Maraş’tan Yitiksöz Geldi
15. sayısı ile karşımızda Yitiksöz dergisi. Kargodan dergi gelince yaşanan sevinci ne yazık ki bu kez yaşayamadık. Depremden sonra elimize ulaştı Yitiksöz dergisi. Bunun ne kadar ağır bir karşılama olduğunu dergi eline ulaşan herkes yaşadı. Eminim ki bir süre poşeti açamadı kimse. Her zaman büyük bir heyecanla dergiye ulaşmak isteyen ben de öylece kalakaldım dergi elimde.
Kahramanmaraş merkezli depremde birçok canımız gitti. Dostumuz, kardeşimiz dediğimiz kişileri uğurladık büyük bir sarsıntı ile. Yaralılarımız var. İçimizdeki yaralar geçecek gibi değil. Rabbim ölenlere rahmet eylesin, yaralılara acil şifalar versin.
Mahir ellerden çıktığını her sayı gösteren birbirinden değerli çalışmalarla bizleri buluşturan dergi, vefayı da sayfalarından hiç eksik etmedi. Yaralar sarılıncaya kadar dergi yeni sayılarını çıkarır mı bilmem ama bildiğim şu ki Maraş, adına yakışır işler yaptı, yapmaya da devam edecek. Her zaman olduğu gibi şimdi daha fazla dostlarımızın yanında olacağız. Vefayı bizler de eksik etmeyeceğiz.
Yitiksöz’den Âtıf Bedir Dosyası
15. sayının dosya konusu Âtıf Bedir. Şair, yazar ve gönül rahatlığıyla dost diyebileceğiniz bir isim Bedir. Onunla bir kez görüşmeniz bile onun hakkında gönlünüze muhabbetin düşmesi için yeterli olacaktır. Sessizliğiyle ve değer veren yakınlığıyla gönüllerde yer edinen Âtıf Bedir, ait olduğu geleneğin hakkını veren bir olgunluğa ve yetkinliğe sahip. Yıllar önce bir şiir programında aynı odayı paylaşıp yakından tanışma şansına eridiğim Bedir için kaleme alınan yazılardan paylaşımlar yapacağım.
Arif Ay - Yarasını Saklayan Şehirler
“Yara dolu bu gövde İslam coğrafyası değil mi? Şehirler yaralı, insanlar yaralı, ruhlar yaralı, inançlar yaralı… Âtıf Bedir bu yaralı şehirlerin bazılarını bizzat gidip görmüş, bazılarını da o şehirleri anlatan şair ve yazarların kitaplarının kılavuzluğunda kaleme almış; İstanbul’u, Ankara’yı, Maraş’ı, Kudüs’ü Nuri Pakdil ve Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları üzerinden anlatır. Âtıf Bedir, Mekke, Medine, Bosna, Beyrut, Üsküp, Yeni Delhi, Agra, Kahire, Hilvan, Malta, Oslo gibi bizzat gezdiği şehirlere dair izlenimlerini de şiirsel bir dille yazıya döker.”
Mehmet Narlı - Âtıf Bedir: Sükût Sûretinde
“Âtıf Bedir’in kendisini gördüğümde de şiirini okuduğumda da Nuri Pakdil’in “Sükût Sûretinde”si gelir aklıma. Bu akla geliş, sadece onun Nuri Pakdil’in dil ve bilinciyle evdeş olmasından kaynaklanmıyor bence. Bu birlikteliği hatta özdeşliği bilmeseydim de mesela “sükût sûretinde” değil de aklıma “sessiz derinlik”, “dip direniş” gibi bir şeyler gelirdi. Hatta bana öyle geliyor ki insan olarak Âtıf Bedir’le (Abdurrahman Başpınar’la veya) tanışan, Ateş Salâları’nı, Rüzgârın Dili Lâl’i ve Har’ı okuyan birçok kişi benimkine benzer nitelemeler yapardı. Neyse girişten anlaşılıyor ki Âtıf Bedir şiirine “sükût sûretinde”, “sessiz derinlik”, “dip direniş” gibi terkipleri merkeze alarak değinmeye çalışacağım. Önce şunu söyleyelim ama: Âtıf Bedir’in şiire açıldığı yer Maraş’tır yani kendinde kalışın acı meyvelerini yiyen, kendi bahçesinde “gül yetiştiren”, allefleri, mazmanları, yorgancıları, köşkerleri, saraçları ve bedestenleri ile mütevazı, basit, samimi ve mütevekkil bir hayatı âdeta Aksu ile Ahırdağı arasında yaşayan ama maddi ve manevi ruhuna, toprağına saldıranlara verdiği cevapla destanlaşıp zamana kök salan Maraş. Ama ruh kırıcılar, iman kırıcılar, insanlık yıkıcılar durmamış; merkezlere taşralara sızmaya devam etmiş.”
Mehmet Aycı – Kara Işıldak
“En esmer Maraşlı… Suskun bir esmerliği var: Her şeyi kendine söyleyen, içine söyleyen bir esmerlik… İçine doğru yanan uçsuz bucaksız bir ateş, içine doğru hıçkıran bir siyah deniz esmerliği bu… Ürkütmeyen, sıcak bir esmerlik… Bakınca hayrete yakın bakan, gülümseyince vicdanıyla birlikte gülümseyen… Edebiyat dergisi ailesinin de en esmeri, hatta en suskunu… Belki yaşça en gençlerinden olacak, suskunluğu ikinci bir ten olarak, müeddep giysi gibi duruyor üzerinde.”
Ethem Erdoğan - “Hayatın Şiiri Edebiyat”tan Şiirin Hayat Oluşuna Bir Geçiş
“Denemenin başat özelliklerinden olan, dikte etmeme, kanıtlamama, okuru kendisi gibi düşünmeye yönlendirmeme kuralları çerçevesinde Âtıf Bedir denemelerinden oluşan bu kitabın, türlerin birbirine enikonu karıştığı bir dönemde, deneme türünün önemli bir örneklemi olduğunu ifade etmeliyiz. Deneme yazmak için malumdur ki, çok geniş bir yelpazede düşünülmesi şarttır. Aynı zamanda geniş bir bakış açısı, sanat ve felsefe alanlarında birikim ve donanım gerekir. İncelediği meselelerde okurun duygusallığına yönelik bir rüşvete girmemesi, bağlamın dışına taşmaması, sohbete yaklaşmaması ayrıca zikredilmesi gereken özelliklerdendir. Konu bağlamında ise son cümlemiz, kitabın adından mülhem şu ifade olsun: Hayatın Şiiri Edebiyat, Âtıf Bedir’in hayatının şiiri olmuştur.”
Mehmet Özger - Şiirsel Hatıralar: Gökyüzünde Arıcık Kuşları...
“Âtıf Bedir’in hatıraları mekâna değil daha çok zamana dönüktür. Çünkü sözünü ettiği Maraş toprakları orada duruyordur. Şehir, köy, yayla, bağ bozumu vb. yerli yerindedir belki ama o zamanın doğası da yoktur insanı da. Yazarı yazmaya iten asıl saik de bu değil midir? Kaybolan bir dünyayı en azından kayda geçme ihtiyacı… Ya da ele geçirilemez çocukluğun –ki bu bir tür rüyaya benzer- anımsanma ihtiyacı…”
Bilal Can- Direniş Hattında Gittikçe Azalan İnsanlar
“Âtıf Bedir, Nuri Pakdil hüznü giymiş ve onunla direniş hattında, hattı müdafaa etmiş, Sezai Karakoç’un dirilişiyle şahlanmış, hâlinde ve tavrındaki dervişane tutumuyla Mavera’nın sularından içmiş ve onlardan aldığı mesajı özümseyerek eserlerine bir nakkaş edasıyla işlemiştir.”
“Âtıf Bedir, sunuş yazısında Pakdil’i ele alırken onun Türk edebiyatında yerli düşünceyi savunarak 1969-1985 yılları arasında Edebiyat dergisi bünyesince birçok yazar yetiştirdiğini, dolayısıyla Edebiyat’ın bir okul vazifesi gördüğünü, bunda da Nuri Pakdil’in emeği ve çabasının çok büyük olduğunu ifade eder. Pakdil’in idealist yönüne vurgu yapan Bedir, her gününü aynı titizlikle geçiren bir yazarın, mütefekkirin ödün vermeden seksen beş yıllık ömrüne neleri sığdırdığını da ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır.”
Âtıf Bedir'le Hayat-Memat ve Edebiyat Üzerine
Dosya kapsamında Mehmet Solak’ın sorularını cevaplamış Âtıf Bedir. Kitaplardan, anılardan, Nuri Pakdil’den, edebiyat dünyasından bahislerin açıldığı bir söyleşi olmuş.
“Kendimi şair olarak tanımlamak, şair olarak anılmak isterim. Ama şairlik şiir yazmakla olmuyor. Ayrıca her şiir yazan kişinin kendisine şairim demesi bana göre değil. Bir zamanlar İstanbul’da sokakta rastlamıştım. Bir adam elinde çantayla Eminönü’nde dolaşıyordu ve çantada “şiir yazan şair” yazıyordu. Okur beni nasıl tanımlıyorsa önemli olan odur. Belki de ne şair ne de yazarım.”
