Suya kanan belde: Kemaliye

                                           

İnsan yerleşimleri suyun izini sürer. Hayatın kaynağı olan su, şehirlerin ortaya çıkmasında hep belirleyici bir rol oynamıştır. Ama öyle yerler vardır ki suyun izini sürmenin ötesinde baştan ayağa su kesilmiştir. İşte Kemaliye, ülkemizde bunun en güzel örneği olacak bir ilçemiz.  Bağlı olduğu Erzincan ilimize 144   km uzaklıkta. Fırat’ın iki büyük kolundan biri olan Karasu Vadisi’nde, Karasu’nun yalçın dağları bitimsiz bir azimle yararak oluşturduğu Karanlık kanyonu aşıp felaha kavuştuğu noktada kurulmuş. Eğimli araziye büyük bir maharetle oturtulmuş geleneksel evleri, Karasu’nun zümrüt gibi rengini keyifle izliyor. Kasabanın ortasında, ismi de Orta Cami olan tarihi caminin hemen yanından “Kadı Gölü” suyu adı verilen muhteşem bir su kaynağı kayalar arasından gün yüzüne çıkıyor ve bütün kasabaya hayat veriyor. Ama ne su… Çıktığı noktada küçük bir gölcük oluşturan bu coşkun su, taşların üstünden hoplaya zıplaya adeta bir şelale edasıyla aşağı doğru akıyor. Eskilerin deyimiyle tam da “mübarek” denecek güzellikte bir su. Arazi eğimine uygun olarak oluşmuş sokaklara arklar vasıtasıyla dağılıyor. Kasabanın hemen her yerinde bir su şırıltısı hayatın akışına harmanlanıyor. Burada 900 civarı rakımda oluşmuş bir ekosistemle birçok tür meyvenin yetişebildiği cennet gibi bir doğal ortamda, insan eli ile ama adeta doğanın bir parçası gibi ustalıkla kondurulmuş o güzelim ahşap konaklarla, ölçeği mütevazi olsa da ruhaniyeti yüksek camilerin hareket kattığı pitoresk bir tablo ortaya çıkmış. Cepheleri ahşap kaplama asırlık konakların bahçelerinde, ceviz ve dut ağaçlarının koyu gölgesinde hayatın Kadı Gölü suyu ile birlikte bir masal edasıyla aktığı cennetten bir parça oluşmuş burada. Muhteşem, görülesi, yaşanılası bir yer; Kemaliye.

Eski adı Eğin’miş. Bu isme aşinalığım çok eskilere, çocukluğuma dayanıyor. Rahmetli annem zaman zaman, “Anne beni ararsan Eğin Gölü’nde ara” diye biten hüzünlü bir türkü mırıldanır ve bu türkünün gölde boğulan bir çocuğun hatırasına yakıldığını anlatırdı. Kemaliye’yi görünce mevzu bahis yer Kadı Gölü’nün çıktığı noktadaki küçük gölcük mü, yoksa aşağıda Karasu’nun zamanında oluşturmuş olabileceği bir gölcük mü bilemedim… O türkünün hafızamda yer etmiş tınısı nedeniyle zannederim, Eğin adı bendenizde hep hafif hüzünlü bir duygu uyandırmıştır. Eğin’i dünya gözüyle görünce bu duygunun nedenini daha iyi anladım. Çevresindeki il merkezlerinin hiçbirine pek de yakın olmayan Eğin, Cumhuriyet döneminde sık sık vilayet değiştirmiş. Önce Elazığ’a sonra Malatya’ya en sonunda da Erzincan’a bağlanmış. Hatta Apçağa Köyü’nde Ahmet Kutsi Tecer anısına düzenlenmiş müze-evi gezerken görevli personel bu durumu biraz da mizahi bir üslupla özetledi. “Benim üç amcam var, biri Malatyalı, biri Elazığlı, biri Erzincanlı, Ama aslında üçü de buralı.” deyiverdi.  Zor geçit veren dağların arasında bu eşsiz coğrafya, çok uzun yıllar boyunca ulaşım açısından sıkıntı çekmiş. Bu durum, bir anlamda kendine has özel bir kültür oluşmasına neden olurken bir yandan da geçim sıkıntısı ile gurbete gidenler için ulaşılması zor ve meşakkatli memleketin hasreti, beri yandan Eğin’de onları bekleyenlerin hicranıyla yoğrulmuş. İnsanın böyle güzel bir memleketi olup da ona hasret kalması, sinesinde büyüyen bir hüzün yumağı taşıması için yeter de artar bir sebep bence.

