Bugün taşradan misafirlerim vardı. Bir saat olarak planlanmış görüşme farkında bile değiliz, bir baktık 3 saati bulmuş. Kullanmaktan hiç hazzetmediğim kelimeler arasında taşra da var. Ne etimolojik ne de semantik bir bağı var biliyorum ama nedendir bilmem taşra deyince aklıma hep taş gelir; taş, taş gibi bir şey.
Kavram üzerine az şeyler okumadım. Üzerine birkaç şey söylemeye başladığım yıllarda içinde yaşadığım şehirlerin de düşündüğüm şeylerden muaf olmadıklarını gördüm ve bu konuda hiçbir şey dememenin daha anlamlı olacağını düşünmeye başladım. Taşrayı şöyle derli toplu, hemen her yerde bir karşılığını bulacak şekilde tarif etmeye niyetlendiğimde bakıyorum bundan her yer nasibini alıyor.
Misafirlerim kuzeyde bir üniversitede karı koca öğretim üyesi olarak çalışıyorlar. Dış dünya bilgileri hiç de fena değil. Hanımefendinin uzun bir yurtdışı deneyimi var, beyefendi belki pek dışarı çıkmamış, ama memleketin en şenlikli sayılabilecek kozmopolit şehirlerinde yaşamış, oralarda nefes almış.
Aklı başında olan birinin kalkıp onları şu taşra mahpushanesine kapatmayı aklından geçirmesi mümkün değil. Ama işte nasip dedikleri şey, onlar epeyce bir süredir benim taşra diye utana sıkıla zemmettiğim bir şehirde bana kalırsa çile dolduruyorlar. Sanki hâllerinden memnun gibiler, belki kaçınılmaz bir şey onları da sarıp sarmalamış, tercih edilebilir başka seçeneklerinin olmadığı bir dünyada durdukları yere ısınmak, oraya alışmak ve giderek bütün hayallerini bu şehir üzerinden inşa etmek gibi garip bir noktaya da sanki mecbur kalmışlar gibi.
Yo aksine konuştukça yaşadıkları yerin o görünen cennet yüzünün kendileri için nasıl da kolayca bir cehenneme dönebileceğini benim kadar onlar da fark ediyor olmalılar. Yaşadığımız yerlerde son tahlilde ne ararız? Peşine düştüğümüz şeyler nedir diye lafı çoğaltıp kendimizi bir cevap vermeye zorladığımızda, kuşkusuz bu sorulara muhatap olan herkes gibi biz de, elimizi dokundurduğumuz şeylerin nasıl da birden yakıcı olabildiğini, kalbimizi kaptırdığımız şeylerin nasıl da zamanla birer cendereye dönüşebildiğini biliyor ve hissediyoruz; onlar da biliyor, onlar da hissediyor.
Ben mesela bizimkilerin neden şu taşra diye tanımladığımız şeylerden hep övgüyle söz ettiklerini anlamakta asla zorlanmam. Mesela annemle babam için sahici bir fırsat olsa onlar çoktan kendilerini Şavşat’ın yaylalarında bulmaya hazırlar. Hiçbir şey umurlarında olmaz. Gittikleri yerde temiz havayı ararlar; sımsıcak güneş, insanın içini ürperten yağmur onlara iyi gelir. Doğduğu topraklara hemen her sabah kalkıp bir bakmak onlar için biraz daha yaşamak için gerçek bir umut sebebidir. Evin hemen dibindeki bostanda yetiştirdikleri sebzeler tadımlık bile olsa onlara yetecek birer dünya nimeti olarak namütenahidir. Kapının önünde bir sıra dizili ağacın vereceği meyvelerdeki tat başka nerede vardır? Az konuşmak, özlemek, sırlarla yaşamak, araya hiçbir başka ses girmeden dertleşmek sonra da yarına “Allah kerim” havasında uykuyu kollamak. Bütün bunlar geldiği yerleri özleyenler için değerli, emeklilikte sessiz ve sakin bir taşra kasabasında ömrünü tamamlamak pek çok kişinin olmazsa olmaz muradı.
