinin içindeki güneş ve ayı parça parça ederek hırs saatlerinde satışa sundular. Her canlının çığlığı küresel dünyanın denizaşırı ticareti ile karabasan gibi yeryüzüne indi. Çığlıklar satıldıkça teknoloji daha bir büyüdü, hırslardan yapılmış şehirler daha bir yeryüzünü talan etti.

Bay virüs! insanların içinden hırs ve kibirden kurulan şehirlerde, tabiatın sabah serinliğinde göğsünden emzirdiği akarsularının seslerini çaldılar. Gökyüzünün özgür düşleri olan kuşların gariplik hissini dijital cehennemin içinde yaktılar. Ağaçlara sonbahar serinliğinde hafif hafif dokunup giden rüzgârın sesini büyük işyerlerine hapsettiler. Ağaçlar rüzgârı çalınmış mevsimlerin içinde suskun ve bir o kadarda intihar saatlerini düşünmekte. Tabiat hırs ve kibir teknolojisinin hızının rüzgârından ölmekte. Ve savrulmakta geri dönüşümü olmayan zamana doğru. Mevsimlerin farklı dünyalarını yansıtan renklerini şehrin en büyük deposunun içinde istiflediler. Mevsimlerin renkleri özgürlüğe kaçış yolları aradı fakat her kaçış dijital dünyanın renklerinde ölümü dahi hatırlamasına zaman olmadan eridi.

Sait Faik’in Tüneldeki Çocuk Ve Şehri Unutan Adam Hikâyelerinde Hüzünlü Çocuk Karakterlerin Temaya Katkısı

Sait Faik hikâyelerinde çocuk teması önemli bir ayrıntı olarak yer alır olayların içinde. Yazarın ilk hikâyesi İpekli Mendil ve ikinci hikâyesi Zemberek’te başkahramanlar çocuktur. Meryem Zelal Yerlikaya, “Sait Faik’in Tüneldeki Çocuk Ve Şehri Unutan Adam Hikayelerinde Hüzünlü Çocuk Karakterlerin Temaya Katkısı” isimli yazısında çocuk ve hüzün kavramlarını yan yana getirerek bu iki hikâyenin ruhuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. Sait Faik’in hikâye dünyasına da giriyor bu yazı ile.

“Hikaye türünü masaldan ayıran en keskin çizgi, gerçek hayatta olmuş ya da olabilecek olayları veya durumları işlemesi, daha öz bir ifade ile “gerçekçi” olmasıdır. Bir hikaye ne kadar yaşamın içinden kesitler içeriyorsa aktarılmak istenen mesaj okuyucuda o derecede etki uyandıracaktır. Sait Faik Abasıyanık’ın tramvaya ilk defa binen bir çocuğun saklamaya çalıştığı heyecanını anlattığı Tüneldeki Çocuk ve uzun süredir şehirden uzakta yaşayan bir adamın insanları sevmek arzusuyla otelinden çıktıktan sonra karşılaştığı insanlarla olan ilişkilerini anlattığı Şehri Unutan Adam hikayelerinde de hissedilen gerçekçi atmosferin yaratılmasında, yazarın kurguya dahil ettiği gerçekçi karakterlerin daha özelde ise gerçekçi çocuk karakterlerin etkisi büyüktür. Çocuk karakterlerin gerçekçi yaratılması oldukça zordur, çünkü yazar onların alışık olduğumuz sevimli yönlerinin yanısıra hüzünlü taraflarını da okuyucuya yansıtmak mecburiyetindedir. İki hikayede de toplumsal sınıf farklılıklarının yol açtığı eşitsizlikler temasının aktarılmasında bu fakir ve hüzünlü çocuk karakterlerin gerçekçiliği oldukça etkilidir. Abasıyanık, çocuk karakterlerin hüzünlü yönlerini oluştururken diyaloglardan, betimlemelerden, mekan tercihlerinden, ve tezatlardan yararlanmıştır.

Tüneldeki Çocuk ve Şehri Unutan Adam hikayelerinde çocuk karakterler fakir ve düşük sosyal statülü bireyler olarak tasvir edilmektedirler. Bu hikayelerinde kullandığı çocuklar sarı saçlı, iyi giyimli, reklamlarda görülen yapmacık çocuklar olmaktan ziyade; esmer, kirli, saçı başı dağınık, olgun ve hüzünlü çocuklardır. Abasıyanık, iki hikayede de gözlemci bakış açısıyla birinci kişi ağzından yazdığı bu çocukları, kendisinin ve birçok kişinin iyi bir gözlemle şehirde gördüklerini/görebileceklerini anlattığına vurgu yapmak; hikayelerinin toz pembe bir masalı anlatmadığına; gerçek yaşamlara ayna tuttuğuna dikkat çekmek maksadıyla kurgusunun bir parçası haline getirmektedir. Şehri Unutan Adam Eseri’ndeki çocuk karakter bir küfeci, Tüneldeki Çocuk eserindeki ise yeni yapılan tramvay hattına ilk defa binen üstü başı yamalı bir çocuktur. İki hikayede de çocukların ayaklarının çıplak, ellerinin ve yüzlerinin kirli olması dikkat çekicidir. Tüneldeki çocuğun koyu kahverengi gözleri bütün masumluğuyla birlikte şaşkın, küfeci çocuğun gözleri ise mustarip ve hain olarak betimlenmiştir. Yazar, bu tasvirleri kullanarak okuyucuda bu kirli, pasaklı, hain ancak aynı zamanda masum, zavallı ve gerçek yaşama ait çocuklara karşı merhamet duygusu uyandırmayı amaçlamaktadır. Böylelikle yazarın onlar üzerinden yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal sınıf farklılıkları mesajları vermesi kolaylaşmaktadır çünkü bir çocuğun hüzünlü ve yoksul olması bir yetişkinin hüzünlü ve yoksul olmasından daha dramatik ve düşünmeye değerdir.”