“Nuri Pakdil çağımızda yaşamış olan en özgün yazarlardan biridir. Onun hem yazarlığı hem de yaşamı edebiyata dâhildir. Yaşamı yazdıklarından ayrı düşünülemez. Nuri Pakdil: Direniş Hattında Bir Devrimci’yi yazmaya karar verdiğimde yazarla ilgili çok az çalışma vardı. Bunlar da daha çok Pakdil’i dışarıdan tanıyanların hazırlamış olduğu çalışmalardı. Bir de yazara dair özel sayılar ve sempozyum bildirileri niteliğinde kolektif çalışmalar vardı. Pakdil’in hem düşüncesine hem de yaşamına yönelik bütünlüklü bir çalışma yoktu. Bu kitap böyle meşakkatli bir işe girişmekti. Sonunda kitaplaştı, bu kitapla aynı zamanlarda ve daha sonra benzer çalışmalar yapıldı. Pakdil’i tanımlarken “devrimci” kavramını kullandık. Çünkü bizzat yazar kendisini tanımlarken ‘devrimci’ kavramını kullanır.”
“Türk edebiyatı daima devingen olmuştur. Edebiyatın nabzı daima dergilerde atmıştır. Yeni akımlar, yönelimler, eğilimler dergi sayfalarında vücut bulmuştur. Bana göre karamsarlığa gerek yok, edebiyat iyiye doğru gidiyor. Kimse merak etmesin şiir ölmüyor, dergiler ölmüyor. Belki yakın gelecekte biçim değiştirecekler ama hep var olacaklar. Edebiyat alanı hep hareketlidir. Belki de en yenilikçi, devingen, kendini yeniden üreten alandır. İnsan yok olmadıkça edebiyat da yok olmaz.”
Âleme Duyarlı Bir Yürek: Ersin Nazif Gürdoğan
Erol Çetin, Nazif Gürdoğan hakkında yazmış. Gürdoğan’ın düşünce dünyasına yoğunlaşan bir yazı olmuş bu.
“Ersin Nazif Gürdoğan, edebiyat, şiir, sekülerlik, tüketim toplumu, çevresel ve ruhsal kirlenme, Anadolu insanı, umut ve ölüm gibi konular hakkında özgün değerlendirmeleri olan duyarlı bir yürektir. E. Nazif Gürdoğan edebiyatın sınırların ve ülkelerin ötesinde, insanların düşünce ve eylem dünyalarına yeni boyutlar kazandıran, çok zengin, çok gizemli bir dünyaya sahip olduğunu vurgular. Ona göre edebiyat geleneğini derinleştirmeden, medeniyet dünyasını zenginleştirmek imkânsızdır.”
“E. Nazif Gürdoğan’ın düşünce dünyasında şiir ve şair çok özel bir yere sahiptir. Hayatın güzelliğinin şiirde gizli olduğuna inanan Gürdoğan’a göre şiirde güzelliği yakalayanlar hayatı yaşanır kılmaktadır. “İnsanın bedeni ekmekle, ruhu da şiirle beslenir” diyen Gürdoğan, şiirin ruhu güzelleştirdiğine ve zenginleştirdiğine inanır. Ona göre şair Allah’ın ölümsüzlüğü aramakla görevlendirdiği insandır. Zira ölümlü dünyada ölümsüz dünyanın kapılarını ancak şairler açar. Ölümsüz şiirler sayesinde insanlar ölümsüzlüğün tadına varırlar.”
Kahramanmaraş’ın Dağları
Ali Göçer, dağ serinliğinde bir yazı ile Maraş havası estiriyor üzerimizde. Artık Maraş adını her duyduğumuzda dağların serinliği kadar depremin sarsıntısını da hissedeceğiz içimizde. Nuri Pakdil’in “Her dağın bir duruşu vardır.” sözü rehberliğinde dağlardayız.
“Kahramanmaraş’ın dağları çocukluğumun dağlarıdır. Düşle gerçek arasında gidip gelen birer masumiyet tablosudur onlar. Çocukluğumda hep uzaktan bakıp da hiçbir zaman ulaşılamaz sandığım zirvelerine bunca zaman sonra niyet etmek doğrusu bende bir mahcubiyet duygusu oluşturdu. Şimdiye değin neredeydin deyiverse, cevabımın olmamasıdır beni bu mahcubiyet duygusuna iten.”
“Dağcı, dağa çıkan kişi değil dağı hisseden kişidir. Dağla arasında bir çeşit diyalog kuran kişidir. Bu diyalog kimi zaman mistik bir iletişim olduğu gibi kimileyin de dışa dönük görsel bir diyalog olabilir. Ben bunu önemserim, o yüzden de bir dağ benim için belli irtifası olan bir doğa parçası değildir. Her dağ bir karakterdir. Her dağın farklı özelliği ve insanda bıraktığı bir etkisi vardır. Rahmetli Nuri Pakdil Üstad’ın güzel bir sözü vardır “Her dağın bir duruşu vardır.” diye. Bu yüzdendir ki, o duruş bizde her dağı farklı kılar. Her dağın bize anlattığı öykü farklıdır. Ancak çocukluğumun dağlarının kuşkusuz bende daha özel bir yeri vardır.”
Doğu ve Batı’ya “Balkon”dan Bakmak
Şiir ve balkon dendiğinde akla gelen iki isim var; Baudelaire ve Sezai Karakoç. Temalar birbirinden farklı olsa da ortak nokta; balkon. Şener Öktem, değişen balkonlar, batının balkona bakışı, mahremiyet gibi birçok noktadan ele alıyor konuyu.
“Baudelaıre’in, anne/sevgiliye yazmış olduğu tinsel/tensel özellikteki şiir, Batı normlarına göre normaldi. Sezai Karakoç’un mahremiyeti önceleyen “Balkon”u da o dönemlerde, Batı eleştirisi olarak anlam dünyamızda karşılığını buluyordu. “İçimde ve evlerde balkon / Bir tabut kadar yer tutar / Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen / Şezlongunuza uzanın ölü” Burada, şiirlerin çözümlemesi üzerinde duracak değilim. Sezai Karakoç’un Balkon şiiri özelinde, Doğu/Batı bakış açısının, genç neslin anlam dünyasındaki tekabülüne değinmeye çalışacağım. Yakın zamanlara kadar balkon; evin, ev halkının, evdeki hayatın, dışa açılımıydı. Özellikle pandemi döneminde, nefeslenme yeri, nispeten doğayı, sokağı, göğü görebileceğimiz, evin hayatla bağı idi. İşte bu balkona, Batı mimarisine benzememe adına, çamaşırların mahremiyeti üzerinden yazdı eleştirel şiirini Karakoç. Binaların yeni yeni 5-6 kata çıktığı ve binalar arasındaki mesafenin azaldığı bir dönem. Yıl:1957”
“Baudelaıre’in şiiri, mahremiyeti yok saysa da bugün de Batı anlayışında tutarlıdır, karşılığı vardır, okunur. Yedinci oğul’un ise Masal’ı yarım kalmıştır. Sekizinci oğulu, zamanın ruhunu gözeterek kendi ruh haritasının farkındalığını oluşturup özneleştirecek yeni şiir, yazı ve “okumalar"a ihtiyaç var. Aslolan; şiiri, duruşu, düşüncesi ve yaşayışıyla örnek bir şahsiyet olan Sezai Karakoç’u yaşatmak değil, onun “yaşatma sevincini” yakalamaktır.”
Şiirin Çatısı Olarak Ses ve Kelime Tekrarı
Metin Kaplan, ses ve kelime tekrarlarının şiirdeki yerini ve önemini anlatıyor İhsan Deniz’in şiirleri eşliğinde.
“Seslerin, kelimelerin hatta mısraın tekrarı (asonans, aliterasyon) herhangi bir vezin ile yazılmayan ve “serbest” olarak tanımlanan modern şiirimizde de çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Çok iddialı bir ifade olsa da modern Türk şiirinde ahengin sağlanmasında, mananın pekiştirilmesinde ve coşkuyu artırmada en kolay ve en sık kullanılan yöntemdir de denilebilir. Hatta bu tekrarlar bazı şairler için şiirin çatısını oluşturur. Klasik divan şiirinde daha çok aruz ölçüsünün matematiği şiirin çatısını oluşturuyor ve bu matematiğin getirdiği bir gereklilik olarak tekrarlar şiirin çatısı altına yerleştiriliyorken, modern Türk şiirinde tekrarlar yer yer çatının kendisine dönüşmektedir.”
“Şair İhsan Deniz aramaktan vazgeçmeyen, hep deneyen ve böylece şiirini diri tutan, bunu yaparken de kendisi olmaktan ödün vermeyen bir şair. Seksenli yıllarda filizlenen ve Türk şiirine yeni bir soluk getiren kuşağın önemli bir ismi. Toplu şiirlerini içeren “Dut Ağacında” isimli kitabı 2015’te Hece Yayınları tarafından basıldı.”
Kitabınız Çıkınca Ne Hissettiniz?
Zeynep Karaca, “Kitabınız Çıkınca Ne Hissettiniz?” sorusunu cevaplıyor yazısında. Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek kitabının şaire hissettirdiklerinden bir bölümü buraya alıyorum.
