Şimdi Mimar Sinan olsaydı
Birkaç gündür yağan yağmur başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere memleket sathında acılara sebep oldu. Bu acılarla beraber medya içerisinde gerek görsel basın gerekse yazılı basın da yıkılan ve yok olan yerlere karşı Mimar Sinan’ın eserleri dile geldi ve dendi ki nasıl oluyor da “teknolojik bakımdan daha ileri de olmamıza rağmen(!) 500 yıllık bir eser ayakta kalıyor da modern köprüler yıkılıyor?” Bu hikâyeyi nereden ve nasıl okumalı acaba? Bütün mesele eser- zihniyet meselesinde düğümleniyor. “Benim memurum işini bilir” diyen yöneticilerin olduğu bir memlekette yapılan bir eser de bu zihniyetten ne kadar bağımsız olabilir? Elbette her şeye rağmen bu zihniyetten uzak duran yapıları yadsıyor değilim. Bu habere kaynaklık eden de baştaki soru: Mimar Sinan’ın eseri büyük bir sel dahi olsa nasıl ayakta kalıyor? Yolumuzun kandilleriyse zihniyet ve eser ilişkisi. Mimar Sinan’ı Mimar Sinan yapan ve eserini de 500 yıl yaşatan zihniyeti anlamak gerekir.
Zihniyet ve samimiyet
Bir zihniyet mi eseri ortaya çıkarır, yoksa eser mi bir zihniyeti oluşturur? Galiba bu biraz tavuk-yumurta ikilemi gibi. Eseri zihniyetten, zihniyeti eserden ayırmak mümkün görünmüyor; ama ikisi arasında bir hiyerarşiden bahsedilebilir. Zihniyet vardır ve insanı eyleme geçirir. Aynı zamanda birikimseldir yani tecrübe ile bir sonrakini inşa eder. Bu inşa ediş, süreçle beraber yeni bir zihniyetin oluşumunu sağlar. Bu, yeni eserin oluşumunun ve devamının sağlanmasıdır. Devamı sağlanan eser ise bir ekolün yani inancın simgesi haline gelir. Zihniyet tarihinde geleneği olan her sistem varlığını bir simge ile açıklar. Bu simgenin devamını sağlayan güç, simgeyi oluşturan yapının harcındaki/ hamurundaki sağlamlıktır. Bu sağlam olma, herhangi bir unsurun ah ile dolmamasıyla ilişkilidir. Her bir unsurun boşluğunun sevgi ile dolması ise sağlamlığın göstergesidir. Atılan bir adımın sonuca varması yalnızca atılacak veya atılan adımdaki lazım ilk ilke olan samimiyetle alakalı değil, aynı zamanda bu samimiyetin yolda devam etmesi ile de alakalıdır.
Cumhuriyet tarihi veya daha geniş anlamda modernleşme -özellikle de muhafazakâr kesim için- bu türden başlangıcında samimiyet kokan ve sonunda hüsran ile biten nice örnekle doludur. Bu örneklerin oluşmasında sadece yolda olanların sorumluluğu var demiyorum; yine de yolda olmaya karar verirken yolda ve yolunda olmanın ilkelerini sağlam bir temele dayandırmamaları bakımından büyük sorumluluk yolda olanlara ait. Dış güçlerin payı-kimse bunlar-, sadece siz sağlam bir yapı kuramadınız, hatırlatmasından başka bir şey değil.
Neden sağlam yapımız yok?
Asıl soru bu anlatılanlarla beraber geliyor? Neden sağlam bir yapı kurulamıyor? Bu sorunun cevabı, perspektifi geniş tutarak verilebilir. İşte bu cevap verme eylemlerinden birini de İbrahim Zeyd Gerçik iki başlangıç eseriyle yapıyor. Biz de bu iki birbirini tamamlayan iki eserden hareketle, “neden sağlam yapılarımız yok?” sorusuna cevap arayalım. İşimiz aramak mı acaba? Aramakla bulunmaz, ama bulanlar da arayanlardır, hükmünü nereye koyalım? Aslında dediklerimizi gerçekleştirip samimiyetle yolda olup bu yazının harcını da ahlara, vahlara izin vermemek için sağlam karalım. Bu yolda şüphesiz yardımcımız da bellidir.
“Yeni ve farklı olmak” modern bir iddiadır. Bu modern olanın, daha doğrusu bozmaya niyeti olanın bozacağı yapı için saldırı aracıdır. Temelinde önce dimağlarda, sonra gönüllerde yer etme ve bu yer edişle beraber, yer edenin akçe bakımından doyumsuzluğu elde etmek istemesi anlayışı vardır. “Daha çok”, “daha çok” hiç bitmeyen bir insan zaafıdır.