“Tüneldeki Çocuk ve Şehri Unutan Adam hikayeleri, özünde, bizi hüzünlü küçük insanların dünyasına tüm saydamlığıyla indiren eserlerdir. Abasıyanık’ın oluşturduğu bu çocuk karakterlere karşı, dolayısıyla onlar üzerinden aktarılmak istenen yoksulluk, eşitsizlik ve bunların en temel sebebi olan sosyal sınıf farklılıklarına karşı okuyucunun hassas olmasını sağlayan en temel faktör bu çocukların gerçekçi ve samimi betimlenmiş olmalarıdır. Böylelikle bazı çocukların küfecilik yaptığı, bazılarının heyecanlarını gizlemeye çalıştığı gerçek dünyaya benzer bu hikayeler okuyucuda daha derin farkındalıklar oluşturmaktadır. Yazar, bu hüzünlü çocukların dünyalarını mekan tercihleriyle, çocukların anlatıcıyla kurdukları diyaloglarla, tasvirlerle ve iki farklı sosyal statüden olan anlatıcı ve çocukların arasındaki tezattan yararlanarak daha gerçekçi kurmayı başarmıştır.”

Temmuz’dan Bir Hikâye

Şener İşleyen, romanlarına aşina olduğum bir yazar. Akıcı üslubu ve gizemli konuları anlatmadaki ustalığı oturmuş dil yapısı ile buluşunca ortaya etkisi güçlü metinler çıkıyor. Temmuz dergisinde Hengâme isimli hikâyesi ile karşımızda. Yine hüzün, yine derin bir acı var satırlar arasında.

“Etiyopya’nın kurak ve sıcak bir beldesinde doğmuştu. Açlık, sefalet ve sağlıksız yaşam koşulları, sözüm ona ülkeye refah getiren Hristiyanların pespaye yardım safsataları, modern kölelikten başka bir şey vermiyordu. Her gün açlıktan ölen minicik çocukları, doğum yaparken zayıflık, hastalık ve halsizlikten ölen kadınları, tadını dahi bilmedikleri kakao, kivi, ananas gibi tropikal meyve tarlalarında, İngiliz ve Fransız tarla sahiplerinin emri altında, birkaç kuruş kazanmaya mahkûm edilmiş vatan sahiplerini gördükçe, çıldıracak gibi oluyordu. Kendi memleketinde, kendi topraklarında köle gibi çalışmak, karın tokluğuna çalıştırılmak gücüne gidiyordu.”

“Elindeki bond çantayla İstanbul/Lâleli’nin dar sokaklarını mesken tutmuş, bavul ticareti yapan kişilerden aldığı çakma markalı saatleri, lüks semtlerin köşe başlarında satmaya başlamıştı. Çevresinde aynı işi yapan, teni koyu renkli onlarca insanla tanışıp kaynaşması uzun sürmedi. Zaten bu işi de kendisi gibi Kenya’dan, Sudan’dan, Somali’den kaçıp gelmiş Afrikalı hemşerilerinin aracılığıyla bulmuştu. Geceleri kaldığı cami ise aylar sonra bir gün, bir öğle vakti, ezan sesini duyup, namazını kılmak için girdiği Aksaray’ın dar sokaklarındaki Sofular Mescidi’ydi. Gündüz vakti camide fazla cemaat olmayınca, Bilâli sesiyle kameti o getirmiş, imamdan ve cemaatten takdir almıştı. Sonrasında hep o camiye gider olmuştu. O kadar güzel ezan okuyor ve o kadar güzel kamet getiriyordu ki, İmam Ömer Efendi onu çok sevmiş ve bu birkaç günlük muhabbetin ardından namaz vakitlerinde müezzinlik yapabileceğini ve kalacak yeri olmadığını, sokaklarda, banklarda yattığını öğrendiğinde de, caminin üst katındaki müezzin mahfilinde kalabileceğini teklif etmişti.”

