Osmanlı sultanlarının, devletin kuruluşundan itibaren tasavvuf çevreleriyle yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu münasebetin kökeni Osmanlı Beyliğinin kuruluş safhasına kadar uzar. Selçuklu hâkimiyetinde zaten Anadolu’nun pek çok bölgesinde faaliyet gösteren dervişler için, Osmanlı Beyliğinin kuruluşu yeni ve güvenli yerleşim yerleri demekti ve filvaki, fetih hareketlerine bizzat katılarak sultanların takdirini kazandılar. Osmanlı Beyleri, fetihlerde maiyetindeki dervişlerle birlikte kendilerine yardım eden bu sûfilere bir takım imtiyazlar verdi, araziler vakfederek buralarda zaviyeler açmalarına müsaade etti. Bu politikanın sadece tasavvufa ve sûfilere olan sempatiden kaynaklandığını düşünmek yanlış olur. Beyler, çoğunluğu Türkmen babaları olan bu dervişleri himaye ederek, tebaası bulunan halkın da desteğini sağlamaya çalışmıştır. Merkezileşme yolunda onları devlet gözetiminde tutarak kontrollerini sağlamak da söz konusu himayenin sâiklerinden biri olmalıdır.

Osmanlı Devleti’nin altı yüz yıllık hâkimiyeti boyunca sûfiler Osmanlı topraklarındaki mevcudiyetlerine devam ettiler. Sultanların çoğu, toprakları üzerinde aktif şekilde faaliyet gösteren tarikat müntesipleri için tekke ve zaviyeler inşa ettirdi, mevcut binaların tadilatını yaptı veya yeniledi, zaman zaman zikir ve ayinlerine katıldı, hatta bazıları yakın gördükleri şeyhlere bizzat intisap ettiler. Bu mevzuyla ilgilenen kimi araştırmacılar, hemen her padişahı bir tarikatla ilişkilendirerek onları tasavvufi muhite dâhil ederler. Sultanların bir veya bazen birden çok şeyhe intisap edip zikir telkin aldığı doğrudur. Fakat yalnızca buna dayanarak hepsini sûfi saymak gerçeğe aykırı bir yorum olur. Zira çoğunun, halk nezdinde büyük bir nüfuz ve şöhreti bulunan tarikatlara yakın durmak suretiyle, faaliyetlerini takip etmek ve daha önemlisi müntesiplerinin tâbiiyetini kuvvetlendirmek istedikleri açıktır.

Sultan II. Abdülhamid gerçekten bir sûfi miydi?

Osmanlı Devleti’nin. 34. Sultanı ve aynı zamanda İslam dünyasının Halifesi II. Abdülhamid, Osmanlı tasavvuf tarihinde ismi geçen mühim şahsiyetlerden biridir. Onun bazı şeyhlerle ilişkisi pek çok araştırmaya konu olmuştur. Acaba Sultan II. Abdülhamid gerçekten bir sûfi miydi? Yoksa tarikatlara yakınlık göstermesi, sultanın izlediği ittihad-ı İslam politikasının tasavvufi muhitteki tezahürlerinden mi ibaretti?

Sultan Abdülhamid döneminde siyaset ve tasavvuf denince akla gelen ilk isim şüphesiz Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî’dir. Bir Rifâî şeyhi olan Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî, her zaman devlet işleriyle yakından ilgili olmuş ve bu sayede padişah tarafından da vazifelendirilmiştir. Telif ettiği eserler daima Abdülhamid’in hilafetine vurgu yapmış, İslam emiri olarak ona itaatin gerekliliği konusunda Arap Müslüman halkı teyakkuz halinde olmaya çağırmıştır. İdari sahada giderek artan nüfûzu bazı kesimleri rahatsız etmiş ve nihayetinde Abdülhamid’in saltanatı sonrasında sürgüne gönderilmekten kurtulamamıştır. Özetle Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî’nin, bağımsızlık fikirlerinin işitildiği bir dönemde pan-İslamist politikanın hizmetkârlarından biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla Abdülhamid ve Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî arasındaki münasebetin, daha çok siyasi bir amaca matuf olduğu görülmektedir.

Şâzelîliğe intisap etti

Kaynaklar pek çok tarikat şeyhiyle samimi ilişkiler kuran II. Abdülhamid’in Şâzelîliğe gerçek anlamda intisap ettiğini ortaya koyacak niteliktedir. Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun verdiği bilgiye göre bu iki ismin tanışması şöyle vuku bulur: Sultan, henüz genç bir şehzade iken, Ramazan aylarında mütemadiyen Süleymaniye Camii’ne gider, burada namaz kıldıktan sonra hayır için açılan sergilerden alışveriş yapar. İşte bu vakitlerden birinde Şâzelî şeyhi Zâfir el-Medenî’nin kardeşi Hamza Zâfir’le tanışır ve onun aracılığıyla Şeyh Zâfir’i de tanımış olur. Zamanla ilerleyen dostlukları ve kendisine duyduğu muhabbet nihayetinde Şâzeliyye tarikatına intisap etmesine vesile olur. Böylece Sultan Abdülhamid, bir Şâzelî müridi olarak tarikat müntesipleri arasına katılır.