Mimari anlayışımız ne seviyede
Bugün neden temel kurumlarımız kendilerini Cumhuriyet öncesi tarihle açıklar? Mesela emniyet teşkilatı, mesela Danıştay veya eğitim hayatının önemli unsurlarından İstanbul Üniversitesi… Bu kurumların kendi kuruluş tarihlerini Cumhuriyet’in yaşından fazla açıklamalarını nasıl anlamak gerekir? Bir başka şey mimari anlayışımız. Bugün bu coğrafyada yaşayan bizler, kendi mimari anlayışımız diye, hadi biraz daha cesurane bir şekilde, bu da Cumhuriyet’in mimari anlayışıdır, diye neyi örnek gösterebiliriz?
Tabi, İstanbul’da Türkiyeli büyük sanatçıların Cumhuriyet ve sanat adına sahiplendikleri Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’ni sahiplenmelerini yadsıyor değilim; ama kültür merkezinin de ne kadar sanatsal ve işlevsel değeri olduğu ise asıl düşünülmesi gereken noktadır.
Bu eser kendi öykümüz
Yol bir ideal olarak, o ideale inanan, o ideali hayatında gerçekleştiren insana yani yolcusuna ihtiyaç duyar. Çünkü bir idealin değer kazanması o idealin görünür hale gelmesi ile alakalıdır. O zaman yolun ilkelerini sağlam belirlemek, ideali somutlaştıran inanç ilkelerine bağlamak gerekir. Bu yolun güvenilirliği demektir. Gerçik de bu kabulden hareketle kaleme aldığı iki öncü çalışmasına başlıyor. Gerçik, bir yapıdan hareketle yapı-insan-kurum kültürünü sorguluyor. Gerçik, "bu eserin ilham kaynağı, yöneticilere yönelik birden fazla disiplinle bütünleşmiş, farklı bir eğitim yöntemi geliştirme isteğidir. Kendi öykümüzden, tarihi derinliğimizden yola çıkarak, tarih, edebiyat, sanat, mimari, şehircilik, psikoloji ve yönetim disiplinlerini bir modelin bütünlüğünde okumak bu yöntemin oluşturduğu farktır. Bu okuyuşu günümüze taşıyarak yeni bir bakış, farkındalık ve duyarlılık oluşumuna katkı yapmak ise bu eğitim yönteminin amacıdır. Bu eser aynı zamanda bu eğitim yönteminin kuramsal çerçevesidir." diyor eseri için.
Mimar Sinan ve Süleymaniye
“Her eserin arkasında bir sistem ve her sistemin özünde onu yürüten insan gerçeği vardır.” inancında olan Gerçik'e göre "Süleymaniye Külliyesi'nde karşımıza iki medeniyet eseri çıkar. Bunlardan birincisi bir model olarak Süleymaniye Külliyesi'nin kendisidir. Diğeri ise Osmanlı medeniyetinin insan modeli olarak inşa ettiği Mimar Sinan. Osmanlı medeniyetinin ruhuyla yoğrulan Süleymaniye ve bu ruhun insan varlığındaki ifadesi Sinan. Bu iki eser birbirleri ile bir bütündür. Bu iki eserin anlaşılabilmesi, aynı zamanda Sinan'ı inşa eden medeniyet sisteminin anlaşılabilmesiyle mümkündür.”
Yapı olarak Süleymaniye’yi, insan olarak Mimar Sinan’ı örneklem alanı seçen Gerçik, bu iki örneklem unsurunu yapan, meydana getiren zihni unsuru anlamaya çalışıyor. İşte bu bir verimin düşünsel varoluşunun ön ilkeleridir. Baştan beri dediğimiz gibi yapı kurulmadan önce oluşumuna zihinde karar verilir. Osman Gazi’ye atfedilen rüyadaki rumuzda olduğu gibi, kendisine bahşedilen koca bir çınarın büyümesi için başlangıç düşüncesinin sağlam olması gerekir. Gerçik Osmanlı’daki yapısal sağlamlılığı ve diğer Türk devletlerinden farklı olarak da daha uzun yaşamasını kurduğu sisteme bağlıyor. Anadolu’nun İslamlaşma sürecinde Türklerin nasıl bir yapısal serüvene sahip olduğu, yeni vatanda nasıl bir dünya kurmaya çalıştıkları hala bakir bir saha olarak karşımızda duruyor. Bu konuda yapılan samimi çalışmalar yok değil, ama bu çalışmalarda yerli bir değeri aşarak ulusal bir değer kazanmıyor ne yazık ki. Ortak bir okuyuş sistemi ise yok. Devşirme sistemine önemle yer veren Gerçik, bu sistemden hareketle önce Sinan’ı Osmanlı yapan anlayışı, sonrasında Sinan’ın yaratımı olarak Süleymaniye’yi okuyor.
