Lise yıllarında heyecan dolu, arayış içindeki hâlimi ancak tarih ve edebiyatın bir arada bulunduğu eserlerle mutmain kılmaya çalışıyordum. Popüler tarih kitapları çok yavan geliyor, sadece tarih anlatan eserler bir yerden sonra ya şovenizme kayıyor ya da kronolojiden başka bir şey ifade etmiyor, edebî eserler de bayağılaşıyordu. Sonra "Kapı" diye bir kitaba uzandı elim. Şatafattan uzak bir kitap kapağı, sade bir isim, pek tanınmayan bir müellif... İncelemek için elime aldığım kitabı ayakta okumaya başlamıştım. Daha ilk sayfada etkilenmiştim. Sandalyeyi çekip oturuşumu ve tabiri caizse kitaba gömülüşümü hiç unutamıyorum. Sanki 11. yüzyıldaki konuşmaları duyuyor, Tuğrul ve Çağrı Bey'in dört nala at sürüşünü bir tepenin üstünde izliyor gibiydim. Kitabı hızlıca ama sindire sindire, hatta bazı yerleri defaatle okuyarak bitirdim ve pek çok okuyucu gibi ben de müellifin "Dünki Türkiye Dizisi"nin hararetli bir okuyucusu oldum. Böylece bazı akranlarıma göre erken ama genel olarak geç tanıştığım bir isim olmuştu Mustafa Necati Sepetçioğlu.
“Çağımızın Dede Korkut'u” deniliyordu Mustafa Necati Sepetçioğlu'na sürekli. Her ne kadar ilk okuyuşumda eserlerine hayran olsam da, kendisiyle ve kitaplarıyla ilk tanıştığım zamanlarda çok itimat edememiştim bu benzetmeye. "Türk'ün Türk'e propagandası" diye düşünüyordum. Ama O'nun kitaplarını okumaya devam ettikçe, hakkında söylenenleri duydukça, röportajlarını takip ettikçe, konuşmalarını dinledikçe mezkur tabiri ben de kullanmaya başladım. Hatta şu an bile Dede Korkut deyince zihnimde Mustafa Necati Sepetçioğlu'nu andıran bir yüz belirir. Ak sakallarıyla, bilgece görüntüsüyle, vakur ama mütevazı duruşuyla, belki sert ve tavizsiz fikirlerinin yanında tatlı ve babacan bir edâ ile nevi şahsına münhasır bir er kişidir benim için O.
Elini öpmeye özlem duyduğum bir dedem Hakka yürümüştü
Merhum Durmuş Hocaoğlu'nun da yazdığı Yeniçağ Gazetesi'nde yazmaya başlamıştı Sepetçioğlu. Yazmaya bir müddet ara verdikten sonra tekrar eline almıştı kalemi fakat sitemkardı. Haklı bir "Neden, niçin yazayım ki?!" sitemiyle birlikte "İşte bunlar için yazıyorum!" diyerek inancımızı, değerlerimizi, kırmızı çizgilerimizi sıralıyordu. Yıllarca mücadele eden ve inandığı doğruları anlatan bu insanın anlattıklarının, etrafında ve ülkesinde pek yankı bulmaması belki de bu aksakalı haklı bir isyana sürüklemişti. Sepetçioğlu'nun gazete yazılarını uzun yıllar takip edemedim çünkü 1932'de, kendi ifadelerine göre 1930’da başlayan dünya hayatı 9 Temmuz 2006'da sona ermişti. Vefat ettiğini öğrendiğimde elbette ki çok üzülmüştüm. Ama sevdiğimiz, değerli herhangi bir yazarın ölümünden daha başka bir üzüntüydü bu. Sepetçioğlu’nu okurken torunlarına cenk hikayeleri, iyilerin kötülere galebe çaldığı masalları, yaşadığı büyük maceraları anlatan bir dedeyi dinlerdim, dinlerim hep. Bu yüzdendir ki sanki hiç görmediğim, elini öpmeye özlem duyduğum bir dedem Hakka yürümüştü.