“Beş yıl… Koskoca beş yıl geçmişti ezansız, namazsız, zikirsiz, duasız… Ekim ayı sonlarında, yaz sezonunun bitmesine az bir zaman kala, her yıl düzenli olarak birkaç haftalığına, çalıştığı turistik otele gelen İngiliz bir grupla birlikte, her gece olduğu gibi eğleniyorlardı barlar sokağı denen cehennem gişesinde... Sağlı sollu onlarca bar, bir sokağı işgal etmiş, hepsinden ayrı dilde, ayrı ritimde, yüksek sesli değişik müzikler kulaklarını tepelemekte... Cabir, bulundukları barın servis bankosuna dayanmış, elinde artık masum içecekler yok, içkiler durduğu gibi durmuyor şişelerinde... Dimağlar bulanık, gürültülü müzik inletirken geceyi, ortada raks eden yarı çıplak rakkaseler, kendilerinden geçmiş vaziyette salınırlarken, bütün gözler onların üzerlerinde…”

“Cabir, uzun zamandır başı yerde dinlerken söylenenleri, bunları duyunca başını kaldırdı. Daha bir dikkatli baktı Ömer Efendi’nin yüzüne… Bu yüz, bu ses, bu beden? Evet, yıllar önce daha çocukken ülkesine gelen Türk yardım grubu içinde babasının teklifiyle ona yardım eden, eğitim veren ihtiyardan başkası değildi bu kişi… Hayat bir bumerang mıydı? Yaşadığı dejavu, aklının ona oynadığı bir oyun muydu? Ne oluyordu böyle?

Heyecanla yerinden kalktı.

Otel odasındaki yatağında doğrulmuştu. Öğlen sıcağı ve gördüğü rüyanın etkisiyle terden sırılsıklam olmuştu. Ezan okunuyordu dışarıda. Artık duyabiliyordu ezan seslerini. Gülümsedi… Hemen eşyalarını toplayıp, oteldeki hesabını kapattı. Alacağını aldı, borçlarını ödedi. Otel yönetiminin kullanımına verdiği kiralık aracın anahtarını, odasının anahtarını teslim etti. Ardından otogara giderek önce telefonla İmam Ömer Efendi’yi aradı.

“Bekle beni Ömer Efendi! Uyuyanları uyandırmak için ben de seninle geliyorum, bekle beni!” dedi ve hemen Çorum’a giden ilk otobüse gişeden bir kişilik bilet aldı.”

Bir 'Maruz Müşahid': Ahmet Hamdi Tanpınar

Murat Koç Tanpınar’ı anlatmaya devam ediyor. Tanpınar ile birlikte aslında bir döneme de şahitlik etmiş oluyoruz. Murat Koç’un açılımlı yazıları edebiyat ve tarihi harmanlıyor. Bizleri bir zaman tünelinde yolculuğa çıkarıyor.

Müzmin Bir Kemalist, Bir Acayip İnönücü, Darbesever Tanpınar

Tanpınar, edebi kimliğiyle bilinen, politik duruşu genelde görmezden gelinen bir yazardır. Kendisi ile alakalı yazılan yazıların, yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu edebiyata kazandırdığı yeni yaklaşımlar, romanda sağladığı açılım ve kimi sosyal-felsefi konularla ilgili düşünceleri etrafında kümelenmiştir. Oysa Tanpınar bir geçiş dönemi aydını olarak sadece sosyal mevzularla ilgili fikirler serdetmemiş, kurucu irade ve resmi ideolojiyle iç içe geçen bir siyasi kimlikle öne çıkmıştır. Yakın tarihimizde cereyan eden önemli hususlara ilişkin net bir siyasi duruş ortaya koymuş, katı ve sıkı bir tutum içinde olmuştur ömrünün sonuna kadar. Kendisiyle ilgili yazılan değerlendirmelerin çoğunda onun bu yönü geçiştirilmiş, adeta apolitik, bohem, asosyal biri olarak tasvir edilmiştir. Oysa kendisi Kemalizm’le içli dışlı olan dönemin birçok edebiyatçısı gibi hem CHP milletvekilliği yapmış hem de Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazılarda, tuttuğu günlüklerde, yaptığı açıklamalarda koyu bir rejim savunuculuğu görevi üstlenmişti. Tanpınar mebusluk yaptığı yıllarda etkili bir siyasetçi görüntüsü çizmemiş olsa da tüm yaşamı boyunca İnönü’ye, Kemalizm’e ve CHP’ye sadık bir düşünce hattında saf tutmuştur.

İnönü Fetişizmi ve Demokrat Parti Nefreti

Türkiye’nin siyasi tarihi içinde Milli Şef ’e, Tanpınar kadar bağlı, onu göklere çıkaracak kadar yücelten başka biri var mıdır bilinmez. Tanpınar, İnönü’ye atıfta bulunmadan bir siya si analiz yapmaz, ona övücü sözler söylemeden ülke gündemine ya da yakın tarihe ilişkin değerlendirmelere girişmez. Ne zaman siyasi bir kelam etse lafı bir şekilde İnönü’ye getirmeyi başarır, onun kahramanlıklarını, ne mühim bir siyasi deha olduğunu, basiretini, ferasetini tek tek sıralar. Okuyucu için de garip bir ilişkidir bu. Tanpınar’ın “Günlükler”ini yayına hazırlayan editörler de kitabın girişinde bu bağlanma hali için “hiçbir ideolojiye bağlanmasa da İsmet İnönü’ye neredeyse tapan Tanpınar”3 (…)“Tanpınar mensuplarının birçoğunu sevmese de CHP’lidir ve İsmet İnönü’ye taparcasına bağlıdır. Denilebilir ki CHP onun için sadece İsmet Paşa’dan ibarettir. DP’lilerin hepsinden nefret eder, bu duygularını makalelerinde de dile getirecektir.” demektedirler. İnönü’ye ilgisinin mebusluk beklentisi, siyasi ikbal, bürokratik çıkarlar gibi şeylerle ilgili olduğu da iddia edilir. Hatta 46’da bir daha aday gösterilmemesi nedeniyle Milli Şef ’e fena içerlediği ve iki yıl kadar dargın kaldığı da rivayetler arasındadır. Ne var ki hiçbir şartta, ölene kadar sadakatinden eksilme olmaz. İnönü’nün siyasi çizgisini sürdürür, bilhassa DP iktidarına ve liderlerine karşı akıllara zarar bir nefretle husumet besler.