Süleymaniye’nin çekiciliği
Süleymaniye Külliyesi farklı inanç ve kültürdeki birçok insanı, yüzyıllardır olduğu gibi bugün de kendine çekiyorsa, bunun nedeni onun evrensel değer taşıyan bir medeniyet markası olmasına bağlayan Gerçik’e göre, Süleymaniye bir kurumun evrensel bir markaya dönüşmesinin gizini, uzun ömürlülüğün sırrını sürekli bize şöyle dillendirmektedir:
Büyüklük ve tevazuyu birleştir: Vakarı, yani hizmet eden, kuşatan, koruyan şefkati, kurumsal model içinde hissettir.
İnsanların temel psikolojik ihtiyaçlarını bünyende topla: Aidiyet, kendini adama, güven ve özgürlük.
İddia sahibi ol, meydan oku: Yeniden tanımla, yeniden biçimlendir. Geçmişin hafızasını yeni bir solukla geleceğe aktar. Meydan okurken, meydan okuduğun modelin özünü de kendi içinde taşı. (Süleymaniye bilinçli bir tercihle, Ayasofya'nın planını içinde taşır.)
Zıtları ve çiftleri aynı yapıda bütünleştir: Güzellik ve tevazu, güç ve vakar, sadelik ve görkem, bağımsızlık ve bütünlük, teori ve uygulama, akıl ve duyguları değerlerle yoğurarak bütünlüğe ve dengeye ulaş.
Süleymaniye gerçeğine ne kadar vakıfız?
Biterken: Vakıf oldum O Yârin Aşkına
Her işi ehline tevdi etmek, yitik cennetimizin önemli giriş kapılarından biri. Süleymaniye bugün bölünen; ama o İslam’a sığmaz, denen İslam’dan ne kadar haberdar olduğu tartışılır ifadelerin aksine bünyesinde/yapımında işinin ehli olan herkese yer vermesi bakımından önem taşıyor. Gerçik’in Türkiye’de var olan kurumların ömürlerini sorgulayarak başladığı ciltte belirttiği gibi, bölünmüş bir zihin yapısı gereği, ben onunla çalışamam, orda bize ekmek yoktur, tarzında işinin ehli olmadıklarını gösteren bu tarz ifade biçimi geleceğimize vurulan bir pranga oluyor.
Kurumların ve yapıların kurumlaşma süreçleri vakıflaşma süreci olarak okunabilir. Bu aynı zamanda kurumun sosyal yapıyla içli dışlı olması anlamına gelir. Bugün büyük kurumların vakıflaşma süreçlerini önemsemek ve buna hız vermek gerekir.
Bu yazdıklarımızdan hareketle diyebiliriz ki Süleymaniye gerçeğine ne kadar yakın olduğumuz üzerinde durmamız gereken bir soru olarak koca bir soru işareti ile önümüzde duruyor. Süleymaniye’nin dününü anlamak noktasında önemli bir ön çalışma olan Gerçik’in eserinden hareketle Süleymaniye’nin bugününe bakmak gerekir.
Süleymaniye bize küstü
2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti safsatası gibi kendi saiklerinden hareket hızını almayan her eylem, tüketmekten öteye gitmiyor, gitmeyecek de. Bugün Süleymaniye her bir unsuruyla küsmüştür. Bünyesindeki yapıların sadece kullanım özellikleri bakımından farklılaşması bile önemli bir göstergedir. Mustafa Kutlu’nu Fatih ve Eminönü Belediyelerinin birleştirilmesiyle teklif ettiği yeni belediyenin adının Suriçi Belediyesi olsun teklifi ne yazık ki tartışma düzeyinde bile olsa karşılık bulmadı.
2010 Avrupa Başkenti İstanbul adına yapılan çalışmalar sadra şifa bir nitelik taşımıyor. Süleymaniye özelinden nefs-i İstanbul’un yeniden inşası düşünülüyorsa bu konuda sağlam bir iradenin sağlam kararlar alması gerekir. Bir kültürel mirasa sahip çıkmak için, o konuyla yakından ilişkili unsurların bir araya getirilmesi gerekir. Bireysel bir gayretin tek başına bir anlamı yoktur. Yapılması gerekenlerin başında bir Süleymaniye Çalışma Grubu’nun kurulması gelmektedir.
Bir düzenin güçlü ve esnek bir halde, bütün kurumsal bütünlüğü ile inşası için, teorisiyle pratiğini fazlasıyla uyuştuğu bir düşünceye; bu düşünceyi eyleme dönüştürecek bir siyasi iradeye; bu siyasi iradenin temelleneceği bilimsel birikime ve her şeyden evvel bunu gerçekleştirecek insan’a ihtiyaç var. Ümidimiz inancımızdan…
Zeki Dursun haberdar etti.