Şehrin üst kesimlerinde “Mani Yolu” adı verilen bir düzenleme yapmışlar. Bu yolda yürüyerek hem vadi manzarasını izliyor hem de Eğin halkının gönül yangınını anlatan birbirinden güzel onlarca maniyi okuyabiliyorsunuz.

“Yarim kemer takmış ince beline

Gurbetin yolunu almış eline

Yazık şu Eğin’in gelinlerine

Bakarlar gençlikte gurbet yoluna”

……..

“Fırat kenarında ayık değilim

Senden ayrıları ayık değilim

Herkes sevdiğine neler gönderir

Bir kuru selama layık değilim”

Mani Yolu’nun sonunda, Şahin Tepesi mevkiinde keyifli bir Eğin manzarası sizi bekliyor.

Çelebi Mehmet döneminde Osmanlı topraklarına katılan Eğin, Sivas Eyaleti’nin Arapgir Sancağı’na bağlı bir kadılık olarak yönetiliyormuş. Yavuz Sultan Selim zamanında Kafkasya’dan göçen aileler Eğin’e yerleştirilmiş ve et kethüdalığı, Eğin’e verilmişti. IV. Murat devrinde buna odun-kömür kethüdalığı da eklenmiştir. O dönemde ticari hayatın oldukça canlı olduğu şehirde, özellikle pamuklu-ipekli dokumaların bolca üretildiği biliniyor. Tanzimat’tan sonra ne yazık ki bu sanayi çökmüş ve Eğinliler gurbete gitmekten başka çare bulamamışlardır. Eğin ve çevre halkı Amerika’ya kadar uzanan gurbetçilikle, hamallıktan sarraflığa kadar çeşitlenen işler yapmışlar. Tuttukları işlerde epeyce başarılı da olmuşlar. Kemaliye bugün şehir dışında yaşıyor olsalar da çok sayıda önemli isim ve bilim insanı yetiştirmiş olmakla haklı olarak övünen bir ilçemiz.

İsim değişikliğinin hikayesine gelirsek 1921 yılında Yunan ordularının Ankara yakınlarına kadar sokulduğu kara günlerde burada da bir Misak-ı Milli derneği kurulmuş.  Eğinliler, Ankara’ya telgraf çekerek Mustafa Kemal Paşa’ya bağlılıklarını, asker ve silah gönderme isteklerini bildirilmişler ve bu bağlılığın göstergesi olarak “Eğin” isminin “Kemaliye” olarak değiştirilmesini talep etmişler. Mecliste yoğun tartışmaların olduğu bir ortamda Eğin halkının bu desteği önemli bir moral değer oluşturmuş. Mustafa Kemal Paşa cevabi bir teşekkür telgrafı çekmiş ve “Eğin” isminin Kemaliye olarak değiştirildiğini bildirmiş.

1986’da büyük bir yangınla şehrin çarşısı yok olmuş. 1999’dan itibaren Çekül Vakfı Başkanı Prof. Metin Sözen’in önderliği ve İstanbul’da yaşayan Kemaliyelilerin desteğiyle Kemaliye’deki özgün mimari dokunun korunup yaşatılması amacıyla adeta bir seferberlik başlatılmış. Bugün gelinen noktada, bir turizm kentine dönüşerek bunu büyük ölçüde başarmış görünüyor. Yanı başındaki Karanlık kanyonun cazibesiyle doğaseverlerin ve ekstrem spor tutkunlarının da ilgisini çeken ilçe, özellikle bu sporlarla uğraşanlar için dünyaca tanınır hâle gelmiş.

Kemaliye’de restore edilmiş tipik bir konak olan; Eğin Konağı isimli otelde konakladık. Yol tarafından 2 katlı görünen yapı bahçe tarafından dört kata ulaşıyordu. Orijinal hâlinde alt katları hizmet mekânları, üst katları yaşama alanlarına ayrılmış bu güzel konak; özenli restorasyonu, divanhanesi, ulu bir ceviz ağacının gölgesinde sevimli bir havuzun Kadı Gölü suyuyla ferahlattığı bahçesi ve şahane kahvaltılarıyla hafızamızda yer etti.  Kadı Gölü suyunun hemen yanında yer alan eski medrese bir lokanta olarak düzenlenmiş. Eskiden talebelerin ilim öğrendiği hücrelerde ahşap sofraların etrafındaki sedirlere oturarak yöresel yemeklerin tadına bakabiliyorsunuz.  Altında da lökhane yer alıyor. Lök, Kemaliye’ye has ceviz ve kurutulmuş dutun uzun süre dövülmesiyle elde edilen bir tatlı. Lökhane de bu tatlının üretildiği, tadına bakıp yöresel ürünlerden alabileceğiniz bir dükkân olarak düzenlenmiş. Karşısında eski bir değirmen yer alıyor. Birbirinden güzel ahşap konaklar ve taş döşeli sokaklardan geçerek kentin çarşısına iniyoruz. Kemaliye’nin kapı tokmakları çok ünlü. Bu sanatın son temsilcisi Demircioğlu ailesi, geleneksel yöntemlerle her biri bir sanat eseri olan kapı tokmaklarını üretmeye devam ediyorlar. Buradan Kemaliye hatırası olarak bir kapı tokmağı aldık.