“Tanpınar’ın İsmet Paşa’ya Kemalizm’e övgüsünü ve DP-Menderes düşmanlığını dönemin koşullarına, kimi çıkarlara bağlayıp ona koruma zırhı temin etmeye çalışanları dışarda bırakarak söyleyecek olursak, gerek darbenin ardından peşi sıra kaleme aldığı makaleler gerekse de günlüklerine not ettiği en samimi hissiyatı, onu tipik bir komutacı ve darbesever kılmaktadır. Tipik tek parti ezbercisi aydınının yaklaşımlarından daha sert bir tutumu sıkı biçimde muhafaza eden Tanpınar’ı bu kimliğinden arındırılmış haliyle ele almak, edebi değeri her ne olursa olsun eserlerine salt bu açılardan bakmakla yetinmek, onu ideolojisiz ya da siyasal yönden etkisiz kabul ederek eserlerini göklere çıkarmak en basit tabirle umursamazlık olacaktır. Tanpınar’ı iyi bir edebiyatçı, romana açılım sağlayan güçlü bir kalem olarak kabul etmekle birlikte onun müzmin bir batıcı ve Kemalist olduğunu, darbesever bir komutacı zihniyetle siyasi kimliğini perçinlediğini kalınca vurgularla izah etmek, hakikati ortaya koymak anlamına gelecektir. Kurgu ve roman üzerinden değerlendirme yaparak ona rafine bir alan ve kendi ismi etrafında pırıl pırıl bir kanon tahsis edenler ne yaparsa yapsın, onun Kemalist darbecilerin zulümlerini bile yeterli göremeyecek kadar gözü dönmüş bir komitacılığı savunan tipik tek parti aydınlarından farkı olmadığı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir.”

Temmuz dergisinden şiirler

karasın kara kurtulmak istediğin evvel zamanınla

peltek hatipler yurduna sürdü seni muhakemen

ancak şanslısın zira farkına varabildin kendin

çünkü sen ağzında kor tutan musa değilsin

ve harun isminde bir kardeşin yok senin

seni tarihe mecbur kıldı istikbal kaygın

tarihle sarıldı tarihle ovuldu dört bir yanın

çağdaşların yıllarca hoşgörüyle demlendiler

kızaran yanakların mıdır vuran el senin değil

ve ne zamandır konuğusun kurtlanmış sofraların

Mustafa Halil Aydın

Yokluğunda yaslanıp uzaklara bakarım

Dilimin altında bir türkü tüter

Her işim her yerde yarım

Varsıl kalsın dön yeter

Küskünlüğü her gece

Düşlerine taşıyorsun

Kemirirken beynini ham düşünce

Yaraları yoluyor kelime kaşıyorsun

Tayyib Atmaca

Söylesene kim anlatıyor olan bitenin hikâyesini

Kim söylüyor geceyi ve gündüzü unuttuğumuzu

Kimdir korkuları ruhuna korunak yapan kaygı

Sessizliği çağıran bekleyiş kimin omuzlarında

Kimdir bütün uykuları saklayan kapıların ardında

Belkıya sus ifritleri de ağlatma

Bir yol aç kendine

Sulardan, seslerden ve akşamüstlerinden

İncinen bir yol değil aşk hiç değil

Kuşlar konsun omzuna

Karanlık değil

Hikâyeler karışıyor bazen isimler de

Belkıya mı yoksa Şahmeran mıyım?

