Kartal Tibet’in 1978 yapımı “Sultan” filmi, Yeşilçam’ın ve Arzu Film’in olgunluk dönemi eserlerindendir. Sevmeyen, bilmeyen yok gibidir. Arzu Film ekolü, Ertem Eğilmez’in yapımcılık tecrübesi, senarist olarak Yavuz Turgul’un dehası ve yeteneği, Kartal Tibet’in yönetmenliği, hepsi bir arada. Ayrıca her biri Türk sinemasının devleri arasında olan olağanüstü oyuncularıyla, film değil de sanki yaşayan bir organizma gibidir “Sultan.” Yine; ele aldığı göç ve gecekondu olgusu, kadın-erkek ilişkileri, arabesk-kültür gibi toplumsal meselelere dair söyledikleriyle de tarihe not düşmüş filmlerdendir. Dolayısıyla üzerine çok şey söylenebilecek, çok geniş açılardan ele alınabilecek, son derece zengin malzemeye sahip bir film. Yeri geldikçe hepsine değinmeye çalışacağım ama en çokta kadının göç karşısındaki adaptasyon serüveninin nasıl anlatıldığına bakmak istiyorum...
1940’larda başlayıp, 50’lerde yoğunlaşan büyük iç göçün sonuçlarından biriydi gecekondulaşma. Anadolu insanının “taşı toprağı altındır” diye düşünerek geldiği İstanbul’da, en önemli sorunlarından biri, barınma olarak baş göstermişti. Büyük şehirde bu kadar insana yetecek kadar konut yoktu. Altyapısı olmasa da, konfor sıfıra yakın olsa da, başlarını sokacak birer ev yapıverdiler şehrin kenarına. Köy kültürünü şehir hayatına eklemlerken, kadim kodlarını da tamamen terk etmediler. Birbirine yakın, bağırsan duyulacak kadar iç içe evlerde yaşadılar. Köydeki alışkanlıklarının devamı sayılabilecek imeceler, yardımlaşmalar, sıcak komşuluk ilişkileri ve görece taassup, bir miktar form değiştirse de sürdü. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filminden başlayarak, göç ve gecekondu olgusu üzerine birçok film yapıldı. Çoğunlukla da savrulma ve acı sonla bitti hepsi. Sultan filmindeki gibi evlerinden atılsalar bile umutla biten ve aşıkların kavuştuğu finaller pek yoktu, Sultan filmi belki de ilk örnekti bu manada…
Film sanki yaşayan bir organizma
Filmi bilenler açısından, bir bütünlük arz etmesi için başından sonuna adım adım ilerlemek istiyorum. Film daha jenerikte, kitabın önsözü misali bir özet geçer bizlere. Dört çocuğuyla beraber, onların yaramazlıkları arasında, tek başına ev işleriyle uğraşan Sultan’la ilgili, yeterince fikir sahibi oluruz. Her türlü konfordan uzak bir virane olan evinde, çamaşır yıkamaktan, yemek yapmaya, her şey ağır işçiliğe dönüştüğü halde, bunlara ek olarak bir de gündelikçilik yapmaktadır. Orada da şehirli kadınla arasındaki uçurumu görürüz. Yaptığı işi beğenmeyen hanımına posta koyar, hakkını savunabilmek için hep sert olması gerekmiştir çünkü. Bu hayatta tek başına var olabilmek için adeta erkekleşmiş, hayata olan öfkesini, çocukları da dahil karşısına çıkan herkesten çıkarmaktadır. Ayrıca mahallenin çapkını Kemal’i, onun Sultan’a olan ilgisini, yine Sultan’a hayran olan bakkal Bahtiyar’ı da tanırız jenerikte. Kırmızı minibüsten bahsetmemek olmaz, rengiyle ve oynadığı rolle, adeta kişileşir minibüs. Müzik için de aynı şeyi söyleyebiliriz rahatlıkla, hem hüznü hem de neşeyi derinden hissettirir bize. Film için “yaşayan bir organizma” deyişim bu yüzden, her şeyiyle olması gerektiği gibi sanki. Sanki tek bir şey bile başka türlü olsa olmayacakmış gibi.
