‘Emperyalizm’ kavramının ‘Avrupa’yı tartışmaya konu etmeksizin tartışılması ve anlaşılması mümkün değildir hiç şüphesiz. Çünkü bu nosyon Avrupa’nın tarihsel tecrübesinin bir hasılası, toplumsal olarak geçmişinin en büyük mirasıdır; demokrasi gibi bir mirası... Ve bu mirası besleyen en büyük damar, emperyalist sömürüye maruz kalan insanlardan da öğrendiğimiz gibi, misyoner Hristiyanlık’tır. Zavallı bir Afrikalı’nın da dediği gibi: “Onlar geldiklerinde ellerinde İncilleri, bizim elimizde bereketli toprağımız/tabiatımız vardı. Fakat bir zaman sonra baktık ki onların ellerinde bizim bereketli topraklarımız/tabiatımız, bizim elimizde ise sadece onların incili var!”
İngiltere en büyük sömürüyü nerede yaptı?
19. yy ile 20. yüzyılın ilk yarısında “toprakları üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” olarak tavsif edilen İngiltere, en büyük sömürüsünü Hint alt kıtasında yapıyordu. Batılıların o örnek vermekten şehevî haz aldıkları “sivil itaatsizlik”in ilk yapıldığı yerlerden olan Hindistan o gün için Büyük(!) Britanya’nın bir vilayeti hükmünde idi. Aynen bugün Irak’ın, Afganistan’ın küresel emperyalist ABD’nin vilayeti olduğu gibi. Bugün bile alt kıtada resmî dillerin genellikle yerel dillerin yanında İngilizce olması buna gösterilebilecek en basit kanıt.
İngilizlerin, sayıları bine ulaşan medreseleri vardı
Emperyalist haçlı İngilizler Hindistan’ı sömürge altında tutarken en çok müslümanların ayaklanmasından ve diğer insanları da kendileri gibi direnişe çağırmasından çekiniyorlardı. Bunu önlemek için, yani müslümanların zulme karşı sessiz kalmalarını sağlamak için bine yakın medrese kurmuşlardı. Evet, sayıları bine ulaşan medreseler…
Mezkûr medreselerde verilen eğitim müslümanları sekülerleştirmek, ilerleyen zamanda ise hristiyanlaştırmak amacıyla kurulmuş bulunmaktaydı. Tabii bunun bilincinde olan ulemanın verdiği mücadele hem bu truva medreselerine karşı halkı bilinçlendirmiş hem de hristiyan yayılmacılığa karşı muhkem bir direniş odağı olmuştur. Bu direniş en çok da halka açık fikrî/kelamî münazaralara konu olmuştur.
Tam iki ay mektuplar üzerinden süren münazara
Rahmetullah el-Hindî, Hindistan’da 19. yy’ın ikinci yarısında hristiyan dünyaya karşı hem İslam’ın hakikatini savunmuş hem de muharref Hristiyanlık’ın birçok çıkmazını hristiyanlara göstermeye çalışmıştır. Kutsal Kitaba İlahi Çağrı adıyla Türkçe’ye tercüme dilen “İzhar’ul Hakk” kitabı, bu münazaralardan en uzun ve en önemlisinin hâsılası olarak yazılmıştır. İngiliz misyoner papazı olan Pfander ile yaptığı münazaralardan oluşuyor kitap. Tartışma 1854 Mart’ında başlayıp iki ay sürmüş. Mütercim bu konuyu şöyle anlatıyor: “El-Hindî, Pfander’le münazara yapmak için ona dokuz tane mektup gönderdi. Bu mektupların yazışma tarihi, miladî 1854 yılının Mart ayında başlayıp, Nisan ayında sonuçlandı. Münazara beş konuda kararlaştırıldı. Bu konular şöyleydi: 1-Tevrat ile İncil’in bozulduğu (tahrif); 2-Tevrat ile İncil’in hükümsüzlüğü (nesih); 3-Üç Tanrı inancı (trinite); 4-Kur’an’ın Allah sözü olduğu; 5-Muhammed’in peygamberliğini ispat.