“Hayatımızda bazı anları dondurmak isteriz. Bunlar daha çok mutluluk ve sevinç anlarına hitap eden vakitler, saatlerdir. Belki de ilk duygusu buydu diyebilirim. Bir tür coşku ve heyecan. Böyle hissetmeme sebep olan; sanat alanında bir emek verdikten sonra, bunu somutlaştırdığımız ânın heyecanıdır. Zaman zaman da geçmişimle bugün arasında gidip gelme duygusu yaşattı bana. Dokuz yaşında annesinin ölümü üzerine babasının odasına gidip şiir yazan bir çocuğun artık bir yetişkin olarak elinde tuttuğu o kitap belki de; bilincin çocukluktan bugüne akan bir gerçeklik olduğunu bana en sahici bir duygu olarak hissettirdi.”
Yitiksöz’den Öyküler
Gülçin Yağmur Akbulut- Geçmişin Gölgesi
“Yargılama beni! Suç benim değil, tozlu masallardan havalanan küçük kanatlı kuşların Hâkim Bey.”
“Kapı kilidini değiştirmemiş olmaları benim için bir şans olsa gerek ya da benim göremediğim bir şansızlık abidesi. Hırçın bir muamma belleğimde. Geçmişin izleriyle çoğalıyor muyum yoksa eksiliyor muyum? Anıların havzası bana ait olmayan bu ev. Bir türlü kopamıyorum dehlizlerinden. Alev su ile söndürür kendini. Ben ise bu çatı altındaki geçmişin izleriyle.”
“Çalar saat gibi kurulu beynimin sirenleri. Sabah 07.30 evden çıkış. Akşam dönüş 18.30, en geç 19.00. Allahtan iş yerim sığınağıma yakın. Öğlen arası bir, akşam vakti bir buçuk saat cepte. Kurum amirim anlayışlı. Paydos vakitlerinde yirmi dakika, yarım saat göz yumuyor erken çıkmamıza. Gün boyu bana kalan iki buçuk saat anıların geçidinde.”
Hasan Keklikci - Ceviz Ağacının Başındaki Sincap
“Durup dururken bir rüzgâr peydah oldu. Geldi ceviz ağacının yüksek dallarına girişti. Ufaktan bir itiş kakış başladı. İş uzadı. Eski defterler açıldı. Ceviz ağacı diklendi. Kalın dallarıyla rüzgârı kesip biçti. Rüzgâr da boş durmadı şiddetini arttırdı, kavgada üstünlüğü elde etti. Ağaca eziyet etmeye başladı. Eziyet de ne kelime, resmen işkenceye soyundu. Ağacı sallıyor, eğiyor, büküyor, dallarını birbirine vuruyor, cevizleri yerlere saçalıyor. Yaprakları yırtık pırtık ediyor. Köpük sucuğu çalısıyla çırpılmış gibi yaralı bereli yapraklar havada savruluyor, uçuşuyor. Bu şımarmış, fırtına kesilmiş rüzgâr; zeytin, incir, elma gibi boyları kısa ağaçlara dokunmuyor. Eziyeti sadece ceviz ağacına. Ceviz ağacından yüreğini soğutamayan rüzgâr barajın karşı tarafındaki zeytin ağaçlarına gidiyor, bu defa da. Güneşi zeytin ağaçlarının yapraklarının üzerinde dalgalandırıyor, renkten renge boyuyor.”
“Bir çocuk sesine uyandı. Kundağa sarılmış bir çocuk sesine. Kapı, dünyanın üzerine kilitliydi. Ses pencereden geliyordu. Önce kuruyan boğazını ıslattı, bir iki yudum su içti. Açık pencerenin oluşturduğu cereyandan her yeri tutulmuştu. Kalktı pencereyi kapattı. Adamın durduğu yere baktı, karanlıktı bir şey göremedi. Çocuğun sesine kimse uyanmamıştı. İnşallah bu adam bizi bir derde koymaz, diye düşündü. Az sonra kendini otogarda buldu. Lokantada…”
“Ceviz ağacının altında güneşin kendisini görmediği bir yere sandalyesini çekip oturdu. Üzerinde iki kanat dolusu güneş ve altında kocaman bir gölge taşıyan bir kuşa takıldı gözleri. Kuş, gölgeyi barajın ortasında suyu kazan iki köylüye götürüyordu sanki. Taşıdığı gölgeyi vermeden köylülerin üzerinden geçerek suyun üzerinde bir müddet gitti. Sonra geri döndü; gölge yavrusuymuş da onu gezdiriyormuş gibi çocuksu hareketlerle balık tutan adamın yakınındaki bir erguvan ağacına kondu. İrice bir balık suyun yüzüne çıktı, su dalgalandı. Barajın yüzeyi suyla doldu. Adamlar, ağaçlar ve kuş karşıya geçti.”
Erol Yıldırım – Yılan Kurusu
“Fötr şapkasını sinirli bir şekilde düzeltti Rüstem, sonra ellerini arkasına bağlayıp, saatler önce indirilmiş inşaat malzemelerinin arasında dolaşmaya başladı. Çimento torbaları, kireç çuvalları, tuğla blokları, taş parçaları, kazma, kürek sağa sola gelişi güzel bırakılmıştı. Onların biraz yanında toprağın altından çıkarılmış küçük bir borudan kendi halinde akan suyu avuçlayıp yüzüne, boynuna doğru serpiştirdi. Aylardan temmuzdu ve akşamüstü olmasına rağmen hava sıcak ve bunaltıcıydı. Gerçi saatlerdir bekliyor olmak onu daha çok bunaltmıştı.”
“Muhtar hafiften kahkaha atmış ama Rüstem’den yine ses çıkmamıştı. Aklı hala tüm korkunçluğu ile belleğine saplanan yılan kurusundaydı. Muhtar’ı hiç duymamış gibi vitesi artırıp biraz daha hızlandı.”
“Son gün, yani çeşmeyi bitireceği gün, yine her zamanki gibi akşamüstüne yakın, kulübesinden çıkıp yola koyuldu. Aklında sevdasının itiraf cümleleri, dilinde aşk türküleriyle… Öyle kör, öyle dalgın, öyle dünyadan kopmuştu ki, gökyüzünde kara kara bulutların toplandığının farkında bile değildi. Her adımını attığında bulutlar artıyor, rüzgâr hızlanıyor, hava soğuyordu. Ne zaman ki kararan hava ve rüzgârdan savrulan ağaçlar yüzünden önünü görmez oldu, gaddar bir fırtınanın yaklaştığını ancak anlayabildi.”
“Ertesi sabah çeşmenin bitip bitmediğini kontrole gelen Almanyalı Rüstem, beklemediği bir manzara ile karşılaştı. Çeşmenin bir yanı tüm güzelliği ile dururken, sağ yanı balyoz darbeleriyle yıkılmış, harap edilmişti. Öfkeden deliye dönmüş halde günlerce Çeşme ustasını aradı. Her yerde onu sordu soruşturdu. Ama artık onu ne gören, ne duyan, ne de bir haber alan vardı. Kalbine saplanan yılan kurusunu sır edinip, sır olmuştu çeşme ustası Bilal.”
Süheyla Karaca Hanönü-Halamın Koltukları
“Uzun zamandır depoda beklemekten sıkılmıştı. Her gün depodan birileri ayrılıp sahiplenildiği eve gidiyordu. O gün kendisini taşımak için gelen adamları görünce heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Önce bir kamyonete yüklediler özenle. Artık kendisine de bir yuva bulunmuştu.”
“Kapının önünde gözleri parlayan bir kadın belirdi. Evin hanımı olduğu her hâlinden belliydi. Adamları odanın önüne kadar yönlendirerek elinde tuttuğu kahverengi bir ipe bağlı anahtar ile kapıyı açtı. Yeni odasına yerleşmişti. Soğuk bir depoda beklemek yerine sıcak bir yuvası olacaktı artık. Ev halkı ile tanışmayı heyecanla bekliyordu.”
“Çikolata ve kahve bağımlısı olan yeni gelin, daha ilk haftadan kahve döküvermiş koltuğa. İyice silse de gölge şeklinde lekesi kalmış. Halası, gelin mutfakta hazırlık yaparken annesine gösteriyordu lekeyi iç çekerek.”
Zeynep Sati Yalçın – Tavuklu Saat
“Onunla tanıştığıma bin pişmanım şimdi. Daha fotoğrafını görür görmez anlamıştım, hiç bana göre değildi. Gülen bir fotoğraftı, ama gözlerde bir Nemrutluk vardı sanki... Neme lazımdı evlilik yolunda ciddi düşünen erkek arkadaş... Liseyi yeni bitirmiştim, evde kalmış kız kurusu değildim ki henüz. İş olsun diye tanışayım dedim, beğenmezsem vazgeçerim, başıma silah dayayacak değil ya dedim… Kazın ayağı öyle değilmiş, daha ilk tanışmada tutturdu evlenelim diye, yok dedikçe üsteledi.”