Ama ben Yemliha derim sen Cihan Şah anla

Hayrettin Orhanoğlu

Sakın “hürriyet” deme

İşgal altındaki ülkelerin kıta sahanlığı hesap edilmez

Kokusunu gizleyen ceylanlar, koşup parlatırlar anne şefkatini

Nüktedan yalnızlığım halk kahramanıdır şehrin gettolarında

İyi yontulmuş mermerlerin simetrisinde yüzümü beğenmem

Yüzümdeki acıyı, yüzümdeki sevinci beğenmem

Tut ki ben bir göçmen çocuğum

Milliyetini sorma aşk ve kahramanlık destanlarının

Tarihi yazıldığı gibi okuyamayız seninle

Muhammed Yusuf Aytekin

geçip giden günlerin tortusu

derin ve külfetli, yaşamak

bir şaheser burada

şu beyaz camın arkasında

arabalar sonsuz bir telaş içinde geçen

bir hayattan diğerine

ve ölüm beyaz camın ardında…

Ercan Ata

medet

kırbaçlanmış mevzilerin şefkatsiz kuytuları

bir vavın gölgesinde kaldı

bileklerimi kesti

uçurtmamın ipinde yoksulluk çeken akşam

mızraksız konuşamıyor artık hiç kimse

medet ki

hikmetin çözülen mintanından kelimeler döküldü

kendi çocuklarının soluğunu kesiyor gök

yükünü yarı yolda indiriyor kervanlar

neşeyle şerbetlenen çocuk cıvıltıları

sadağında kanlı bir mendil taşıyan

cümlelere düşüyor

bir nergis kokusuna bile yaslanamayız

bu talanın bağrında örselenir şarkılar

ve yaramıza üfler bir defin merasimi

medet ki

biz artık bu mukayyet mutantan şehirlerin

şatafatlar giyinmiş sahte yağmurlarında

ıslanamayız

Hümeyra Yargıcı

Karanlığın kendine mahsus bir parlayışı var

Bir su gözesi gözlerinden ve gözlerimden içerek

Toprağa damlayan ilk damlanın azizliği

Eski bir anıdan, sıcak samimi gülüşten

Kalbi kabuk kabuk elleri uçuk dolu bir adamın sessiz bekleyişinden

Karanlığın kendine mahsus bir parlayışı var

Siyah atlar ve beyaz atlar aynı safta şahlanmasın

At kalemi, kuş kalemi, uç kalemi

Balkondan atlayan kızın kaderi olmasın

Ağır yaşadığı ve kilolu olduğu için göğsünde bir ur büyüten

Kelimeler bir hasta yatağında son nef

İsmail Hamza Şat

Unutulmuş nice tohumun hatırlanışı sonra

Kiler camından bakan

Sen ben o biz siz onlar

Ve çocuklar! en çok onlar bakar oradan

Sahi kimlerin var o gizli kalmış odadan

Anneye hasret anne varken

Babaya hasret

Eşine hasret tohumlar

Çıkmaya hasret...

Yeşeren gövdelerin soluğu

Sarmaş dolaş kollarımız nehirlere öykünürken

Meyveye duran yazların sıcaklığına özlem

Şimdi bir tohum misali kabukluyuz

Çatlatacak taşı mı yoksa suyu mu bekliyoruz!

Nilüfer Zontul Aktaş

Gümüşî ıhlamurlar

Çoktan güneşe yar oldu buralarda

Ne zaman meyletsem

Bilmediğim karanlığıma

Yeğin bir bahar gibi aydınlanıyor yüzüm

Sırtımı da pek bir yalnızlığa vurdum keyifle

(Şartların ötesini seçenek edinme talimindeyim)

Yaşadığımız boşa gitmesin diye

Senden öte dönmem yüzümü

Ne güneşe ne verdiğim sözlere

Ne yarına ne gök kubbeye erişebilen

Asırlık sabiyim

Hamim

Zeliha Aypek

Ardından gelip buraya durup biraz

Kopmaz zincirlerle yaşamış gibi bütün geçmişi

Niçin bu insanlar durmadan geçiyorlar?

Rahatsız eder insanı bu çalım, bu büyüklük delisi

Bekleyişler o siyah kapının yanındaki çirkef.

Bu zayıflık, bu kimliksizlik ve nefsinin inkârından

Kırılan tehditler bir milyon lisanlar ile erdem gecesinde

Çağırır beni çalkalanan düş, görkemli

Aşk foseptik bir çukur, salınır kaygının ipiyle

Bizi aceleye getiren ölümün sesi.

Hangi davet, arılaşmış kırk yönlü bir halin

Lekeli ışıklar ortasında anlamak, kendisi için

Çok zaman alıyor, bu saatte depreşir korkular

Orda kalsın, bütün davalar

Kaçarak eski zamanlardan kalan.

Ahmet Tepe

Mahzuni Şerif Hece Taşları’nda

Hece Taşları dergisi 65. sayısına ulaştı. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Dr. Halil Atılgan’ın Mahzuni Şerif’i anlattığı “İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım” isimli yazıdan olacak.

“1940 yılında Kahraman Maraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde doğdu. (Dostları onun 1938 yılında doğduğunu ifade etmektedirler.) Babası Zeynel, Barginekli Ağuçan Türkmenlerinden, nine tarafı Varto / Hormekan Aşiretinden Razeye’e (Irazca Hatun) mensuptur. Köyünde okul olmadığı için Elbistan’ın Âlembey köyünde Lütfi Efendi Medresesine devam eden Mahzunî burada Kuran eğitimi aldı, Eski Türkçeyi öğrendi.

1956 yılında köyündeki ilkokuldan mezun oldu. İlkokulu bitirdikten sonra Mersin Astsubay Okuluna giren Mahzunî, 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu bitirdi. Başarılı oluşu Kuleli Askeri Lisesine girmesini sağladı. Düşüncesi, halk edebiyatıyla yekinen ilgilenmesi ve sair sebepler okuldan ihraç edilmesine vesile oldu. Kuleli Askeri Lisesinden ihraç edilmesi Âşık Mahzunî’nin hayatında yeni bir dönemin başlamasını sağladı. O günden bu yana geleneğin içinde yoğrulan Mahzunî gün oldu ağladı, gün oldu güldü. Ama geçmişini hiç unutmadı. “Benim söylediklerim neyse ben oyum” diye haykırdı. Bağlamasını sevgi için inletti.