Kırmızı minibüsün kapısı üstündeki rüzgârlıkta “varlığım yeter” yazmaktadır, bunu hâl diliyle Kemal söylemektedir kuşkusuz. Erkeğin varlığı(!) yetmektedir elbette bu kültürde; herhangi bir şey için fazladan çaba göstermesine gerek yoktur. Ardından film başlıyor, sisler içinde görüyoruz şehri, sis çok şey anlatıyor bize. Bu şehir hem çok fazla bilinmezi ve sırrı saklıyor bağrında diyor; hem de gecekondu mahallesindeki insanlara kapalı ve uzak bir hayali… Buradaki insanlar, özellikle de kadınlar için muammadır şehir; sadece işe giderken çıkarlar mahallelerinden, belki yirmi yıl sonra hâlâ İstanbul’u İstanbul yapan yerleri görmemiş olacaklardır. Zaten köyde de kalsalar, şehre belki sadece evlenirken, çarşı vesilesiyle gideceklerdi; köyleri onların küçük dünyası olacaktı, tıpkı şimdi gecekondu mahallesinin olduğu gibi. Kemal sadece çapkınlık olarak gördüğü kadınlardan birinin, Asiye’nin evinden çıkıyor, mahalleli de bunu biliyor ve hoş karşılıyor. Burada “erkeğin elinin kiri” mantığına gönderme yapılsa da; hiçbir mahalle ortamında böylesi bir durum bu kadar hoş karşılanmaz, filmin inandırıcılık noktasında birkaç kusurundan biri diyebiliriz buna. Ne var ki bu kusurlar filmin bütünlüğü ve ustalığı içinde eriyip gidiyor, “o kadar kusur kadı kızında da olur” dedirtiyor.
Kahramanları hayatın içinde tanımaya devam ediyoruz, Kemal ve Muavini Apo’nun, yer silen kadına bakarkenki diyalogu az da olsa bir otokontrol duygusu veriyor. Ya da bu bakışı muavine değil kendine hak olarak görüyor Kemal…Jenerikte zaten belli olmuştu Sultan’ın yalnız olduğu, Hikmet Hanımla bahçeye giren horoz kavgasında netleşir. Hikmet Hanım, “kocanı da sen öldürmüşsündür” diyerek hem bunu açık eder, hem de Sultan’ı suçlu ilan eder. Anadolu’da klasiktir, bir erkek öldüğünde eğer evliyse kabahat bir şekilde karısına yıkılır. Hastalıktan öldüyse, karısı hasta etmiştir, kaza ile öldüyse karısına kızgın olduğu için dalgındır, ondan kazaya uğramıştır. Cinayete kurban gitse “Allah bilir ama kesin karısı sebep olmuştur” olur. Kusur asla ecel veya başka bir sebep olmaz, ille de karısı günah keçisi seçilir. Bu olguyu da çok güzel tespit etmiş ve tek bir cümleyle vermiş Yavuz Turgul. Bu arada görüyoruz ki; gurbete göçen muhacir kadın sılayı da getiriyor yanında. Oradaki hayatını anımsatacak bostanı ve tavukları, belliki bu şehirde tutunmasını kolaylaştıracak bir geçiş dönemi nesnesi oluyor. Kavga, mahallelinin ve bekçinin gelmesiyle son buluyor. Bekçinin tavrında, güzel kadına olan tarafgir yaklaşımı da görmüş oluyoruz, Kemal de Sultan’a olan ilgisini, Hatice Ablaya karşı da olsa dile döküyor ilk defa.