Şeyh Zâfir’in siyasetle ne kadar ilgilendiği veya Sultan Abdülhamid’i idari konularda etkileyip etkilemediği tartışma konusu olmuştur. Kaynaklar Şeyh Zâfir’in mümkün olabildiğince danışmanlık sınırını aşmadığını ortaya koyar. Bir örnekte Sultan, o dönemde Afrika’da siyasi bir güç haline gelen Senûsîler hakkında duyduğu çekinceyi şeyhe anlatmış; o da esasında Şâzeliyye’nin Ahmediyye kolunun bir şubesi olan Senûsîlerin’in, siyasi bir hareket değil bir tarikat olduğunu belirterek sultanı rahatlatmıştır. Şeyh Zâfir’in Abdülhamid’e desteğinin daha çok manevi yönden olduğu açıktır. O, Osmanlı topraklarında bir sıkıntı cereyan ettiğinde veya salgın hastalık gibi durumlarda, tekkesinde müritleriyle beraber Buhâri-i Şerif hatmi yaptırmış, Hizbu’l-Bahr adlı duayı okutmuştur.  Bunun yanı sıra Beşiktaş’taki tekkesi Arap memleketlerinden gelen saray misafirlerini ağırlayarak, Osmanlı idaresi ve Arap tebaa arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Bu durum pekâlâ, halifenin nüfuzunun Arap topraklarında yayılmasına hizmet etmiş olmalıdır. Her halükarda Şeyh Zâfir kaynaklarda, idari işlere bizzat müdahale eden bir şeyhten ziyade, kendisine danışıldığında elinden gelen yardım ve desteği gösteren, emirine gönülden bağlı bir tebaa portresi çizmektedir.

Şeyh Zâfir Tekkesi

II. Abdülhamid’in, saltanatı döneminde Beşiktaş’ta Şeyh Zâfir adına büyük bir tekke yaptırması, tarikata ve hususen şeyhe olan bağlılığını açıkça gösterir. Bizzat kendisi zaman zaman tekkede icra edilen ayinlere iştirak etmiştir. Ayrıca tekkenin müdavimleri arasında saraylı memurlar da bulunduğu için, devlet işlerini aksatmayacak şekilde günlük evradın yatsı namazlarından sonra okunması ve ayin gününün Cuma olmasını irade buyurmuştur. Tek başına bu sayılanlar, Abdülhamid’in kesin olarak Şâzeliyye müntesibi olduğunu söylemek için yeterli değildir. Fakat Sultanın Şeyh Zâfir vefat ettikten sonra, Suriye’deki halifesi Mahmud Ebu’ş-Şamat’a 1911 senesinde yazdığı bir mektup bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Zira mektup, sultanın tahttan indirildikten sonra bile tarikattan ayrılmadığını, “vazife” denilen günlük virdine devam ettiğini bildirir: “Efendim, evrad-ı Şâzeliyye ve vazife-i Şâzeliyye kırâatine gece gündüz devam ediyorum. Bu vazifelerimi ihyaya muvaffak olduğumdan dolayı Hak Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve daavât-ı kalbiyyenize muhtaç olduğumu arz ederim.”

Hiç şüphesiz Sultan Abdülhamid, devletinin yaşadığı müşkül durumu hafifletmek için tıpkı selefleri gibi, çok geniş bir sosyal taban üzerinde hatırı sayılır etkisi olan tekkelerden yardım almak istemiş; bu sebeple aradaki irtibatı her zaman sıkı tutmuştur. Bu işi gerek nakdi ve ayni yardımlarla şeyhlerin gönlünü alarak, gerekse bizzat onlara intisap ederek ortaya koymuştur. Yukarıda ismi geçen Ebü’l-Hüda es-Sayyâdî ve Yahya Efendi Tekkesi Kâdirî şeyhi Abdullah Efendi’ye şeklen intisabı bu minvalde değerlendirilir. Şâzelîlik mevzu olduğunda ise Sultanın bu tarikat çevresiyle yakınlığının, daha çok bir gönül alakasına dayandığı görülür. O halde ilk soruya dönecek olursak, şunu söylemekte bir beis yoktur: Abdülhamid Han hem bir Osmanlı sultanıdır, hem de sûfîdir.

Hicret Karaduman