12 yaşındayken amcası Âşık Fezali’den (Behlül Baba) bağlama çalmasını öğrenen Mahzunî: türküler söyledi yâr üstüne, gurbet üstüne, türkü üstüne.”

“Kader: Adana’nın Karaisalı ilçesinin İncirgediği köyünden aldı götürdü bizi Düziçi İlk Öğretmen Okuluna. 1959 – 1960 öğretim yılında (Haruniye Hacılar Kasabasıyla birleşerek Düziçi ilçesi oldu. Şimdi Osmaniye’ye bağlıdır.) Düziçi İlk Öğretmen Okulunun birici sınıfında öğrenci idim. Adana Tepebağ Ortaokulunda okurken, ikinci sınıfa geçmeme rağmen, öğretmen okulunun birinci sınıfına yeniden kayıt yaptıran türkü sevdalısı biriydim. Türkü sevdam; Karaisalı’nın İncirgediği köyünün tozlu yolarında üzüm çekerken, dağlarında inek güderken, palaz kovalarken başlamıştı. İşte bu sevda ile ilkokul son sınıftayken (1955–56) düğünlerde halay çekiyor, Karacaoğlan türküleri söylüyordum. İlk söylediğim Karacaoğlan türküsü; “Ela gözlüm ben bu ilden gidersem” adlı türkü idi. Zaten Düziçi İlk Öğretmen Okulunu tercihim de bendeki türkü sevdasından kaynaklanmış, sınavını da türkü söyleyerek kazanmıştım. Öğretmen okulu 1. sınıfta Adil İmer Marka 37,5 TL’ye aldığım mandolini kısa zamanda öğrenmiş sınıfın ve öğretmenlerimin dikkatini çekmiştim. (1959–60 ders yılı) İkinci sınıftayken de okulun halk oyunları ekibinde mandolin, sonra da bağlama ve keman çalmaya başladım. Bu faaliyetim mezun oluncaya kadar devam etti.

O zaman Düziçi İlk Öğretmen Okuluna Adana, Kahraman Maraş, Hatay ve Gazi Antep illerinden öğrenciler alınıyordu. Okulun en iyi mandolin ve bağlama çalanlarından biri Kahraman Maraş’ın Elbistan ilçesinin Berçenek köyünden Paşa Kul’du. Ben, mandolin çalma sevdasıyla benden büyük olmasına rağmen Paşa Kul’u tanımıştım. Paşa: Okula geç gelmiş, okumayı, okuma yaşının son zamanlarında yakalayanlardan biri idi. O 4., bense 1. sınıfta idim. Buna rağmen müziğe olan merakım Paşa ile Ağabey kardeş olmamızı sağladı. Ben, ondan öğrendiklerimi mandoline aktarıyor, bağlamasını verirse mandolinle çaldıklarımı da bağlamayla çalmaya çalışıyordum. Günler ayları, aylar yılı kovaladı. Ben ikinci sınıfına geçtim. Yıl 1962. Paşa Kul 4. sınıfta kaldı. Çok esmer olduğu için akranları ona Kara Dayı lakabını takmışlardı.”

“Saatler günleri, günler ayları, aylar yılları kovaladı. 1962 yılında adını duyup türküsünü söylediğim Mahzunî Ustayla 2000 yılında Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinde verilen bir kabul töreninde aradan 38 yıl geçtikten sonra tanıştık. Kültür Bakanlığı Koro şeflerinden Mehmet Özbek, TRT Ankara Radyosu sanatçılarından Kubilay Dökmetaş da vardı. Hâl hatır ettik. Çok kalabalık olduğundan konuşamadık. Sonra Çankaya Belediye Başkanının verdiği yemekte Âşık Mahzunî ile yine birlikte olduk. Musa Eroğlu, Mehmet Özbek, Yavuz Top, DSP Adana Milletvekili İbrahim Yavuz Bildik, TRT Ankara Radyosu’ndan Nurullah Akçayır. Tesadüf bu ya Mahzunî ile ben yan yana oturdum. Uzun uzun sohbet ettik. 1960’lı yıllarda ismini duyduğumu, türküsünü çalıp söylediğimizi konuştuk. Paşa Kul’u yâd ettik. Gözleri dolu dolu oldu. Çok duygulandı. Paşa Kul’un felç olduğunu, sağlığının iyi olmadığını söyledi. Telefonla da olsa benimle görüştüreceğine söz verdi. Ama maalesef ömrü yetmedi. Ankara Dikmen’de, İsmail Görer’in saz atölyesinde Mahmut Makal’ın da katıldığı meşklerde merhumla müteakip defalar birlikte olduk. Çaldık söyledik. Meşkin birinde söylediğim Öksüz Ali Bozlağı pek hoşuna gitmişti. “Hocam bu bozlağın altını çiziyorum. Beraber olduğumuzda yine çalıp okursunuz değil mi?” dedi. Sonraki meşklerimizden birinde de Ceyhanlı Âşık Ferrahî’nin İstemem Dünyada Süsü Ziyneti adlı türküsü çok etkilemişti onu. Ferrahî ile 60’lı yıllarda birlikte konserler verdiğini, ilgili bir de hatırasını anlattı. O gece sonunda arabayla evine bıraktım. “Hocam arayı uzatmayalım. En kısa zamanda yeniden birlikte olalım” diyerek vedalaştık.”