Minibüs ve çeşme başı kadınların sohbet edebildiği alanlar
Sultan işe gitmeden, evi ve çocukları hale yola koymaya çalışır. Bu sırada görürüz ki; büyük oğlu henüz okul yaşında olsa da “büyük” olması hasebiyle işe verilmiş, onun küçüğü olan oğlan okula gidiyor. Kızı da, küçük kardeşine bakmak için evde kalmış, o da okumuyor. İlk dönem muhacir ailelerde resim buydu gerçekten. Çocuklardan biri okuması için seçilir, ileride geri kalanları kurtarması için, diğerleri ise bir nevi kurban edilir. Sultan kocası olmadığı için, belki biraz da mecburen, böyle yapmak zorunda kaldı. Ancak öyle olmayanlarda da durum pek farklı değildi. Gecekondu olgusunun en büyük dramlarından biri olan soba zehirlenmesi veya yangınlarına yine tek bir cümleyle atıf yapıyor Yavuz Turgul. Az önce çocukları odunla kovalayan Sultan, şimdi onları evde yalnız bırakırken, muhtemel tehlikeler yüzünden korkarak çıkıyor evden. İşe giderken Sultan’ın arkasından çokomel isteyen oğlu üzerinden arkadaşlarıyla konuşuyorlar. Fakir semtlere reklamları yasaklanmalı…
Minibüse bindikten sonra gündelikçiliğin zorluğundan dem vururken, aslında yavaş yavaş bir değişime girdiklerini ve bilinçlendiklerini de görüyoruz. Artık onlar da sendikal hakları ve sigortası olan bir fabrika işçisi olmayı hayal ediyorlar. Melek, Kemal’in Sultan’a baktığını söyleyince Sultan, “erkek dediğin ciddi olmalı” diyerek bakış açısını belli ediyor. Yalnız ve muhacir bir kadın, muhacirlikten kurtulup kök salabilmek için karşısındaki erkekte ciddiyet ve güvenilirlik bekliyor haliyle. Minibüs ve çeşme başı kadınların sohbet edebildiği alanlar. Zaten sürekli çalışan ve normal ev işlerinden daha ağır olan işleriyle baş etmek zorunda olan kadınların, ayrıca sohbet için oturmaya zamanı yok. Minibüsler o dönemin sosyal medyası gibi adeta, birbirlerinden haber aldıkları, sohbet ettikleri, kültür alışverişi yapılan alanlar. Müzik de oradan yayılıp tanınıyor, gündemin meseleleri de…
Göç, şehrin hazmedebileceğinden daha güçlü olmaya başlayınca…
Gecekondu ve göç filmlerinin vazgeçilmez temalarından biri de gecekondu sakinlerinin evlerine göz diken, kötü niyetli(!) emlâk yada rant mafyası. Bu filmin hikâyesinde de bu mesele, omurgayı belirliyor. Köy filmlerindeki kötü kalpli ağanın yerini, burada muhtar ve işbirliği yaptığı iş adamları alıyor. Filmin bundan sonrası, artık sadece şehre uyum süreci değil, ailelerin şehrin içinde de ikinci kez muhacir olma serüvenine dönüşecek. Erkeklerin sosyal medya ağı da kahvehaneler demiştik o dönem.
Erkekler de kahvede takip ediyor gündemi, grev sonucunu, emekli maaşına zam gelip gelmediğini vesaire. Bu arada takılan lakaplarda da görüyoruz ki; tek kanallı dönemin bütün dizileri hayata büyük ölçüde yansıyor. Cevat’a, karısının adı Melek diye Charlie’nin Meleklerinden mülhem, Çarli Cevat diyorlar. Bekçi, Komiser Colombo’dan ilhamla Kolombo. Daha tam entegre olamadıkları büyük şehir ortada dururken, Amerikan dizileriyle içli dışlı olmuş durumdalar. Belki bu durum, şehre ve şehirliye benzemelerini de yavaşlatıyordur kim bilir; ya da ne köylü ne şehirli, başka bir ara forma dönüşüyorlardır… Kahvede de yine minibüsteki gibi arabesk şarkılar çalıyor. Sadece müzik değil, hayatlarındaki her şey arabesk, giyim kuşamdan, hayat tarzlarına kadar. Köyde türkü dinleyen insanlar şehre gelince, türkünün yanı sıra hatta belki daha fazla arabesk müzik dinlemeye başlıyor. Şehirde dinlenen, daha ince bir zevkin ve sanatın ürünü olan müzik türlerini, bilinçli ya da bilinçsiz dışarıda bırakıyorlar. Göç belli bir hızda yavaş yavaş gerçekleşirken, köyden gelenler de şehre adapte olur ve iyi ya da kötü bir miktar asimile olurdu. Ama göç, şehrin hazmedebileceğinden daha güçlü olmaya başlayınca, muhacirler şehri kendilerine benzetmeye başlıyor. Kendileri de bir miktar değişiyor belki, fakat şehri daha çok değiştiriyorlar. Günümüzde savaş sebebiyle gerçekleşen büyük göçler, bizlerin ve şimdiki muhacirlerin geleceğini nasıl şekillendirecek göreceğiz. Hem belki eskisi gibi yirmi otuz yıllık süreçlerde değil çok daha hızlı, beş-on yıl içinde…
