“Sen bir şehir olmalısın ya da nar
Belki granada, belki eylül, belki kırmızı”
Farsça “enar” sözcüğünden gelmiş dilimize nar sözcüğü. Yunancada sulak yer demekmiş nar. Arapçada ateş, cehennem... Nar etimolojisi değil sizlere anlatmak istediğim. Kendisini şiirle sevmiştim narın, nar, şiirdi, şarkıydı, masaldı ve romandı minyatürlerle beraber. Endülüs ve nar şehirleri aklıma düşmüştü. Granada, nar şehriydi. Anadolu’da Nevşehir yakınlarında görmem gereken bir nar kasabası vardı, sanal dünyada görebildiğim çıplak gözlerle de görmeyi dilediğim.
Çok sevdiğim bir şarkının hazin hikâyesi vardı zihnimde uzun zamandır. Sözleri Fevzi Halıcı’dan bestesi ise kıymetli bestekârımız Cinuçen Tanrıkorur’dan “Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim.” Şarkı sözleri bir efsaneye dayanıyordu. Efsanemizde, Cihangir Hanlığı’nın genç prensi Salim Şah, Ankarali adında güzel bir rakkaseye âşık oluyordu. Prens, halktan biriyle evlenemezdi, yasaktı evlenmesi. İki aşığın görüşmeleri yasaklanıyordu. Rakkase, şehrin ortasında dört duvara hapsediliyordu. Halk her gün gelip ağlıyordu duvarın önünde, affedilmesini istiyorlardı ancak bir zaman sonra ümitleri kalmıyordu. Prens ayrılmıyordu o duvarın önünden. Prensin gözlerini hiç ayırmadığı duvarda bir gün bir ağaç beliriyordu. Aşk, çiçek açıyordu. Duvar, baştanbaşa narçiçekleriyle doluyordu. Ve Prens mutlu bir yüz ifadesiyle narçiçekleri arasında ruhunu teslim ediyor, iki âşık, nar ağacında, narçiçeği açarak buluşuyordu. Taşları, duvarları delerek sevdiğine kavuşmanın adı oluyordu narçiçeği.
“Bu yıldızlar doğan günü çağrışır/ Bu gündüzler gözlerini çağrışır/ Ya kimlere verdin avuçlarını”… Ah… Günaydın.
Bu sözleri yazdıran nar ağacı, narçiçeği, aşk… Kaşan’da, Kaşan bahçelerinde dolanıyordum. Nar Ağacı ve Setterhan yanımdaydı. Bu romanı kırk yaşımda okumuş ve insan bir romana da mı geç kalır, demiştim. Her şey yerli yerinde iken. Yahya Kemal ötelerde. Ben ise ondandır: “Dönülmez akşamın ufkundaydım. Vakit çok geçti.” Hayli geç… Geç.
“Hangi hikâye başladığı yerde bitmemiş ki…” Romanın bittiğidir bu cümle. Yazıcının bittiği… Ekim 2012’den beri kaç baskı yapmıştır Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı romanı bilemiyorum. Elimde 37. Baskı. Var. Yanımda Setterhan. Kaşan’da değilim artık. İstanbul’dayım. Amasya’da iken de yanımdaydı onlar. Peki neden Setterhan? Romanın tek kahramanı Setterhan mı? Ya Azam? Sofya? Zehra? Diğerleri…
“Bu” diyordu, “Hem âşık hem beyzade. Ama bu kadar civanlık? Bunun arkasında bambaşka bir mizaç var.” “Aslı’nın yüzüne bir kez bakabilmek, başını onun kucağına bırakmak için kızın anasına bütün dişlerini söktüren Kerem han neslindendi.” Setterhan.
“Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.” İstanbul’da, bu romanı okuduğumda sesini duymuştum Setterhan’ın. İran’da, Yezd’de ve özellikle Kaşan’da sesine ses oldum, yankılandı dolunaya karşı Gülcemal Vapuru sakinlerinin umuda yol alışı. Yazar, yitik zamanın izinde bulmuştu Nar Ağacı’nı, Doğu’nun kapıları açılmıştı önünde, gurbet duygusu yakasına yapışmıştı. Sehend Dağlarının eteklerinde doğan ve nısf-ı cihan İstanbul hayali kuran Setterhan, bu topraklarda atı ile dolaşıyordu.” Serbülend” imdi benim de atı. Dörtnala koşuyordu içimde atlar. “Atlara ve uzaklara…” Benim gibi herkes mi hayrandı ona?
“Tebriz’de rüzgâr esse Tahran’da fırtına kopar. Tebriz üşümezse İran titremez. Tebriz’de kapı çarpsa Tahran’da deprem olur. Tebriz titrese Tahran sarsılır. Tebriz sarsılırsa Tahran yıkılıp gider. Tahran’ın talihi Tebriz’in alnında yazılıdır.”… ”Yani saltanat kapısı Tebriz’den açılır.”
Halı tüccarının oğlu, halı tüccarı idi Setterhan ve daha sonra çaycı olmuştu. Ne iş yapsa hakkıyla yapan bir beyzade. Tebriz’den Tiflis, Batum, Bakü, İstanbul ve Trabzon’a uzanmıştı hikâyesi. Durgun bir göl gibi dünyanın en güzel halılarını dokuyan Azam’dı onu yakan, susturan, yollara salan. Azam, Husrev’in Bahar’ını nakşederken Setterhan’ın gönlünde aşkın en saf hali nakşoluyordu. Ancak Yezd, dostluk ve Piruz, aşk dersini ateşten alıyordu. Zerdüşttü Piruz. Ne fark ederdi? Yangın çıkıyordu Azam ile Piruz arasında. Azam’ın renklerini alıp gidiyordu elinden Setterhan’ın. Yollarına çıkmıyordu bir daha yollara çıkıyordu.