“Evet, biz “Hani bizim Mahzunî’miz” demiyoruz. Çünkü o, cismi giden, eserleriyle ilelebet Türk milletinin gönlünde yaşayacak olan bir Mahzunî...

O usta ki “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” özdeyişine sadakat duyan, bu özdeyişi diline pelesenk eden bir Mahzunî. İşte o: Bu özdeyişi söyleye söyleye göçüp gitti dünyadan. Ölüm dediğimiz gerçek onu bizden aldı, kara toprağa gelin etti. Ona Tanrı’dan rahmet diliyor, tekrar dinleyemeden aramızdan ayrıldığı için, çok sevdiği Öksüz Ali Bozlağı’nın sözlerini onun için yayımlıyor, ruhu şad olsun diyorum.”

Tayyib Atmaca’dan İbrahim Yolalan ve Orhan Tepebaş Yazısı

Tayyib Atmaca Dokunan Şiirler’e devam ediyor. 19. yazısının misafirleri İbrahim Yolalan ve Orhan Tepebaş.

“Her insan yaşadığı çağın tanıdığıdır. Dili döndüğünce hafızasında canlı kalan olayları geleceğe aktarmak zorundadır. Bunu yaparken de sözü uçurmak yerine kâğıda dökerek bir nevi belge haline getirmesi gerekir. Bu belgeler de geleceğe kalan sözün sahihliğinin ispatı yerine geçer.

Her devirde işini iyi yapanlar, kötü yapanlar, iyi şiir yazanlar, kötü şiir yazanlar olmuştur. İyi şiiri iyi yazan hem yazıldığı zamanlarda hem de daha sonraki zamanlardaki gönüllerdeki dolaşa mıdır?!

Hele iyi şiiri yazan şair ile bir de gönül bağınız varsa, aradan onlarca mevsim geçtiği halde bu bağ hâlâ ilk günkü bağlılığında kalmışsa şairin şiirini biraz da kendi şiirinizmiş gibi okursunuz.

İbrahim Yolalan, çeyrek asırdır tanıdığım, kimliğini, kişiliğini şiirinin ayarını bozmadan yaşayan/ yazan bir şairdir. Fazla ortalıkta görünmez. Yaşar ama yaşamıyormuş gibi münzevi bir hayatı sever. Kedi yaşıtlarının onlarca kitabı olmasına rağmen o 2016 yılında Göç Defteri ve 2020 yılında Teslim ile şiir ülkesinde bayrağını dalgalandırıyor.”

“İbrahim Yolalan’ın Göç Defteri ile Teslim’i karşılaştırma yaptığımda ilk kitabının beni daha çok sardığını söyleyebilirim. İlk kitaptaki duygu ağırlığı ve metafizik boyut bu kitapta o kadar kendini hissettirmiyor. Buna rağmen genel olarak kitap 2020 yılında çıkan kitaplar arasında özel bir yere sahip kitaplar arasında olması gerekirken bu kitap ile ilgili bildiğim kadarıyla sadece Ömer Yalçınova bir şeyler yazdı.

Kitap ne kadar ilgi gördü bilmiyorum. Önemli olan kitap ile ilgili yazıların çokluğu değil kitabın saklanacak kitaplar arasında olup olmadığıdır. Bazı kitaplar devamlı vitrinde herkesin görebileceği yerde durur ama herkes bakar geçer.

İbrahim Yolalan’ın Teslim’i bakılıp geçilecek değil okunacak kitaplar arasına alınmak için kitapçılarda okurunu bekliyor.”

“Orhan Tepebaş’ın Eski Liman kitabını bu ikinci okuyuşum. İlk okuduğum beğenmiş bir kenara ayırmıştım. Kitapta bana dokunan şiirlerin altını ikinci okumamda çizdim. Bu vesile ile insan kitabın içine biraz daha dalmış oluyor.

Orhan Tepebaş ile İbrahim Yolalan hem birbirlerine akran şairler hem anı üniversiteden mezunlar hem de ikisinin de ikinci kitabı. Benzerliğin bu kadarını pes geçemeyiz elbette. İkisi de az şiir yazıyor, ikisi de ortalıkta fazla görünmemeye çalışıyor ama Tepebaş, Yolalan’dan görünme bakımından biraz daha önde bir şair. Yolalan’ın münzeviliği Tepebaş’ta yok. Yolalan sadece şiir yazar ve sosyal medya kullanmaz, Tepebaş, şiirin yanında şiir ve şairler üzirene yazar, Şiar’ın şiir editörlüğünü yapar. Dergilerde çok az görünür ama yaklaşık çeyrek asırdır takip ettiğim bir şairdir.