Kemal, kahvenin önünden geçen Sultan için niyetini söyleyince, diğer erkekler Sultan’ın çetin ceviz olduğunu söylemekle beraber, yine Kemal’i hoş görüyorlar. Bu, başta da dediğimiz gibi normalde uluorta söylenmesi hoş karşılanmayacak bir durum, ancak filmin genelinde eriyip giden bir sorun. Kemal’in Sultan’ı minibüsle takip ettiği sahnede, aslında Sultan da içten içe sevmeyi, sevilmeyi istiyordur; bunu gülümsemesinde görürüz. Her ne kadar dört çocuğuyla hayat mücadelesi içinde kadınsı duygularından arınmış gibi görünse de... Bununla beraber yine de yüz vermez Kemal’e. Eve geldiğinde çocukların eve aldığı köpek ve ona Joe ismini koymak istemeleri, yine evlerinde televizyon olmasa da o dönemin dizi kültüründen uzak olmadıkları anlamını taşıyor. Evet, o dönem herkesin evinde televizyon yoktu ama televizyonu olanların evlerinde komşular, toplu olarak matine yapıp çok bilinen dizileri izlerdi. Sultan başta köpeğe itiraz etse de, artık işten kaçmayacağını söyleyen oğlunun hatırına kabul eder, çünkü oğlunun ustası “oğluna sahip çık bacım yoksa serseri olacak” demiştir. Oğlu serseri olmasın, işe gitsin diye köpeği eve almaya razı olur ama bunu sadece bakışında görürüz, söze dökülmez. Yavuz Turgul’un başarısı bütün bunları göze sokmadan gayet kendiliğindenmişçesine yapmasıdır bence. Bu kadar yıl sonra hâlâ klasikler arasında olmasını da bu tarzına borçlu.
Gecekonduda su akmadığı için, çeşme başı da kadınların hem su aldığı hem haberleşip sosyalleştiği yerlerden biri. Buradaki kavgada grubun Asiye’yi dışladığını görüyoruz; çünkü Asiye bu muhacirlik konumunda namusunu koruyamamıştır onlar gibi. O yüzden çeşme sırası bahane ediliyordur belki de… Kemal ile de aynı su kavgasını yapıyorlar, çünkü o da onlardan değil. Babası muhtar olunca, bir nevi sınıf atlamış olduğu için yine bu ‘tek yumruk gruba dahil olamıyor, ona da sırasını bekletiyorlar. Kemal minibüsün teybine Ferdi Tayfur’un bir şarkısını koyuyor ve Sultan’a açıkça söyleyemediklerini ‘şarkıya’ söyletiyor. Bu kültürde aşk, açıkça söylenemez zaten kolay kolay, hep bir ikincil yol bulunur, o dönemde en çok kullanılan yollardan biri de şarkılar tabi ki… Tabii Kemal bu arada, akşam kadınların “Derbeder” filmine gideceklerini de öğrenir...
Kemal’in muhtar babası Kemal’le, araziyi satın alan adamları tanıştırır. Adamlara “onları buradan teker teker atmamız lazım” diyerek hakaret ederken, mahalledeki çocukları ve masumca oyun oynamalarını gösterir yönetmen. Bu da muhtar ve adamların kötülüğünü daha da bariz hissettirir bize. Ardından duruma itiraz eder Kemal ve onda ilk defa vicdan belirtisi görürüz. Fakat itiraz etmesine rağmen, Kemal’in gücü babasına yetmez, yetmeyince o da onların safına geçmiş gibi olur. Sahnenin sonunda Kartal Tibet, hepsini güneşin önünde siluet olarak bırakır ve içlerindeki karanlığı görmemizi sağlar.
Kadınlar toplanıp sinemaya giderken, karısına izin vermek istemeyen Çarli Cevat, Melek’i dövmektedir. Mahalleli için sıradan bir durumdur bu, aslında kırsaldaki iktidarını kaybetmeye başlayan erkeğin, iktidarı şiddet göstererek elinde tutma çabasının resmidir Çarli Cevat. Kadınlar artık şehirde daha özgürdür; çünkü ekonomik özgürlükle beraber, yavaş yavaş kararlarını da kendileri almaya başlamaktadırlar.
