“Tek işim, iletişim”

Ben bu iletişim meselesini bir türlü çözemedim. Çözen varsa beri gelsin. Zaten beri geldiğiniz zaman iletişim diye bir sorununuz kalmamış olacak. İletişim kelimesi “iletmek” ve “ileti” sözcüklerinden türeyip bugünlere gelmiş. Plastik bir zamanın plastik ve sentetik kelimelerine aitler. Üstelik sohbet, muhabbet ve ahbaplık gibi asırlık çınar hükmünde olan kelimelerin doldurduğu boşluğu doldurmak bir tarafa semtinden bile geçmiş değiller. Selam değil birbirimize durmadan ileti gönderiyoruz. Mesela şu Cuma tebrik mesajlarına bakın, ne kadar yavan ve içtenlikten yoksun değil mi? İçimden geçenleri İsmet Özel çoktan söylemiş bile: “Söz yavan, kardeşlik şarkıları gayetle tıkız.”

Aslında ben buradan bir yere varacaktım, ama birden yolumu kaybettim. Dört bir yandan iletişime maruz kalınca insan asıl gideceği yeri de unutuyor tabiatıyla. Şimdi birden aklıma Ali Göçer’in “Morgda Bir İnsan Sıcaklığı kitabı geldi. Zihnimden geçenlerle benim zihnimi götürdüğüm yerde gördüklerim birbirine çarpıp tosluyor adeta. Yahu ne diye uzatıp duruyorum konuyu, sadede geleyim. Şu reel dünya ile sanal alem ayrışması ortaya çıkalıdan beri samimiyet denilen şeyin hangi dala konup yuva yaptığı konusunda bir sonuca varamadım. Mesela bu sanallık ve reellik olayı “karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşar” cinsinden bir “çift karakterlilik” mi oluşturuyor acaba?

Adam günlük hayatta oturup kalkarken çok cana yakın, alabildiğine insan canlısı, lakin kalkıp biraz sonra bilgisayarın başında internete girince bambaşka bir insana dönüşüyor. Yanında kanlı canlı otururken giydiğin gömlekten taktığın kravata, kurduğun cümleden okuduğun şiire kadar her şeyine iltifatlar yağdıran kişi yoğun takipçi grubu içerisinde senin aynı ayarda bir cümleni ya da marifetini görmezden geliyor veya hiç görmüyor. Sokakta selamını alıyor, yanına geliyor, hatta hâl hatır soruyor; sokağı dönüp de twitter’a girince eşkâlinizi bile seçemiyormuş gibi tavırlar içerisine giriyor.
Bir arkadaşım vardı ismi Haldun, güzel şeyler yazardı. Onu cömertçe övüp yüreklendirirdik. Derken, eşik atladı, bazı ağabeyler şahadet parmaklarıyla onu işaret ettiler. (Bilirsiniz ağabeylerin işaret parmakları her yere ulaşır) Bir süre sonra yüzlü rakamlarda seyreden Twitter takipçi sayısı binli rakamlara ulaşmaya başladı Haldun’un. O günlerden sonra Haldun kendisine sanal medyada ulaşanlara “aşk olsun” dedirtti. Artık reel dünyada da bize sürünmeden geçip gidiyordu. Bizim oturduğumuz tabureli çay evlerinde oturmaz oldu.  Bu sosyal medya denilen ortam bencillik üzere bina edildiğinden olsa gerektir kişi kendisinin takipçi sayısını alabildiğine artırırken takip ettiği kişi sayısını da mümkün mertebe düşürmeye çalışır. Takip edilmeye değer bir hayatı olduğunun en belirgin alamet-i farikası takibe değer insan sayısının azlığı hatta hiç yokluğudur. Bu anlamda “hiç yoktan iyidir” sözü asli anlamına kavuşmuş olur.