Münazara, miladî 1854 Nisan’ının (10–11) pazartesi ve salı günlerinin sabahında gerçekleştirilecekti. Münazara ilk iki konuda kararlaştırıldı. French, Pfander’e; Vezirhan da el-Hindî’ye yardımcı idiler. Sözü edilen münazara Ekberâbad’ta (Agra), Abdulmesih Mahallesi’nde başlayacaktı. Nitekim belirtilen tarih ve yerde münazara başladı. Bu münazaraya müslüman ve Hindu liderleriyle İngiliz hâkimleri ve değişik kesimden yetkililer ve çeşitli dinlerin bilginleri katıldı. Es-seyyid Abdullah el-Ekberâbadi ile Veziruddin b.Şerefuddin, hazır bulundukları münazara oturumlarını zabıtlara geçirdiler. Gerçekleştirilen bu münazaraya ‘el-Münazarât’ül Kübrâ’ (en büyük münazara) denildi.
Pfander ile French bu ilk oturumlarında tahrif ve nesih olaylarını kabullenmek zorunda kaldılar. Böylece diğer konulardaki münazaraya katılmaktan çekindiler. El-Hindî’nin zaferiyle gerçekleşen münazara İngiliz hükümetine ağır geldi. Onlar el-Hindî’nin mallarına el koydular. Bu münazaranın sonucunda, irtidat eden üç yüz bine yakın kişi, yeniden İslam’a girdi. Bu olaydan sonra el-Hindî, Mekke’ye hicret etmek zorunda kaldı.”
Papaz tahrifi kabul ediyor
Rahmetullah el-Hindî’ye cevap veremeyen misyoner papaz, münazaranın sonunda İncil’in tahrif edildiğini kabul etmek zorunda kalır. Bunun, sadece papaz ve el-Hindî arasında yapılan bir tartışmadan öte, halka açık ve isteyen âlimlerin de dâhil olabileceği bir münazara olduğu düşünülürse önemi daha iyi anlaşılır. Halkın önünde muharref Hristiyanlık’ın zelilliğinin yine bir misyoner papaz tarafından kabul edilmesidir önemli olan.
Kitabın müterciminin dediği gibi; “Bu kitap, yazıldığı günden şu zamana dek bu konuda birinci kaynak olarak gösterildi. Üstelik hristiyan dünyasının korkulu rüyası haline geldi. Öyle ki onlar, bu kitabı yayın evlerinden para gücüyle satın alıp imha ettiler. Hatta bu kitap yayınlandıktan sonra, o dönemin The Times gazetesi şöyle bir açıklama yaptı: ‘Bu kitap müslümanlarda bulundukça onlar hristiyanlaşmayacaklardır.’”
Halife Türkçe’ye çevrilmesini istedi
Kitap yayınlandıktan sonra payitahtta da ilim meclislerinde konuşulmaya başlandı. Halife Abdulmecid tarafından Türkçe’ye çevrilmesi istendi. Osmanlı maarif (eğitim) bakanlığında görevli Nüzhet Efendi, eserin (Arapça olan baskısından) birinci cildini; Ömer Fehmi Ankaravî de ikinci cildini Osmanlı Türkçesi’ne aktardılar, fakat bu çevirilerde birçok hata mevcut. Daha sonraları sultan II. Abdulhamid’in direktifleriyle de Almanca, Fransızca ve İngilizce’ye çevrildi.
Postmodern felsefeye aykırı bu kitap
Hiçbir mutlak doğruyu tanımayan, en azından mutlak doğruları olanlara ‘bu sizde kalsın, başkalarına dayatmayın/anlatmayın ki onlar da size anlatmasın/dayatmasın’ zırvasını okuyanlar için biraz zor bir kitap. Hele postmodern felsefe ile neoliberalizmin zafer ilan ettiği günden beri duymak zorunda kaldığımız ‘diyalog’ teranelerinden sonra cidden ağır bir kitap.
Kaldı ki insanın olduğu her yerde her zaman bir diyaloğun olduğunu unutanların üzerinde düşünmedikleri şeyden bahsediyor kitap biraz da: Karşıdaki/öteki ile kurulan ilişkinin hukuku. Ve ayrıca her nedense kardeş oldukları müslümanların bazılarına –gavurlar onlara ‘radikal’ diyor- karşı hiçbir zaman diyaloğu ve hoşgörülü olmayı denememişlerin gavura karşı bu kadar heyecanlı olması da çok ilginç.
Postmodern felsefeye ve yaklaşıma aykırı olan bu değerli kitabı Abdulhadi Sıddık tercüme etmiş. Faran Yayıncılık’tan iki cilt halinde çıkan kitabı, yayınevinin kapatılmış olmasına rağmen, piyasada arayınca bulmak mümkün.
Erdal Kurgan radikallerle(!) diyalog halinde yazdı