“Başucuma bir saat bıraktı bilmem ki ne kadar süre sonraydı... Ayaklı, yuvarlak, kulplu bir saat. Her tik takında eğilip doğrulup önündeki taneleri yiyen bir tavuk var içinde. Etrafında birkaç civciv. Benim gibi sürekli aynı şeyi tekrarlıyor. Onun sesinden nice hatıralar düşüyor içime. Gece de ay mı doğmuş, sabah olacak da birazdan güneş mi doğacak, arasında kaldığım bir zaman dilimi yaşadığım. Tek algım bu çalar saat.”
“Akşam olmak üzere mi sabah olmak üzere mi belirsiz bir vakitte duydum kaval sesini. Kaval benim son umudum. Çoban yaklaşırsa belki ona duyururum sesimi. Bir kaval sesine tutundum yaşamak için. Kaval sesinden üç saat sonra o geldiğine göre kaval çaldığında ikindi vakti olmalı. Güneşsiz de olsa kaval ve saati takip ederek gün algısı kuruyorum kendime yeniden.”
Yitiksöz’den Şiirler
söylenen bir tren ne bileyim
çele çala yol alan
savardım makas açarak
devler dururmuş önüne
dar evleri yıkarlarmış üstüne
ne diyeyim canını sürüyen
çocuk gibi konuşan tuhaf tuhaf bir tren
hiç geldi mi beyaz dağ içlerinden
Bünyamin K.
Şimdi şu perdeleri çekip upuzun kaybolmalara ne dersin Hâfız, dünya yolculuğunu
unutup aynalarda yaşamaya?
Yağmurlara ve koşan taylara bakıp da yapalım bunu; yüzlerimiz ellerimizde olarak,
hayret kapısındaki otuz kuş gibi
Yoklukla aramızda ince bir çizgi kalsın yine de ve kulak verelim içimizdeki suyun
sesine yol boyunca
Bitsin artık bu amansız ayrılıklar: uçsuz bucaksız denizlere doğru, gece gündüz hiç
durmadan
Biz şimdi bu noktada duralım Hâce, yaşamakla var olmanın tam ortasında
Adem Turan
şimdi ne gereği var bunca 20. yüzyıl
çakırkeyf hurdalıklar arasında çöl yelpazesi
O çağın öğürdüğüdür şimdiki öğüttüğüdür insan
her şeyin en başa döndüğü O devran O âdem masalı
ufukta nuh da yok ibrahim de heyhat
dağı erittiler ve zülkarneyn O mezarından
ellerinin arasına aldı başını her yer şimdi
düğün tenhalığı
Yunus Emre Altuntaş
Gitmek için kıvrılan ırmaklara benziyor mutluluk
Büyümek için sabırsızlanan çocuklara
Hiç acelesi olmayan bulutlara
Budanmış hayat ağacına benziyor haziranda
Mutluluk sararmak için sızlanıyor
Sabır sızlanıyor buğday başakları
Yıkılmış zeytin ağaçları
Orman yangınları, kurutulmuş sazlıklar
İrademi kırma benim ya rabbelalemin
Çilek toplamaya yüzüm kalmadı benim
İbrahim Gökburun
Kuşlar mavi göğe dayadı başını
Mevsimlerin şakağında ağardı zaman
Aynalar küsmedi henüz yüzüme
Sen güzelliklerle koşup geldiğin an
İmalı akan bir ay şadırvanıdır şimdi gece
Seni sorar hüzne söz açıp tenhalardan
Kıyısına kırılmış bir nehir gibi dargın
Senden evvel sesin gelir uzaklardan
İnci Okumuş
toprağa çakılı kalmanın dehşetidir
figanı büyüten ellerin nerede
nerede olduğunu parmaklarının
ayağının ve tırnaklarının ararken
kapana kısmazsan dağın doruğuna
bakarsın ihtimal sulara karşı yol alırsın
belki nehrin kaynağına
köpüklerle süslenmiş kaynağına nehrin
daldır saçlarını hem aynı anda bedenini
nehir temizler belki bedenini ve suçlarını
Ali Sali
Seni yağmak günün bu alazında
Islak sokak ve yüzünde şamar şamar otomobil sesleri giderek...
Sayıyor çocuk, pencereden ekabiri, tekerlekler ve renklerden en boncuk maviyi
Rampa inmek incitiyor dizleri, nazlı boynunda kuğulanıverip inci gerdanlık bu değer
Dizler ki alıngandır ve dirsekler ve bilekleri susmanın meğer tutulan
Müezzin yorgun şehrin kulağına üflerken sabahı
Ne buyurgandır yarın ve insan ne yağmurlu bir mevsim,
ezan ne kırmızı bir çiçek...
Sıddıka Zeynep Bozkuş
döner aklım ve bir de dünya
döner başımda bulutlu eksen
güneş karanlığa batıp çıkar ki o kıyamet
yüzüme bir çocuk imdadı düşer /o da kıyamet
ah çok kuş yağmuru ısmarladım kanatlarıma
çırpındıkça katılaştı çamurlu dünya
uğultulu bir çember içindeyim
ateşler döner aklımda
kalbimde dönmesin Allah’ım
Yasin Mortaş
kendi mezarına indiğin merdivenlerde
haritan taşlarla çizilir
hesabını sormaz kimse
adından kayan bir yıkımla
ölmen gözlerde kalan bir küçük izdir
Yâren Nur Özen
taşların da kalbi var
ne de çok acıttılar,
resmettiler göğe bulutları
bir bir kırıldı aynalar
öpecek bir yüz bulamadı çocuklar
saatsiz de döner dünya
mevsimler değişir,
hayat ağrısından iki büklüm yaşlılar
ölmek için her sabah
yeniden dirilecekler…
Mustafa Işık
hıçkırık sesleri dokunduğunda gecenin örtüsüne
acı haberleri kim savurur üstümüze
zaman ve mekân arasına serilen incecik boşluktan
hangi duayı umar yorgun ellerimiz
içimizden geçen şarkıların ağırlığı
kuytu köşelerde çoğaltır da tekil yalnızlığımızı
sabahın nefesinden süzülen umut serinliği
dindirmeye yetmez kalbimizin sızısını
Akif Dut
Hayretten biçilmiş bir sesti ömrüm
Geçti, yorgun ırmaklar boyunca
İnsanın insana ettiğine şaştım en çok
Aradım cevaplanmış sorulardan bir sığınak
Aradıkça imkânsız yollar birikti içimde
Al bu sayrılı çehremin tapındıklarını
Bütün yontulardan azat eyle
Uçsun bütün ateş kuşları masallardan
Ahdime dönmedikçe iflah olmam
Ciğerlerim yanık o günden beri bilirim
Ellerimde olup bitenin ah u zarı var
Âtıf Bedir
Muhit Şubat 2023 Sayısı
Tarihler dönüp duruyor. Takvim yapraklarında isimler değişse de anlam yüklü bir hayatı unutmamak ve unutturmamak gerek. Şubatın ne kadar soğuk olduğunu 90’lı yılların sonunu yaşayanlar çok iyi bilir. Ruha işleyen bir soğuk öyle bir kinle esti ki üstümüzde etkisi bugün bile devam ediyor. Bitti, geçti rehavetini yaşayacak zaman değil. 28 Şubat sürecinin artıkları hâlâ çekildikleri köşelerinde fırsat kolluyorlar. Yüzleri değişse de yalancı gülücüklerle herkese hoş görünmeye çalışsalar da biliyoruz ki zihniyeti bozukların ipiyle kuyuya inilmez.
Muhit dergisi Şubat 2023 sayısında Mustafa Özel, 28 Şubat Düşünceleri yazısında o günlerden bugünlere darbeleri, hainlikleri, hainleri işliyor. Unutulmaması gereken noktalara tekrar tekrar dikkat çekiyor. Müslüman rehavete kapılmayacak. Çünkü bu toprakların zalimleri hiçbir zaman eksik olmaz; şekil değiştirir ama mutlaka fırsatını bulduklarında hemen inlerinden çıkarlar.
“Bendenize göre, askeri müdahaleler içinde en etkilisi, en kapsamlısı, en vurucusu ve en sofistikesinin 28 Şubat 1997 Cuma günü olanıdır. Böyle düşünmemin sebebi, bu süreci çok içeriden, çok “içten” yaşamış olmam değildir. Yine bir Cuma günü yapılan 12 Eylül 1980 darbesinde, İzmir İmam Hatip Lisesi öğrencisiydim. On altı yaşındaydım. Sabah namaz için kalktığımızda yurdun içinde, koridorlarda, ellerinde silahlarıyla askerler dolaşıyordu. 12 Eylül darbesinin muhatabı, doğrudan İslâmî hassasiyeti olan insanlar değildi. Onlar da kısmen muhatap edinilmişti. Hatta 6 Eylül’de Konya’da yapılan Kudüs’ü Kurtarma Mitingi’nin bu darbede etkisi olduğu ileri sürülmüştü. Bence darbe gerekçeleri arasında söz konusu miting, listeye bile girmez. 28 Şubat’ta üniversitede araştırma görevlisiydim, doktora yapıyordum. Arkadaşlarla, kendimizce, sosyal, kültürel çalışmalar yapıyorduk. Siyasetin içinde değildik doğrudan, ama ülke meseleleri her zaman gündemimizin ilk maddesiydi.”