Neyse Haldun’a dönelim. Haldun bir süre sonra beni takipten çıkardı. Çünkü takipçi sayısı on bini aşar aşmaz günlük reel hayatta da beni arkadaşlıktan çıkarmıştı. Sonradan anladım ki usul buymuş. O da usule uymuş. Günlük hayatta takipten çıkaran bir adamın beni sosyal ağlarda takip etmesinin ne önemi olabilir ki? Bir süre sonra takipten neden çıkarıldığımı öğrenmiştim. Meğerse ben birinin feminizmle ilgili bir paylaşımını Like’lamış, yani beğenmişim. Sosyal medyada bu affedilmez bir şeymiş. Hani bir de Favlamış (favorilerime eklemiş) olsaydım kim bilir başıma ne gelirdi, düşünmek bile istemiyorum.

Haldun artık bambaşka bir insan olmuştu. Aynı anda online durumundayız ama birbirimizin varlığını hiç umursamıyoruz bile. İletişim kurmak demek ki böyle bir şeymiş. Bir de bu kelimenin geçişli şekli var: “İletişime geçmek” gibi. Gereğinin yapılması için bir an önce hareket etmeyi ifade ediyor bu iki sözcüğün bileşimi. İnsan annesi ile babası ile, dostu, yârânı, arkadaşı ile, yaratıcısı ile iletişime geçmez; zaten aklı onlardadır, kalbi onlarladır. İletişim dediğimiz şey anlık ihtiyaç halinde yerine getirilen bir mesaj alışverişidir. İleti iletenden bağımız iletilene karşı kaygısız ve de umarsızdır. Neyse biz yine Haldun’u yalnız bırakmayalım. Son kitaplarımdan biri çıkmıştı. Haldun o kitabın bütün safhalarına tanıklık etmişti. Herkes gibi Twitter’da paylaşmış ve sosyal medya ahalisini haberdar etmek istemiştim. Hatırı sayılır tanıdık tanımadık insan bu heyecanı beğenip paylaştı ya da duygu ve temennilerini dile getirmişti. Aralarında Haldun yoktu. İçimden geçeni duymuş gibi iki gün sonra şu ifadelere rastlayacaktım “Sayın Akın kitabınız hayırlı olsun”. Üstelik bu sayınlı ve de mayınlı cümlecik özelden mesaj olarak gönderilmişti. Dostumuz reel-sanal ilişki dengesini o kadar dikkatli gözetiyordu ki din işlerini devlet işlerinden ayırmak için azami gayret sarf eden bir laik memuru andırıyordu. En son yaptığı paylaşımı merak edip baktım. Binlerce beğeni almış olan paylaşımında sadece şu yazıyordu: “Avucumun içi kaşınıyor, yoksa ilkbahardan sonra yaz mı gelecek?” Haldun bu takipçi işini o kadar büyüttü ki birden mevcut takipçi sayısı ikiye üçe katlandı. Artık işe giderken bizim oturduğumuz sokağı kullanmıyordu. Bilgisayar başında çok oturmaktan mıdır bilmem bir hayli kilo almıştı. Aldığı kilo ile ulaştığı takipçi sayısı uyum içerisindeydi sanki. Sonradan haber alıyoruz ki meğerse bir arkadaşının ona hediye ettiği antika daktiloyu satıp onun parasıyla bol miktarda takipçi satın almış.

Aksilik bu ya, geçende ona Cuma namazında rastladım. Selamlaşmadık. Sanki ne o almak taraftarıydı ne de ben vermek taraftarı. Dikkat ettim namazı son cemaat yerinde eda etti. Çünkü bu anlaşılır bir şeydi. İçeri girdiğinde imamın ne kadar çok takipçisi olduğunu görmüş ve adım atmaya cesaret edememişti. Namaz bitip tesbihata geçildiğinde de durum değişmemişti. Onun elinde doksan dokuzlu tespih vardı benim elimde kendime ait otuzüçlük tespih.

YORUM EKLE