Sinemanın kapısına geldiklerinde “film acıklıymış, çok ağlayacağız” diye mutlu olan kadınlar, aslında filmi bahane edip kendi ağlanacak hallerine ağlamaktadır… Bakkal da oradadır, akşam Sultan’ın sinemaya gideceğini duyan Kemal de. Kemal, sinemada Sultan’ın hemen arkasındaki koltuğa oturur. Bu sahnede ilk defa Sultan’ın da kadınsı duyguları olduğuna şahit oluruz ama yine de kendisini kontrol edebilmektedir. O dönem için sinemada hâlâ iyi ve kötü kadın ayrımı net bir şekilde belirgindi ve Sultan iyi kadın şablonuna uygun yazılmıştıtabi ki. İyi kadının cinsel dürtüleri olmazdı, olsa da bastırırdı. (80’lerde bu ayırım yavaş yavaş azalacak ve arada keskin çizgiler kalmayacaktı.) Nitekim sahnenin bitiminde, Kavanoz Nuri’nin karısının doğumundan sonra Kemal, Sultan’a nasıl sahip olacağını sorar Hatice Ablaya ve “nikâhı basarsan” cevabını alır. Tabi bundan sonra malum süreç başlar. Kemal evleneceğini söyler ve Sultan’ı kandırmaya çalışır. Hatice Ablayı da buna alet eder. Kız isteme sahnesinde Sultan’ın ikilemini görürüz, çocuklarına bakışında kendisinden çok onları düşündüğünü ve evliliği de en çok onlar için istediğini anlarız. Gurbette olmayı kadınlar seçmemiştir, erkeklerinin peşinde sürüklenmişlerdir buralara. Sultan bir de erkeğini kaybetmiş, kendi seçmediği bu hayatın ortasında dayanaksız kalmıştır. Evlilik ona yeniden bu dayanağı sağlayacaktır, kadınsı duygular da dahil her şeyle baş eder Sultan ama hayatla tek başına mücadele ve o mücadele içinde çocuk büyütmek zordur. Zaten Kemal’le nikâh işlemleri için şehre gittiklerinde konuşurken de söyler, asıl derdi hizmetçilik değildir, hayat gailesi yüzünden çocuklarına yeterince ilgi gösterememektir. Belki evlilik ona bu rahatlığı sağlayacaktır. Kemal ona bu konuda da güvence verir ve çocuklarına iyi bir baba olacağını söyler ama yine emeline ulaşamaz, birçok girişimi sonuçsuz kalır, Sultan kolay lokma değildir…
Bu arada gecekonduluların bir kısmı yeniden göç etmeye başlamıştır. Komşuların böyle birer ikişer gitmesine anlam veremez mahalleli. Muhtar meseleyi konuşmaya gelince, Sultan Kemal’in gerçek niyetini öğrenir, muhtar da meseleyi açamadan gider. O hırsla gidip Kemal’i vurmak ister Sultan, orada da söyler tutunacak bir dal aradığını ve bu yüzden evlenmek istediğini. Muhacir kadının en büyük çıkmazıdır belki bu tutunacak dal meselesi, kadın dediğin hayatla tek başına mücadele edemez, öyle görmüştür kırsaldaki kadın.
Yine de Kemal’i vuramaz, kıyamadığından mı yoksa hapse girip çocuklarını ortada bırakmak istemediğinden mi bilinmez ama vuramaz. Biraz da Kemal’e inat, Bakkal Bahtiyar’a evlenmek istediğini söyler. Kemal babasından, en azından arkadaşlarının evlerine dokunmamasını ister, babası da kabul etmiş görünür. Kemal’de yavaş yavaş bir vicdanî dönüş başlamıştır. Sultan’ı tamamen kaybettiğini anlaması uzun sürmez, Bahtiyar’ın istemeye gideceğini öğrenince ona da engel olmaya çalışır. Gece sarhoş şekilde Sultan’ın kapısına gelirken minibüsün yalpalamasında, aslında Kemal’in derbeder oluşunu görürüz. Bahtiyar kız istemeye gelene kadar kapıda bekler ve meşhur kavga sahnesi yaşanır. Bu sahne de inandırıcılık ve gerçekçilik anlamında sıkıntılıdır ancak klasikleşen bir sahne ve çok güzel yazılmış, o yüzden yine de kusurlarını fazla algılamayız. Kavga sonrası karakolda Sultan Bahtiyar’a, “bana senin gibi soğan erkeği gerekmez” der. Çünkü Bahtiyar zoru görünce geri çekilmiştir, onu savunamamıştır. Kadınlar güçlü erkeklerden hoşlanır, doğrudur ama güçlü kadınlar da kendisinden daha güçlü erkek arar yanında. Sultan güçlü bir kadındır, hayatında kendisinden daha güçlü ve koruyucu bir erkek istemesi normaldir. Daha önce de dediğimiz gibi, kocası yüzünden geldiği bu gurbette, sorunlarla baş etmek için yine bir erkeğe ihtiyacı vardır.