Çarşı meydanı, geleneksel şehirlerimizde rastlanmayan ölçüde geniş. Bu geniş alan, yangın sonucu tarihi çarşının yok olması sonucu ortaya çıktı diye düşünüyoruz. Meydanın etrafını belediye tarafından yaptırılmış bir örnek dükkanlar çeviriyor. Kemaliye’nin bir Etnografya Müzesi var. Eskiden burada hatırı sayılır bir Ermeni nüfusu da bulunuyormuş. Eski kilise, müze olarak düzenlenmiş. Fakat ne yazık ki tanzim teşhir çalışmaları nedeniyle müze ziyarete kapalıydı. Kiliseyi dışarıdan görmekle yetinmek zorunda kaldık.

Önce Karanlık Kanyonu nehir üzerinden teknelerle keşfedelim diye düşündük.  Kemaliye’nin İliç istikametindeki çıkışında tekne turu yapan işletmeler var. Onlardan biriyle Karasu’nun eşsiz renkli suları üzerinde karanlık kanyonun yer yer 400-500 metreye ulaşan heybetli kayalıklarını izlediğimiz keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Yolculuğun sonunda, işletmenin kafesinde oturarak Kemaliye’nin çelik köprüsü ve Karasu manzarasını izleyerek içtiğimiz çayla yorgunluğumuzu atıyor ve günü batırıyoruz.

Akşamı, eskiden ortaokul olan “Taş Mektep” binasında düzenlenmiş Kültür Kafe’de geçirdik. Atatürk Kültür Merkezi olarak hizmet veren yapının alt katı çeşitli eğitim kültür faaliyetleri için kullanılırken üst katı, otantik dekorasyonu ile adeta bir müze- kafe olmuş güzel bir yerdi. Sevimli bahçesi özellikle yaz akşamları içim ferah ve keyifli bir ortam sunuyor. Yöreye ait ünlü reyhan şerbetini burada denedik ve gayet memnun kaldık.

Ertesi gün önce Meslek Yüksek Okulu bünyesinde yer alan Prof. Ali Demirsoy Doğa Tarihi Müzesi’ni geziyoruz. Küçük bir ilçe için şaşırtıcı ölçüde zengin bir koleksiyona ev sahipliği yapan güzel bir müzeyle karşılaşıyoruz. Ardından kanyonu bir de üstten keşfetmeye karar veriyoruz. Kemaliye’yi Ankara -İstanbul gibi merkezlere bağlamak ve yaklaşık 200 km kadar yolun kısalmasına imkân sağlamak amacıyla yapımına ta geçen yüzyılda başlanmış olan bir yol var. Kanyonu takip eden bu yol “Kemaliyeliler Taş Yolu” adını taşıyor. Yapımı tam 130 yıl sürmüş. Müthiş bir emek ve azimle o çetin coğrafyanın kayaları oyularak tüneller yapılmış. En son rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu döneminde tamamlanan bu yol, Divriği’yi Kemaliye’ye bağlıyor ve şu anda turistik amaçla safarilerin yapıldığı bir yol olarak kullanılıyor. Üstü açık kamyonetle yapılan bu safarilerden birine katılıyoruz. Kanyonu üstten geçerek izlemenin keyfi çok başkaymış gerçekten. O çıplak kayaların zümrüt rengi Karasuyla oluşturduğu tezat, daracık toprak yolun açıldığı uçurumların insanda oluşturduğu heyecan birbirini izleyen ham tüneller, yer yer manzaraya açılan karanlık galeriler ile bu kanyon yolculuğu, Kemaliye seyahatimizin en unutulmaz kısmını oluşturdu, diyebiliriz. Sanki kamyonuyla yek vücut olmuş, işini severek yaptığı belli olan kaptanımız Metin Abi’ye tekrar teşekkürler.