O tarihlerde liseden mezun olmuştum. Kapı ile başlayan nehir romanları bitirmemiştim henüz. Üniversite yıllarımda da kitapları okumaya devam ettim. Öylesine bağlanmıştım ki Dünki Türkiye Serisi’ne, etrafımda kitapları okuyanlarla sanki bir film izler gibi kitapların, konuların, karakterlerin üzerine sohbet ediyorduk. Bir milletin temelini oluşturan değerleri okumakla kalmayıp o değerlerle yoğruluyorduk. Kitaptaki karakterlerin ağzından konuşuyordu Mustafa Necati Sepetçioğlu. Ya da bir başka deyişle bir ümmet, bir millet kitaplardaki rafine karakterlerin ağzından konuşuyordu. Bu yüzdendir ki okuduğum her kitabında pek çok cümlenin altı çizilidir; defterimde, bilgisayarımda kitaplardan alıntılanan pek çok pasaj bulunmaktadır.
Babalarımızın tavan arasındaki kitaplarının arasında onun eserleri de var
Medar-ı mâişeti için memur olur Sepetçioğlu. Pek çok kurumda görev alır, müdürlük yapar. Bir yandan da koskoca bir külliyat oluşturacak kadar yazı yazar. Teknik ve dil açısından harika romanlar, ödüllü tiyatrolar ortaya koyar. Son devirlerde görülen en velûd yazardır belki de Mustafa Necati Sepetçioğlu.
Akıllarda klasikleşmiş bir isyan cümlesi belirirse; “başka bir ülkede olsa el üstünde tutulacak” bu muhteşem yazar elbette ki pek çok usta yazar gibi edebiyat, kültür-sanat dünyasındaki “sol” tahakküm sebebiyle ambargoluydu, görmezden gelindi. “Başka bir ülkede olsa” eserlerinin konuları tarihe gömülemeyecek kadar bol olmazdı diye düşünebilirsek de, böylesine bir yetenek sahibi olan usta yazar nevzuhur yapay bir devlet ya da millete dair bile pek çok kült eser ortaya koyabilirdi diye düşünüyorum. Çeşitli ideolojilerden pek çok insanın daha ortaokul yıllarında Sepetçioğlu’nu okumasına ve babalarımızın, amcalarımızın tavan arasındaki kitaplarının arasından bu yazarın eserlerinin çıkmasına şaşırmamak gerek.
Destanlarımızı, tarihimizi, velayet sahiplerini, hikâyelerimizi aslını yaşatarak güncelleyip ihtiyacımız olan aktarımı sağlayan Mustafa Necati Sepetçioğlu, kendisini tanıyanlar tarafından hak ettiği takdiri hep toplamıştı. Umarız Karacaahmet Mezarlığı’nda yatan Çağımızın Dede Korkutu’ndan beslenen nice yeni Dede Korkutlar doğar. Umarız konularını tarihten ve edebiyattan alan dizi ve film furyasının estiği şu son yıllarda Sepetçioğlu’nun eserleri de sinemaya aktarılıp kitlelere duyurulur.
Kumral Dede: “Gelen gitmez mi? İki kapılı bir han birinden girilir ötekinden çıkılır. Gelen gitmek için gelir.”
Osman Bey: “Sen de mi? Sırayla mı bu?”
Kumral Dede: “Sesini beğenmedim Osman Oğulum. Ben de, başkası da. Benim başkalarından ne ayrıcalığım var? Sıra dedin..sırası yoktur bu işin. Öğseğisini bulan, ocağını tutuşturup yakan gider.”
Osman Bey: “Ya öğseğisini bulamayan? Ocağını tutuşturamayan, yakamayan!”
Kumral Dede: “Ölüm onlar içindir. Biz bizi düşünelim.”
(Çatı)
Ömer Yüceller yazdı