Kavgadan sonra mahalleye gelen muhtar, bu son kalan çekirdek ekibe de söyler evlerinden çıkmalarını ve mahalleden kovulur. Kemal de Sultan’a âşık olduğunu anlar bu süreçte, sevgilisi Asiye’yle vedalaşır. Onun tavsiyesi üzerine gelinlik ve yüzük alır. Kemal, gelinlik ve yüzüğü alırken işten gelen Sultan, yıkım ekibini karşısında bulur. O dokunaklı sahne yaşanır ve Sultan “kendim yaptım, kendim yıkarım” diyerek evini yıkmaya başlar. Yine muhacir olmuşlardır, bu defa gurbet içinde gurbet yaşamaktadırlar. Şehrin biraz daha dışına itilirler, kalan üç beş eşyalarını da alıp göçü sembolize eder şekilde kervan olurlar. Onlar giderken mahalleye gelen Kemal’in babasına karşı geldiğini ve öncesinde de babasından söz aldığını duyarlar. Kemal minibüsün anahtarını da atar babasına ve Sultan’ı tercih eder. Sultan kulak kesilir, Kemal’in babasına rest çekip kendisinin peşinden geldiğini görür. Ama yine de kırılan kadınlık gururu onu hemen kabul etmesine engel olur, bir miktar naz yapar.
Evlerini kaybetmiş olsalar da mutlu sondur bu
Yeni geldikleri yerde herkes kendi “kondu”sunun temelini atarken, kocasıyla beraber çalışmaktadır. Hatta Çarli Cevat ve Melek bile dayanışma içindedir, kendi içlerinde didişme halinde olsalar da dışarıdan gelen saldırıya karşı birlik olmanın resmidir bu. Sultan ise yalnızdır ve küçük çocuklarıyla beraber çalışmaktadır. Kemal’in barışma ısrarı üzerine yine kavga ederler ve kavga sırasında gelinlik meydana çıkar, yüzük de… Sultan bu defa sevildiğine ikna olur ve artık kemâle ermiş olan Kemal’le birlikte evlerini yapmaya başlarlar. İlk yaptıkları şey, evin temel direğini dikmektir. Artık manevî anlamda da temel direği vardır evin, babası vardır. Film umutla biter, evlerini kaybetmiş olsalar da mutlu sondur bu. Şehir de artık sisler altında değildir, berrak bir hava vardır. İlk defa mutluluk ve huzurla gülümsemektedir Sultan. Dünyanın neresine giderse gitsin, kendisini güvende hissedeceği bir kocası vardır artık yanında. Bu, hele de o dönem için kesin bir yargıdır, kadın ancak bir eşle direnebilir hayata ve yersiz yurtsuzluğa, elbette bu, ayrıca bir tartışma konusudur. 80’lerde yaşanan büyük değişimle beraber bu yargılar da iyi ya da kötü, büyük ölçüde değişir. Kadının temsili, sinemada da farklılaşmaya, güncel ile örtüşmeye başlar. Ancak o dönemde hâlâ bakış açısı bu olduğundan filme de yansıması bu şekilde olmuş.
Netice olarak göç kavramı ve muhacirlik durumu, kadın erkek herkes için ağır bir travmadır; fakat çoğunlukla erkek, bu durumu tercih eden kişi olması hasebiyle kadına göre travması daha azdır belki. Bu durum erkeğin hayatını kadın kadar da zorlaştırmamıştır ve şehirde, köye göre daha az çalışıp daha fazla para kazanmaktadır. Kadınlar ise köydeki kurulu düzenin sağladığı rahatlıktan uzak, daha fazla çalışan fakat emeği de görülmeyen taraftadır. Erkekler onlardan köydeki gibi emek vermelerini ama şehirli kadın gibi özgür de olmamalarını istemektedir. Meseleyi bu film üzerinden ele alırsak filmin söylediği şey, “yalnız bir kadın, sadece gurbette değil, hayat karşısında da her türlü zorluğa ancak bir eş yardımıyla direnebilir” mesajı vardır. Tabi yazar ve yönetmen şimdi (yani filmden neredeyse kırk yıl sonra) hâlâ aynı mı düşünüyor bilemeyiz ama o dönemde bakış açıları bu şekildeymiş. Son olarak, Allah kimseyi kendi seçmediği bir coğrafyada yaşamak zorunda bırakmasın diyorum ki; geleceğe umutla bakabilelim…
Ayşe Karaköse, “Sultan Filmi, Kadın ve Göç Üzerine”, Bilimevi Kadın dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2017, sayı 1.