“Yazıyı, 28 Şubat günlerinin baskın isim ve kelimeleriyle sonlandıralım ki, bilenler unutmasın, bilmeyenler öğrensin:
Süleyman Demirel, İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Çevik Bir, Osman Özbek, TÜSİAD, Anayasa Mahkemesi, YÖK, Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Nur Serter, Vural Savaş, Fetullah Gülen. Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim, İkna Odaları, Batı Çalışma Grubu, El Ele Zinciri, Başörtüsü Yasağı, Brifing.
Ve medya. MEDYA olmasaydı, 28 Şubat darbesi asla olmazdı.”
Akdeniz’in Yitik Hafızası
Hasan Mert Kaya, büyük bir coğrafyanın yüzyıllar boyunca hüküm süren kültürüne, manevi değerlerine, hisli bir dokunuş yapıyor. Akdeniz’i çevreleyen İslam coğrafyasının sömürülen, unutturulan değerlerinin izini sürüyoruz. Karşımızda sözde medeni Avrupa var. Sömürüyle büyük medeniyetleri yerle bir eden Avrupa…
“Coğrafi terimler önemlidir. Bu anonimleştirme kasıtlı ve bilinçli bir tercihin sonucu. Basra Körfezi İran için “İran Körfezi”, Araplar için ise “Arap Körfezi”. Bir İngiliz icadı olan “Ortadoğu”, nerenin ortası?.. Bu kavramların tamamı Avrupa’yı merkeze alan (Eurocentric) bakış açılarının üretip zihinlerimizi mağşuş ettiği kavramlar. Akdeniz İslâm medeniyeti işte tam da bu bakış temelinde üretilen Akdeniz söyleminin unutturmaya çalıştığı büyük bir mirastır. Bu miras parlayan bilgi kandiliyle, bağnazlık ve acı üreten bir akıl tutulmasının pençesinde debelenen ilkel Avrupa’yı karanlıktan aydınlığa çıkardı. Avrupa’ya bilgiyi aktaran iki önemli etkileşim merkezi vardı: Endülüs ve Sicilya.”
“Emevîlerin mozaik süslemelerine olan ilgisi Endülüs ve Sicilya’da da devam etti. Kurtuba (Cordoba) Ulu Camii Mihrabı’nın baş döndürücü güzelliği mozaik sanatının zirve örneklerindendir. Yapan sanatçılar ise Bizans dönemi İstanbul’dan Endülüs’e gitmişti. Emevîler sonrasında ise Abbasilerin sanatta geometrik formları öne çıkardığını görüyoruz.”
“Abbasilerin Suriye ve çevresinde yaptığı büyük Emevî katliamından kurtulan tek kişi olan I. Abdurrahman çok zorlu uzun bir yolculuktan sonra ulaştığı İspanya’nın güneyi olan Endülüs’ü bağımsız bir emirlik haline getirdi. Ardından Kurtuba ve yakınındaki Medinet’üz Zehra birer ilim ve sanat merkezine dönüştü. Abbasiler Abdurrahman’ın peşini asla bırakmadılar. Endülüs’e defalarca suikast timleri gönderip onu öldürmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar.”
“Bugün Akdeniz denilince akla yalnızca Akdeniz’in Avrupa kıyıları gelmemeli. Avrupa müzeleri Lübnan ve Suriye sahillerinden başlayıp Kıbrıs, Rodos, Girit, Sicilya, Malta, İbiza, Mayorka ve Minorka üzerinden Endülüs’e uzanan Akdeniz İslâm kültür hafızası mutlaka canlandırılmalı.”
Dinek Dağı
Dursun Çiçek’le bu sayı yolumuz Dinek Dağı’na düşüyor. Dilimizde bozlaklar, aklımızda dağ esintisi, içimizde dinmek bilmez bir özgürlük tutkusu çıkıyoruz Dinek Dağı’na.
“Anadolu’nun, Kırşehir’in, Kırıkkale’nin, Keskin’in, Çiçekdağı’nın bütün dağları türküdür bizim için. Ağıttır, mayadır, kırık havadır, bozlaktır. Çiçek Dağı kırık havadır mesela. Everek Dağı ağıttır, Kartal Kayalıkları mayadır. Ama Dinek Dağı bozlaktır.”
“Dinek Dağı’nın her yerinden Dadaloğlu’nun sesi gelir. Davul çalan, zurna çalan, bağlama çalan veya bozulayan her abdal, Dadaloğlu olur Dinek Dağı’nda. Rüzgârın uğultusu yüzünüze değerken bir feryadı taşır kulaklarınıza. Avuçlarınızda içtiğiniz veya yanaklarınıza çarptığınız buz gibi su, sanki Issık Göl’den gelmiş gibidir. Gönül sınır tanır mı mekânda? Tanımaz…”
“Dinek Dağı’ndan Keskin’e doğru yola koyulurken sanki her bir ağacın ardından bir ozan bakıyor. Muharrem Usta, Hacı Taşan, Neşet Ertaş, Seyit Çevik birer türkü, birer bozlak olup ses ediyorlar bize. Bir sabah namazı vakti Ankara’dan yola çıkan Derviş Ali, Dinek Dağı’nda mola vermiş bozuluyor. Her türkü gibi her bozlak gibi dağları ve dağ gibi insanları anlatıyor. Biz de her zaman olduğu gibi dağların sırrını türkülerden, bozlaklardan dinlemeye ve anlamaya devam ediyoruz…”
Basitliğe Şaşırmak!
Hayat, şaşırtmaya devam ediyor. Yeter ki şaşırmasını bilelim. Ne yazık ki günümüzde şaşırmayı da unuttuk. Her şey olup bitiyor ve sıradanlaşmış bir oyunu oynuyoruz. Renkler birbirine karışmış. Yüzümüz allak bullak. Murat Güzel de yazısında basitliğe şaşırtmaktan bahsediyor. Ya da şaşırmamaktan…
“Akıl stratejiyse zekâ taktiktir. Çoğu kez birbirine karıştırılıyor bu ikisi... Zeki denenler genelde “hinoğluhin” oluyor çünkü zekâ aklın kurduğu “bağlantı”yı kurmuyor ve anlık parıltılarla iş görüyor. Oysa akıl daha “süreçsel.” Durumlar arası rabıtaya mutlaka dikkat ediyor...”
“Yeni doğmuş bir bebek bile ölmek için yeterince yaşamıştır. Dünyadan bir nefes içine çeken herkes ölmeye yeterlidir.”
“Sıradanlık, bir insanın en mahrem işidir.”
“En ürktüğüm insan tipolojisi hınç sahipleridir. Hınçları sebebiyle çok sık saf değiştirir, hata ederler. Daha düne dek yanaşmak üzere takla attıkları çevrelerden uzak düşünce o çevrelere ilişkin en olmadık kanlı baskınları onların düzenlediğini görebilirsiniz.”
Şiddet: Kanayan Yaramız-2
Şiddet konusunu işlemeye devam ediyor Kemal Sayar. Bu sayı, kadına karşı şiddeti ele alıyor. Şiddetin toplumsal boyutu, çeşitleri, insanları cenderesine alan şiddet gibi birçok konu işleniyor yazıda.
“Kadınları güçlendirmek için yapılan tüm çabalar çok kıymetli fakat erkekleri ve hâkim olan erkeklik kültürünü kapsamayan eğitim ve müdahale sistemleri bizi kapsamlı bir çözüme taşıyamaz. Ayrıca bir evde şiddet sarmalı başladığında şiddetin uygulayıcıları sadece erkekler olmuyor. Sürekli şiddet gören, belki de gördüğü şiddeti içselleştiren ve tahammül eşiği azalan anneler de çocuklarına şiddet uygulayabiliyor. Şiddet bir kez başladığında bir orman yangını gibi yayılır, kimin kurban kimin suçlu olduğunu seçmek güçleşir.”
“Şiddet uygulayan kişiler ilk bakışta normal kişiler olarak görünebilirler. Çok iyi bir komşu, çok iyi bir iş arkadaşı olan bir kişi evinde çocuklarına veya eşine şiddet uyguluyor olabilir. Üstelik bu tip durumlarda dışarıdaki kişileri o kişinin evde şiddet uyguladığına ikna etmek bile zor olabilir.”
“Acı, beklentilerle gerçeklerin arasındaki uçurumdan kaynaklanır. Eşlerimiz asla mükemmel değildi, hiç olmayacaklar; tıpkı bizim de mükemmel olmadığımız ve olmayacağımız gibi. Mükemmeliyetçilik, genellikle ya hep ya hiç düşüncesine odaklanır; mevcut şey kusurluysa değerli de değildir. İdealize edilmiş eş ve ilişki beklentisi içinde olmak, ilişkimizde göremediğimiz engeller yaratır.”
Neye Muhtacız?
İnsanın bir kul olarak kendine sık sık sorması gereken bir soru var; “Ben neye muhtacım? Bir insan, bir kul olarak benim en çok neye ihtiyacım var? Maddi mi manevi mi eksiklik yaşıyorum.” Sorular devam edebilir. Önemli olan insanın farkında olarak yaşamasıdır. Selim Cerrah, neye muhtacız sorusunun cevabını arıyor yazısında.