Safarinin ardından Karasu’nun akış istikametinde ilerleyerek Apçaağa Köyü’ne gidiyoruz. Burası, tipik özellikleri bütünüyle korunmuş bir köy. Özellikle muhteşem konaklarıyla meşhurmuş. Camii, şadırvanı ulu ağaç gölgesinde köy meydanı, ahşap kerevetlerde hasbihal eden köylüleriyle sıcacık, sempatik bir köy burası. Ahmet Kutsi Tecer’in baba toprağı burasıymış. Ünlü şair’in “Orda bir köy var uzakta” şiirini, bu köy için yazdığı söyleniyor. Adına yapılmış bir müze evi ziyaret ediyor ve köyün tepesindeki Kayabaşı Kır Kahvesi’ne çıkarak enfes vadi manzarasını izliyoruz.  Aşağıda Karasu bir dirsek yapıyor ve bulunduğumuz nokta hem Kemaliye yönünde hem de aksi istikamette vadiyi çepeçevre gören kartal yuvası gibi bir konuma sahip.

Köyden çıkınca ana yoldan ayrılıp vadiye doğru inen tali yollara sapıyoruz. Civarda uzaktan görülen köylerin hepsi birbirinden güzel. Kıvrılıp bükülerek inen yollar köyleri farklı açılardan keyifle izlemeye imkân veren tablolar sunuyor. Vadi tabanına ulaştıktan sonra karşımıza çıkan bir kır lokantasında yemek molası veriyoruz. Kamp yapmaya da imkan tanıyan bu mekân biraz salaş hatta bakımsız görünse de personelin nezaketi ve ızgaralarının lezzeti, memnun ayrılmamıza yetiyor.

Ertesi sabah güzel Kemaliye’den ayrılma vakti geliyor. Geldiğimiz yön olan İliç istikametinin zıttı olan Arapkir istikametinden Kemaliye’ye tekrar görüşmek dileğiyle veda etsek de Karasu, bize uzunca bir zaman eşlik ediyor. Yolumuzun üzerinde, rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü’nde fotoğraf molası veriyor ve Anadolu Aleviliğinin önemli merkezlerinden biri olan Ocak Köyü’ne uğrak yapıyoruz. Hıdır Abdal Sultan’ın türbesi, karadut ağacı ve tarihi çeşmesi ile asırlardan günümüze ulaşmış. Çok sayıda ziyaretçiyi ağırlayan köye; müze, kütüphane hatta helikopter pisti bile yapılmış.

Buradan sonra coğrafya değişiyor. Doğu Anadolu’nun dağlık arazisi yerini daha düz ve kolay bir yapıya bırakıyor. Arapkir’e vardığımızda Millet Hanı’nı görmeden geçmek istemiyoruz. İki katlı tipik bir şehir hanı olan Millet Hanı şu anda bir otel olarak hizmet veriyor. Üstü şeffaf örtü sistemi ile kapatılmış, iç avlusundaki kafe de soluklanıp ünlü reyhan şerbetinin tadına bakıyoruz. Millet Hanı, karşısındaki Liva Paşa Camii ve hamamı ile geçmişin şaşaalı günlerinden kalan bir şehir dokusu oluşturuyor bu bölgede. Bilhassa camii, taş duvarları büyük pencereleri ve aydınlık harimi, ahşap sütunlarla taşınan son cemaat yeriyle kendi devrinin güzel ve ağırbaşlı bir örneği olarak bizi bahtiyar ediyor. Bundan sonraki son durağımız da yine yolumuzun üstünde olan Divriği oluyor. Taş sanatının akıllara durgunluk veren eseri Ulu Camii ve Darüşşifayı dünya gözüyle tekrar görmek istiyoruz. 5-6 yıl önce restorasyona girmeden evvel bu muhteşem eseri ziyaret etmek nasip olmuştu. Şu sıralar restorasyon devam etse de yapının çevresinde ziyaretçiler için bir koridor oluşturulmuş ve muhteşem kapılarını 3-5 metre uzaktan izlemeye izin veriliyor. Burada bir yarım saat kalıp gözlerimize ve gönlümüze bir ziyafet çektikten sonra Divriği’nin konaklarla dolu mahallelerine ilerleyip yöresel yemeklerin tadına bakacağımız bir konak bahçesinde kısa ama dolu dolu bir seyahati daha tatlı anılarla noktalıyoruz.

Anadolu’muzun her köşesi görülmeye değer güzelliklerle dolu. Anadolu, dolu dolu…

YORUM EKLE
YORUMLAR
Rahaf
Rahaf - 2 yıl Önce

Cok güzel yazmış

Ayşe avar
Ayşe avar - 2 yıl Önce

Çok güzel anlatılmış. İnsan da hemen gidip bu yöreleri görme isteği uyandırıyor. Elinize gönlünüze sağlık.