“Dedi: Sus Hafız bu da geçer.” Hafız-ı Şirazi, dilediğimiz zaman hepimize yetişir. Allah, yetiştirir gönlümüze en güzel sözleri, dizelerle, şairleriyle. “Şiraz derin sükûnetlerin şehri. Bir havuz, üç beş servinaz; burada her pencere f-gerçekten Acem bahçesine açılıyor. Hafız’ın da Sadi’nin de bu yerli olmasına hiç şaşmamalı. Ali Şeriati, Moğol İstilası esnasında şairlerin gülden bülbülden bahsetmiş olmasına ateş püskürse de bu şehirde gülden bülbülden bahsetmemek mümkün değil ve ne Moğol kalmış geriye ne savaş, sadece Hafız var.” Derin derin susmak istiyor insan Şiraz’da. Kavuşamayan ırmaklar gibi yavaşça akıp gitmek istiyor. Yavaşça… Mekânın ruhu bu olsa gerek, anlamak bu.
Bölümler halinde “Yol Arkadaşım” ile başlayıp “Son-Ra” ile biten romanda özellikle kurtuluş savaşı yıllarımızı anlatan diğer klasik romanlarımızda olduğu gibi gerçekle kurgunun arasında kaldığımız olacak. Ateşten Gömlek’ teki gibi mesela. Kurşunun dimağımızdaki izi mi acaba bütün bu olanlar? Yazar bize baştan romanın kurgu olduğunu söylese de Kırık Kafiye biriktiren savaş seferberi İsmail’in satırlarında bütün bunlar olsa olsa gerçektir, diyor olacağız kanımca.
Şair Nigâr Hanım ile Nazan Bekiroğlu’nun hemen hemen bütün kitaplarında karşılaşmak bir ayrıcalık. Aşiyan’ da bekliyor sanki bizi ve buluşuyoruz bir vesile ile yazarın kitaplarında onunla.
“Âşık kendini yakacak cehennem ateşinin önünde önce bir süre ısınır, bilmiyor musun?” Hayat durmuyor değil mi? Şu satırları yazarken bile fark ediyorum ne kadar hızlı aktığını vaktin. Ve ben bu kitapta altını çizdiğim satırlarla sanal medyada çok karşılaşıyor oluyorum bugünlerde. İnsan, derdini kime emanet edebilir ki? “Bazen en büyük hakikatlerin bilgisinin en büyük günahlarla yan yana durduğunu unutma Setterhan. Aşkın nizamı parçalanınca her şey göze abes görünmeye başlar. İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir…”
Persepolis’in Dara’sı, Zerdüştilerin ateşi, içindeki bunca zenginlikle dem olup kıvama gelmenin adı kanaatimce Nar Ağacı. Semaverde çay gibi dervişin hali. Semaverin bağrı ateş, çayı sakinin kanı. Setterhan hatırlatmanın adı iken dürüstlüğü, Allah’ı ve peygamberi sevmeyi, sığınak olmayı, şahlanmayı, durulmayı. Soruyor:
“Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?”
“Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin.” Değil mi?
Zehra’nın gözlerindeki cennet bakışına kalıyor Trabzon’da Setterhan. Ayşe’yi hatırlıyorum, Ateşten Gömlek’ten. İzmir’in yeşillikleri demekti Ayşe ve beşiği sallayan eller dünyaya hükmediyordu.
Aşkın hafızı, sultanı ne diyordu, hatırlayın. “Aşk önce kolay göründü. Ondan sonra çok müşküller meydana geldi.” Aşk bahanesi hayatın, edebiyatın. Devam ediyor. Ne kadar da hakperest bir arka kapak yazısı” Nar Ağacı bir Doğu Masalı kadar zengin, hayal kadar güzel, hayat kadar gerçek bir hikâye… İncelikle işlenmiş karakterleri, zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle yıllarca unutulmayacak bir kitap…”
Evin yuva halinin avlusundaydı “Nar Ağacı”. Bunca olaya, mekâna, çarşı pazara, savaşa, dedikoduya, örfe, irfana sessizce şahitti, adı gibi ağır, yaralı, sevdikçe çoğalan. Yıllara meydan okumuştu. Daha da okurdu. “Hem ben; Hemi aşkem hemi suzem hemi derdem hemi dağem.” demişti Setterhan Zehra’ya. “Dest-i izdivacınıza talibem.” Acem aksanı ile. Dilini belki de eşek arısı sokmuştu. Sofya’yı da geride bırakmıştı. Bir fotoğrafı dahi vardı elinde yazıcının Setterhan ve Sofya’dan bir iz, uzunca baktığı, gördüğü, göremediği…
Hayatın devamı içindi, toprağı, havası, suyu, ateşi, kökü, dalları, kolları, çiçekleri, meyvesiydi söz. Yaşıyorduk. Bunca diyar gezip bir avluya, bir gönle sığardı belki de… “Nar Ağacı.“