“Eşyadan eşyaya hicret ederek mutlu olamayız. Eskiler “Az eşya, çok huzur.” derdi, ne acıdır ki şimdilerde “Ne kadar az insan, o kadar çok huzur.” deniliyor. Tüketim çılgınlığından ne kadar uzak kalırsak dünya bize o kadar hizmet eder. Fiyatı fazla olanın değil, değerli olanın peşinden koşarsak bunları yapabiliriz. Gergin ortamlardan, sinirli hâllerden, kötü arkadaşlıklardan uzak durarak yapabiliriz.”
“Evladüiyalimiz bizden daha zengin şekilde dünyaya göz açtı. Ya huzur? Eskilerin gecenin koynunda Allah ile buluşma anları olurdu, biz gece yarıları piyasayı takip ediyoruz. Kazanmak için satın aldığımız sanal emtianın bilançodaki kayıpları büyüdükçe gözlerimiz kan çanağı... Hesaplaşmaya şişkin hesaplarla gidiyoruz, bunlar ne kadar işimize yarayacak göreceğiz. Kefenin cebi yok, denilir.”
“Baltayı bilemek, kendimizi geliştirmektir. Kendimize, evimize zaman ayıralım, hayatımızı gözden geçirelim, zayıf yönlerimizi geliştirmek için çaba harcayalım. Dünyanın daha fazla başarılı insana değil, daha yürekli ve merhametli insanlara ihtiyacı var.”
Gelenek Bizim Neyimiz Olur?
Gelenek kavramı ne yazık ki içi boş kullanılan, ağızlara sakız olmuş bir tekerlemenin ötesine geçemiyor. Bilen de bilmeyen de sözünü sağlam bir kayaya yaslamak için gelenekten bahsediyor. Bilinmeyen bir gayya kuyusunun tam da başındayız. Elimizde, adı olan ama ruhundan bîhaber yaşanan gelenek var. Sadettin Acar, her gün biraz daha yıpratılan gelenekten bahsediyor yazısında.
“Kültürel ve geleneksel bazı ritüel ve kalıplara özensizce hatta kimi zaman hoyratça yapılan müdahaleler, beraberinde derin, tamiri çok zor hasarlar getirebiliyor. Zira geleneğin içinden süzülüp gelen bu değerler dinin kendisi değillerse de dine yaslanan çok ciddi bir arka plan ve hikâye taşırlar çoğu zaman. Yıllar içinde oluşmuş, tedricen ve ağır ağır şekillenmiş, zamanın eleğinden ve testinden geçmiş bu ritüeller, dinin sosyal ve gündelik hayat içindeki formlarına dönüşmüşlerdir adeta. Dahası, çoğu zaman geniş halk kitleleri din ile ekseriyetle bu ritüeller üzerinden bağ kurmaya çalışır. Bunlar adeta insanları dine taşıyan kanallar, onları dine ısındıran temrinler vazifesi görürler.”
“Müslümanların asırlar içinde geliştirip olgunlaştırdıkları formlara, ritüellere, temelde sünnet-i seniyye yataklık ve kaynaklık etmektedir. Bu anlamda denilebilir ki, sahih geleneğin en önemli birinci dayanağı sünnettir. Hazret-i Peygamber’in hayata taşıyıp ruh ve can verdiği, adeta ete kemiğe büründürdüğü vahiy ise, sahih geleneğin damarlarında dolaşan kan mesabesinde olup içten içe onu beslemiş, ona hayatiyet vermiştir.”
Geleneğin kutsanması ve tümden reddedilmesi iki aşırı ve arızalı bakıştır. Gelenekçilik ne kadar büyük bir sapmaysa, geleneği tümden reddetmek de ondan daha büyük bir problemdir. Bu iki marazi halden de uzak durmak gerekir. İhsan Fazlıoğlu hocanın, Abdulvahid el-Vekil’den naklettiği şu söz meseleyi öz bir şekilde ortaya koymaktadır aslında: “Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur. Gelenekçilik yaşayanların ölmüş ruhudur.”
Yenilik Paradigması mı, Özgünlük İlkesi mi?
Yeni mi özgün mü gibi iki kavramın tam ortasındayız. Yeni olan özgün müdür diye de sormak mümkün. Mehmet Narlı, yenilik ve özgünlük üzerine yazmış.
Mesela şiirde yenilik nedir? Biçimsel sistemlerde yenilenmeler olabilir; birim olarak beyit terk edilir de bentler gelir. Ses sisteminde tekrarların yerleri değişebilir. Tahkiyeli kurgudan sembolik kurguya geçilebilir. Daha önce üretilmemiş bir sembol veya imaj üretilebilir. Tam söyleyişten eksik, kırık söyleyişe geçilebilir vs. Bütün bunlar elbette siyasal, sosyal kültürel şartlardan etkilenebilir. Şair, benzerleri arasından kendini gösterecek bir yeniliğin, daha doğrusu özgünlüğün peşinde olabilir. Ama şunu da unutmamamız gerekiyor: Aslında edebiyatta her yeni öncekine göredir; öncekinin farklı bir görünüşüdür. Yani esasen edebiyat evrim geçirmez; yepyeni bir insan faaliyeti olmaz. İnsan gibidir. Her doğan bebek “yenidir” ama aynı zamanda hiç değişmeyen insan türünün süreğidir. Bütün insanlar birbirine benzer, hatta uzaktan bakınca hepsi aynıdır ve ama yakına gelince her bir insan diğerinden farklıdır. Tanpınar veya Karakoç söylüyordu: “Uzaktan bakan, bütün Osmanlı şiirini altı yüz sene yaşamış bir adamın yazdığını zanneder; öylesine yakındır bütün gazeliyat. Ama yakından bakınca her bir şairin değil, sadece her bir şiirin kendi özgünlüğünü görür.”
“Yenilik paradigması baskısının, görmenin sağlığını etkileyen olumsuz etkisinden özgünlük ilkesine yaslanarak kurtulabiliriz. Çünkü aslında bütün yenilik arayışları, hatta yenilikler -eğer varlarsa özgünlükten başka bir şey değildirler.”
Yaşar Kaplan İçin Hatırlayışlar
Kâmil Yeşil, Yaşar Kaplan’a dua niyetiyle bir veda yazısı kaleme almış. Elbette Kaplan’dan ve Aylık dergiden bahsediyor Yeşil.
“Yaşar Kaplan’ın edebi ve düşünce kimliği, Aylık Dergi’nin kendilerine katkısı gibi hususların tam olarak ortaya çıkması için bu imzalar içinde Kaplan’ın mektupları ve onunla ilgili hatıraların yayınlanması gerekir. Umut edelim bizim bu yazılarımız ilk adım olur ve arkası gelir. Söz bu isimlerden açılmışken hemen söyleyeyim ki Yaşar Kaplan’ın mütercim, fikir adamı, hatta gazeteci olarak tanıtılmasından büyük rahatsızlık duyacağını sanmıyorum. Tek şartla: Öncelikle öykü yazarı olarak tanımak ve tanıtmak. Ancak yurt dışında kalması ve uzun yıllar hem kitaplarının yayımlanmaması hem edebiyat dünyasından uzaklığı sebebiyle vefat ettikten sonra onun öykücü kimliğine vurgu yapılmadığını gördüm ki doğrusu üzücü bir durum.”
“Söylemesem olmaz. Pakdil’in de Yaşar Kaplan’ın da ülkedeki tasavvuf/tarikat olgusuna oldukça mesafeli, hatta sert bir yaklaşım içinde olduğunu gösteren birçok yazı okudum, şahit dinledim. Şüphesiz sahih, ehlisünnet, ehlişeriat olan tasavvuf ve tarikatlara karşı değillerdir. Ancak apaçık bir dille onayladıkları da söylenemez. Âkif ve İslâmcılığı ve İstiklâl Marşı konusunda da “suskundurlar.” Sonuçta kaderin dediği oluyor. İronik gibi görünse de Yaşar Kaplan, Nuri Pakdil ile Âkif ’in meskûn olduğu bir dergâhın avlusundalar. Yakınlarında da cami var ve beş vakit ezan okunuyor. Rabbim Tâceddin-i Veli başta olmak üzere Pakdil’e, Yaşar Kaplan’a ve Yazıcıoğlu’na rahmet eylesin.”
Mustafa Akar ile Söyleşi
Ervanur Erdoğan, Mustafa Akar ile toplu şiirlerinin yer aldığı Savaşa Çağrılmadığım Günler üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.
“Yayınlanmış dört kitabım, benim için bir dönemi temsil ediyor. Bir anlamda şiirde yirmi yıl diye yuvarlayabilirim. Çünkü Kötü Arkadaşlardan Öğrendiğim İyi Şarkılar’la başka bir toplama doğru ilerlemek istedim. Geride kalan dört kitabı da okur için topluca göstermenin daha doğru olacağını düşündüm. Bir de bizde 4, 40 vs. bunlar önemlidir, biliyorsunuz.”
“Şiirler her zaman canlı metinlerdir. Bir nehir gibi olduğunu düşünürüm şiir tarihinin. Şiire verilen önem, değer, kıymet zaman zaman düşebilir, değişebilir; bu, şiirin bittiği, öldüğü anlamına gelmez. Form da değiştirip başka sanatların içinde yaşamaz şiir. İlgilisini kendisinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemeye mahkûm eder. Şiir, şairi için biricik değilse çekiver kuyruğunu gitsin. İnsanlık durumuyla şiir durumu arasında derin bir ilgi ve bağlantı var.”