Tepebaş 2010 yılında Kadim Kapı ile şiir okuyucusunun vaktine konuk oldu. İkinci kitabı Eski Liman ile arasında dokuz yaş fark var. Bu kadar titizlik, ince işçilik gelecekte bu bir Orhan Tepebaş şiiri dedirtecek mi orasını zaman gösterecek. Biz sadece bize dokunan dizelerle yolculuk yapıp kendi beğenilerimizi tadımlıkta olsa sizlere tattırmaya çalışacağız. İki şairin de ortak özelliği geleneksel şiirden beslenmediği gibi geleneğe de yakın durmamayı yenilik olarak kabul ediyor olsalar gerek. Yalnız Orhan Tepebaş biraz değişiklik yaparak kitabının kapısının münacat’la açılmasını önceler.”

özleyeceğim sessizlikler bağışladın bana
sarışın yazlar başaklardan savrulan sonbahar
kırıktı kalbim uzun susmalar için
bazı mevsimleri beklettin biliyorum
kalabalıklardaki yalnızlığı bağışladın bana
bir oğul bir ocak bağışladın
güvendin emanet ettin sevdiklerini sevdim

“Bir şiir kitabında bu kadar dokunan şiir varsa bu kitabı da iyi kitaplar arasına almak gerek. Kitabı ilk okuduğumdaki heyecanı ikinci okuyuşumda duyamadım. Belki de biraz daha eleştirel gözle okuduğumda bu hisse kapıldım.

Kitapta yer alan şiirlerin genelinde bir akıcılık var ama bazı yerlerinde bu akış sağlanamıyor. Şiir bazı yerlerde kayalara çarpıyor sonra ortaya bir şelale çıksın istiyorum ama çıkmıyor. Bu benim bakış açım mutlak doğru bakış açısı da olmayabilir. Bir başkası başka bir açıdan bakar kitap daha da güzelleşir. Bir daldaki bütün meyvelerin aynı büyüklükte olmasını arzu ederiz ama bu maalesef mümkün olmuyor. Eski Liman’a yeni okuyucular yanaştığında bize dokunan şiirlerden daha fazlası onlara kalbine dokunacaktır inşallah.”

Hece Taşları’ndan Şiirler

Esirgeyen, bağışlayan Allah’ım

Sen görensin, Sen bilensin, işiten

Düşünmeden oturmaktı günahım

Bu darbede ayaktayım işte ben

Namlunun ucuyla evi yıkılan

Mamaklı Mehmet’in boyu kısaldı

Tankın egzozuna gömleği tıkan

Kazanlı Yusuf ’la cepheye daldı

Bir uçak ansızın patladı geçti

İkinciye fırsat vermedi Kerim

Kenardan en koca kayayı seçti

Dedi: “yakınıma gel ki göreyim!”

Rütbesiz er şaşkın, emir kuluydu

Çevirdi tüfeğin ucunu yere

Baktı karşısında, amcaoğluydu

Gömüldü yüreği sonsuz kedere

Metin Önal Mengüşoğlu

İçimden huruç eden bir ricat telâşı var

Lisan-i hafî ile buzdağını deliyor

Ölüm bir hafriyat mı: Kilitlenmiş kapılar

Hayy’ın içdenizinden ardım sıra meliyor

Hep’le hiç’e bürünmüş, ayna içinde esir

Her ân’ım med ve cezir; çetrefilli, münkesir

O ‘belki’, belki benim! çöllerde yorgun atım

Bir hurdalık gölgesi, bin yıl uzar sıratım

Arzularım rakkâse, her ân’ım bir cehennem

Gölgeme ters düşüyor bir yazgı gibi gövdem

Âh, bir sırlı imâyım, çöldeki çölüm üşür

Hâkim-i Mutlak Sensin, hücreme ışık düşür

Belâ’ya hüküm giymiş hevesten geldim sana

Çatallı yolağzından kafesten geldim sana

Yaşar Bayar

Şehir biter her gün biter bir yerde

Irmaklar rahmine gece göç eyler

Masallar okunur bom boş evlerde

Koşturmada solgun yüzlü bireyler

Gökten düşen elmalara ne oldu

Saklandılar mı yoksa düşler gibi

Hani şehre giden o yol bu yoldu

Düştüler mi suya gölgeler gibi

Yol bitti ışıklar söndü şehirde

Deyin yine kimin kalbi karardı

Bir isli lamba kaldı elimizde

Ay çıktı yoluna sular kabardı

Hasan Hüseyin Cesur

Ne bulmuş ki mürüvvet yolunda her dem güzelim

Fedâdır bu can ülfet yolunda her dem güzelim

Kırılsın kapılar, tekrar başa sarsın şu devrân

Dirilsin yine külfet yolunda her dem güzelim

Bir muhabbet kuralım sağları dilşad edelim

Yıkalım surları hep çağları dilşad edelim

Dönüp idrâkine asrın güzellik nakşederek

Şehsuvar; çağları yâd, dağları dilşad edelim

Lütfi Şehsuvaroğlu

YORUM EKLE
YORUMLAR
Kazim Şen
Kazim Şen - 3 yıl Önce

Güzel..