Ama ben istemem. Ben öyle bir yerde sessizliğin hükümferma olduğu bir yerde tövbe yaşayamam. Benim bulunduğum yerde konuşacak birçok insan olmalı, şenlik asla özlenen bir şey olmamalı, şöyle kapıya çıktığımda kendimi garip bir yerde hissetmemeli, muhabbet edeceğim, arada birbirimize laf sokuşturabileceğim birileri olmalı. Biraz protokol fena değildir, olsun. Ama en çok da yer yer rutini bozan yeni şeyler. Sıra dışı olanlarla kendi hâlinde ilerleyen şeylerin şaşırtıcı uyumu. Bana iyi gelen budur. Yazın ortasında kar yağsa nasıl da sevinirim, gökten taş yağsa şaşırır, bahçedeki ağaçlar daha beklenen bahar bile gelmeden patlamaya başlarsa bunu kendi yaşama sevincim için iyi bir başlangıç olarak görürüm.
Misafirlerim okuyan yazan insanlar. Ne yazık ki zaten üniversitede çalışan biri için "Onlardan başka ne yapmaları beklenir ki, zaten okuyacaklar zaten yazacaklar!” diye düşünenlerden değilim. Çok ağır sayılabilecek örnekler artık üniversite hakkındaki iyimserliğimi çökertecek kadar güçlü bir ağırlık taşıyor. Ondandır biri “Ben üniversitedeyim” dediğinde, utana sıkıla sorduğum ilk soru, orada etraflarında konuşacak biri var mı yok mu, oluyor. Epeydir bir vesile sorduğum bu sorulara beni rahatlatacak bir cevap bulamıyorum.
Düşünsenize dünyadan haberdarsınız, delifişek bilgilerle mücehhezsiniz ve onları konuşacak bir Allah’ın kuluna rastlama şansınız bile yok. Okumalarınızla yalnızlaşıyor, düşündüklerinizle marjinal kalıyorsunuz. Diyelim ki kazara bir yolunu bulup aklınızdan geçirdiklerinizi, mesela eleştirilerinizi birilerine yöneltmek istiyorsunuz, ananızdan emdiğiniz süt burnunuzdan geliyor. Dediklerinizi kimse anlamıyor, bu azap yeter. Kazara anlayanlar da hayatınızı zehir ediyor.
Misafirlerim de öyle dediler. Biraz çizgi dışında yer tutmanın bedellerini öğrenmeleri zaman almamış. Birörnek hocaların ürettiği, sözüm ona bilimsel bir evrende bırakın karşı düşüncelerden dem vurmayı, imayla da olsa herhangi bir şeyi daha da açmayı önceleyen bir adım atsalar yüksek niyet okuyucuların hışmından kendilerini kurtarmaları hiç de hoş olmuyormuş.
Sonra “taşra böyle peki burası nasıl” diye düşündüm. Onları yolcu ettikten sonra ofisin önünde yemek kuyruğuna girmiş personeli camdan biraz seyrettim. Biz ne taşradaydık ne de öyle bir yerde yaşamaya yönelik bir hevesimiz vardı. İnsanoğlu garip bir varlık. Burada durumlar nasıl, peki biz ne hâldeyiz, diye kendimi sorguladım. Sonra cevap filan vermedim, doğrusu bir cevabım vardı onu da duymak istemedim. Aşağı indim. Kavis çizerek kapının önünden ilerleyerek yemekhaneye doğru uzanan kuyruğa ben de dahil oldum. Birazdan önceden belirlenmiş menüden herkes gibi ben de bir tabldot alacak, sonra cümle verdikleri için Cenab-ı Rabbülalemine şükür edecektim.
Öyle, öyle işte.