“Mesleğimiz editörlük biliyorsun. O bir daralma işidir. Şiirse yazdıkça açıldığın bir zihin açıklığı sunar sana. Bunda da inanılmaz bir çelişki vardır. İşte o çelişkiyi biraz olsun azaltmak için başka metinler de üretiyorum eskiden beri. Bilemiyorum, belki gazetecilik yapmasaydım daha düzenli metinler üretebilirdim.”
Muhit’ten Öyküler
Ayşegül Genç – İlahi
“Silahın soğuk namlusundan ürperenler, pompalının sesinden korkanlar, duvardaki gazoz şişesine kurşun sıkıldığında hedef kendisiymiş gibi kaçışanlar, suyolunda su testisi olmamak için testiyi ecel teri ile dolduranlar bu can korkusu sayesinde bir araya geldiler. Tetik parmaklarına mızrap takıp, duvara döner bıçağı yerine bağlamalarını dayayıp, bir müzik grubu kurdular.”
“Takma dişler aynı doktora yaptırıldığı için aynı gülüş ile baktılar gençlere. Gençler zayıf suratlarının ortasına yayılan sarımsı dişlerinden tükürük fırlatarak cevap verdiler. Manzara hangi taraftan bakınca daha korkunçtu kimse bilmiyor. Daha sonra manzara sislendi, gözler kısıldı. Meydandaki yüzler birbirine karıştı. Ne bakıyorsun sözü her kavganın ilk kurşunudur. İlk kurşun atıldı. İki ilahi grubu birbirine girdi. Taşlı darbukalı, sopalı mızraplı, çekiçli keman yaylı bir savaş başladı. Olay çığırından çıktı, evli barklılar şiddetten kaçan genç grubu altlarına alıp taşlarla ezdiler. Taklitler aslını yaşatırdı. Onlar öldürdüler.”
Zeki Bulduk - Yalnızlığımız, Bir Kamyon Dolusu
“Neredeyse altı yıldır yazmıyordu. Heybesi iyice dolmuş, taşanları oraya buraya bırakıyor, asıl hikâyeyi içinde tutuyordu. Çocukları tatile göndermiş, dünyadan el etek çekmiş, hikâyesini yazacağı yere gelmiş, dünyanın bütün seslerini kısmış, sadece yazacaklarıyla baş başa kalmıştı.”
“Yazıcı, anasını dinlerken artık Yaşar Kemal’i hatırlamıyordu. Keskin nişancılar, fillerin dişlerini filler daha canlıyken kesenler, kundakçılar, kız kardeşini namusunu temizlemek için öldürenler, yüzlerce erkeği bir stadyuma toplayıp burkalı kadınları taşlaya taşlaya öldürtenler, on yedi yaşında bir çocuğu, sırf, “Bu kadına neden hakaret ediyorsunuz?” diye sorduğu için herkesin gözü önünde döve döve öldürenler, esir aldığı mahkûmun üzerinde sigarasını söndürenler… Hepsi Yazıcı’nın önünden geçiyordu. “Devlet büyük nimet!” demişti, bir ayağını mayına basarak kaybeden Afgan. Telefonda konuşan kadının sesinde devlet de yoktu. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i vardı. Büyümeyi bekleyen, ağadan intikam alacağı anı kollayan bir çocuk hızla büyüyordu Yazıcı’nın içinde.”
“Kamyonlar bir türlü yenişemiyorlardı. Sürekli birbirlerini solluyorlardı. Bu sefer yolun sağındaki kamyon hız kesmiyor, soldaki de yüklendikçe yükleniyordu. Neredeyse ikisi birleşip tek bir kamyon olmuş, birbirlerine yapışmışlardı. Yol verseler, dağın ardı Yazıcı’nın köyüydü.”
“Yaşamak diye bir hikâye vardı, evet. Yazıcı, yaşamanın yüzünü kazıdığında yalnızlığın katı halini buldu.”
Muhit’ten Şiirler
“Emekleriniz için
Teşekkür ederiz,
Katkılarınız az değil
Ne var ki, zamanı geldi
Yollarımızı ayırmanın,
Sonraki hayatınızda
Başarılar dileriz”
Birden bu tuhaf
Duyguya kapıldım,
İşten çıkarılmaya benziyor ölüm
Cevdet Karal
Gönlüne besmele gözüne kılıç çekip girerdim
Seferî süvari gibi yağmalardım küt ruhunu
Şu küstahlık peçesini bir sözle yırtarım derdim
Taşa çalar sürüklerim, şu ejderha gururunu
Ali Emre
Gök mavi bulut deniz ve gelmelerin
Gemi dolusu tayfadır gitme sen hep gel
Düş dolusu bir kelimedir senin adın
Her göl akşamında göğsüme yayılan
Böyle oldu bilesin tutuştu ateş
Döktüğün lehimi damla damla eritti
Damarları açıldı içimdeki fenerin
Ateş kuşu terk etmedi gölgemi
Özcan Ünlü
haydi durma hayri’ye gidelim
hayri kimdi diye sorma
başka nereye gidelim
koşarak geliyor dağdan bir buzağı
biz yine de hayri’ye gidelim
sütü sağalım
çarşafları asalım
bugün pazar olduğunu bilsin herkes
herkes dünyada sanır kendini öyle uyduk ki kalk
biz yine de hayri’ye gidelim
hayri denizi bilmez
başını hiç kuma gömmemiş
o dimdik durur bayrak direği sanırsın
hep yağmurludur
güneş açmayagörsün
bütün geçmişini kurutmak ister
Arif Ay
Oysa ben ölmekten geliyorum öyle diri
Hazırlıksız yakalanmış cesetler adına
Tam tekmil yalnızlık ve kuşanılmış acılar
Bunu demiş eskiler, kim ermiş muradına
Nadir Aşçı
Kundakta, geçmesi muhtemel günleri
Parmak hesabıyla ince ince hesaplarken ben
Gençlik omuzlarımda yaralı bir mızrakla
Gelecekteki zamana meydan okumaktadır.
Ve günlerimi zimmetine geçiren ömür
Henüz bir ağaca gölge olmadan çok önce
Sözcükleri yutan büyük aldanışlar içinde
İlerde gardını almış beni beklemektedir.
Ahmet Edip Başaran
Hatırlamıyorum neyime sevindim geride bıraktığım
Bu doğum ağıtları, bir ağuyla çepeçevre kıvrılan bu heves…
Yağmursuz bir gökten geçip sıcak bir mezara kapanıyor
İçime işleyen bir günahla baş başa uzun bir savaştan çıktım
Kırılmış kılıçlarla bitmeyen rüzgâr ıslıkları uğunuyor
Kupkuru otların yangınında bir savaşçı ile sağ çıktım
Mehmet Tepe
ben bu simülasyonu bozarım
bir at bulurum tozlu çağlar arasında, cesur
buhranlarına kement takmış bir kahraman
çöllerden geçer, karlı dağlar, simülarklar aşarım,
bütün akıllı telefonları sessize alırım
Aynur Dilber
Kavgalı iki mahalleyiz, yoldan geçmek ihanet
Artık anla, koruman yok Allah’tan başka
Akıllı bir ölüm icat et, en çok da aklın için
Ölmeyi beceremeyen hücre, bakımsız kalbin
Özlemek, suyun sulara kavuşma isteği
En çok kendine kavuşmak istiyor insan.
Özlemedin mi?
Harun Yakarer
Ordasın ve bakıyorsun, çağların
Sultan Mehmed’e baktığı yerden
Çocuklar bakıyor ateş yalımlarına
Ölümsüz damlalar vefalı bulutlardan
Yetim minarelere bakıyor
Uzak yakına, güzel çirkine
Bağdat bize karanlığın içinden
Biz kendimize kapı aralarında
Temelini hasretinle kazdığım
Evler var ölümün yanı başında
Nurullah Genç
Sevincin hep kiracı ve kiralar pahalı
Oturduğun yerde çok kalmıyorsun
Duvarı nem çürütür demiş eskiler
Sana dil çıkarıyor taştaki yosun
Mehmet Aycı
Ölümsüz sular mı içeceğim?
Hayır!
Belki aklımdan çıkacağım
Dua dersleriyle mi dolu geceler?
Hayır!
Benim ellerim kör
Gökyüzünde kelimeler mi arayacağım?
Hayır!
Kim bulmuş ki göklerin alfabesini!
Öyle değil mi?
Süleyman Unutmaz
Kulakların pasını silmiş bu keman
Çerçinin atıyla dolaşırken şehri
Eskici Bekir’e rastlamış arastada
Pılı pırtı bakan kadınlar, meraklı turistler
Emekliler, dernekçiler, şehrin bütün avareleri
Bazen böyledir dünya çok kalabalık
Çok gürültülü, üzüntülü bir yer değildi aslında
Herkes bir şeyler alır ve şenliklere gider
Eskici Bekir biraz sessizlik alır eve döner
İbrahim Gökburun
Sen de arıyorsun değil mi birisi karşılasın işte
Haydarpaşa Garı’nda Atatürk Havalimanı’nda
Martılara da söyleyelim bütün deniz kenarlarında seni beklesinler
Fotoğraflarından daha güzelsin diye doğruyu söylesinler
Benim şaşkınlığımı yanına azık etsinler unutmadan söyle
Ben de hiç beklemiş değildim
Aslında kendisini sevdiğimi zanneden birini
Ömer Yalçınova
Sonbahar bitti, kaldı bir mevsim
Kendime almıştım, sana vereyim.
Ah İbrahim
Uzak görüşlü dağlardan baktın,
Yağmuru yazardın yağsın yağmasın,
Dünyanın tenine el sürmedin ey
Hayattan kalmış gibi yaşadın.
İbrahim Tenekeci
Hece Dergisinde 2022 Şiiri
Yeni bir yıla girince geçmiş yılın şiir defterini itina ile tutan bir dergi Hece. Gelenek haline gelen şubat sayısında yine geçmiş yılın şiir olaylarını bir dosya halinde edebiyat okurlarına sunuyor dergi. Dosyanın editörü Mehmet Solak. Titiz bir çalışmanın neticesinde 2022 yılı şiirine dair derli toplu bir dosya var elimizde. Solak’ın Sunuş yazısından:
“Şiir ortamında ciddi bir hareketlenme yaşanmadı 2022 yılında. Ortalığı alt üst eden bir şiire yahut poetik salvoya şahit olmadık. Yaygın/ baskın şiir anlayışında bir gerileme görülmediği gibi avangart bir çıkış da olmadı yani. Her tarz/ tür kendi sahasında kendi varlığını pekiştirdi, yeni hareket alanları açılmadı. Oldukça durağan ve alışıldıktı her şey. Hatta fazlasıyla benzeşik. Kısacası yeni bir şey yoktu şiir cephesinde.”
“Keşke her dergi omuz verse bu çabaya. Keşke her şair, falanca eksik filanca neden var, ben neden yokum demek yerine talip olsa bu tür işlere. Sadece şiir yazmakla yetinilmese. Şiir ortamının inşasına emek verilse. Keşke…”
2022’de Şiir Dosyasına Toplu Bir Bakış
Dosya kapsamında şiir kitapları üzerine yazılar yer aldı. Dergilerde şiir üzerine yazılar yer buldu dosyaya kendine. Ben dosyaya dair genel bir bilgi sunacağım. Dosyanın tümünü merak edenler için en devamı; Hece dergisi 314. sayıda.
Şiir kitapları üzerine yazılar:
Arif Ay- Ali Göçer’in Toplu Şiirleri- Yüzün Tarihi’ni,
Faruk Uysal- Erdal Alova’nın Birinci Çoğul Şarkısı’nı,
Alâaddin Karaca- Süreyya Berfe’nin Yavaş Yavaş Bilemiyorum’u,
Yılmaz Daçcıoğlu- İhsan Deniz’in Kuşların Adasına’yı,
Mehmet Özger-Hüseyin Karacalar’ın Her Şey Geçtiğinde’yi,
Bayram Zıvalı- Paul Celan’ın Sesler İşitin Bizi de’yi,
Emre Öztürk-Yunus Emre Altuntaş’ın Keşif Bedeli’ni,
Halil Ünal- Yücel Kayıran’ın Stasis’ini,
Ertuğrul Rast-Atakan Yavuz’un Düşerken Söylenecek Şarkıları’ını,
Mehmet Yılmaz-Bayram Zıvalı’nın Olağanhiçç’ini yazdı.
Dergilerde Şiir Üzerine;
Yunus Emre Altuntaş; Hece, Kayıp Kayıt, Aşkar, Buzdokuz, Mahalle Mektebi dergileri hakkında yazdı.
Mustafa Uçurum; Karabatak, Edebiyat Ortamı, Muhit, Türk Edebiyatı, Yediiklim, Yitiksöz dergilerini yazdı.
Yakın Bakış’ta Fahri Tuna Var
Kıymet bilmek, değer vermek sözünün edebiyat dünyamızda vücut bulmuş isimlerinden biridir Fahri Tuna. Kendisini tanımaktan, hemşerisi olmaktan büyük mutluluk duyduğum Tuna, yaşayan isimlere değer vermenin de ustası. Yani öldükten sonra alkış tutanlardan değil. Bunu herkes başaramaz. Bazılarının kibri izin vermez, gözünün önüne kapatan önyargısı bazılarını engeller. Tuna, gönlünün tüm zenginliğini gençlere, yaşayan değerlere aktaran bir gönül insanı.
Şimdi, Kırklanmış Portreler kitabı ile karşımızda Tuna. Eskader Ödülü’nü de alan kitap, kırklı yaşlarını yaşayan kırk beş ismin portresinden oluşuyor. Böyle bir çalışmanın içinde yer almış olmak beni de ziyadesiyle mutlu etti.
Yakın Bakış bölümünde bu sayı; Fahri Tuna ve Kırklanmış Portreler var. Söyleşi ve kitap üzerine yazıların yer aldığı bölüm mini bir dosya kıvamında tat verecek okuyucuya.
Van Erciş Sosyal Bilimler Lisesi öğrencilerinin sorularını cevaplamış Tuna. Altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.
“Portre yazarı unvanı yapıştı üzerime. İtirazım da yok buna. İkinci olarak deneme yazarıyım diyebilirim. Yazmak, söyleyecek sözü, bir iddiası olmak demektir. Bu anlamda, cevabım evet. Ama benden daha iyi portre ve deneme yazarları var. Onları da severek ve takdir ederek okuyorum.”
“Şiirsel, lirik bir dil, özgün başlıklar, kendine has bir üslup, yaşayan Türkçe kullanımı, yer yer aliterasyon yüklü (iç musiki) cümleler, sürpriz ironiler, bazen noktalı virgül ve iki nokta üst üste ile örülü uzun, bazen de kısa deneme cümleleri. Samimi ve yalın, didaktik olmayan metinler. Portrelerim hakkında söylenenlerin özeti bu.”
“Ben Anadolu kökenli bir yazarım. Yemen gazisinin, Çanakkale şehidinin torunuyum. Çocukluğumdan beri Yahya Kemal’in “Akıncı” şiiri ile büyüdüm. 1354’te Gazi Süleyman Paşa öncülüğünde biz Gelibolu’dan Rumeli’ye geçmiştik. 2002’den bu yana tam altmış bir kez Balkanlar’a çıktım. Her şehirde onlarca arkadaşım var. Anadolu’dan farkı yok benim için. Prizren’i, Üsküp’ü, Filibe’yi çok ama çok seviyorum. Hâlâ buram buram Türk, buram buram Müslüman bu şehirler. Altı asır sonra ikinci kez Balkanlar’ı fethe çıkmak amacıyla Üsküp’e gömülmeyi vasiyet ettim. Çoluk çocuğum, torunlarım, sevenlerim, oraya gelip mezarımı ziyaret etsinler ve Balkanlar’ın yeniden fethine katkıda bulunayım istedim. Vasiyet sebebim budur. Bundandır. Buncadır.”
“a1. Yazar ve sanatçılar, şehirlere sahip çıkacaklar. Yazdıkları yaptıklarıyla. a2. Şehrin ileri gelenleri ve gençler de şehirlerine, şehrin değerlerine sahip çıkacaklar. b1. Otuz yıllık bir hayalim benim, Sakarya Ansiklopedisi. b2. O adla bir ansiklopedim henüz yayımlanmadı. Ama otuz yılda yazdıklarım ve yaptıklarım, külliyat olarak Sakarya Ansiklopedisi birikiminde. b3. Adapazarı’nda doğdum büyüdüm. Her yazarın doğup büyüdüğü şehre borcu vardır, olmalıdır ve ödemelidir diye düşünüyorum. Bu nedenle Sakarya.”
Ayşenur Gülsüm - Aradığımız Yerler, Bulduğumuz Benzeyişler Ve Güzelliği Çoğaltmak Hakkında
“Babamın şimdiye kadar hemen her metninin ilk okuru olduğum için şanslı hisseden ama göğüsleyebileceğine emin olduğum için de acımasızca eleştirmekten geri durmayan, onun ürettiklerine profesyonel bir şekilde yaklaşabilmekle her daim gizliden gizliye öğünen ben, sonunda yelkenleri suya indirdim. Galiba olgunlaşmaya başlamış olacağım ki babamın olgunluğunu görebilmeye başladım satır aralarında. “Yazdıklarından ayrı olmadığı” hakikati ile aramdaki perde kalktı ve tüm bu güzellikleri aslında onun görebildiğini keşfettim. Olan oldu ve ben yeni bir babamla tanıştım. Kırklanmış Portreler’de o kadar çok metinde şu cümle çıkacak ki karşınıza: “O gün bugündür ağabey kardeşiz biz onunla.” ya da “O gün bir anda amca yeğen oluverdik.” Editör tarafım bu tekrarların azaltılmasını salık verirken, kızı olarak ilk defa şunu hissettim: Babam ne güzel seviyor birini, ne güzel seviyor ve hiç bırakmıyor hayatı boyunca!”
Şiire Dair Kaydedilen Notlar
Ömer Aksay, Şiir Gündelikleri’ne devam ediyor. Şiir ve zaman ya da şiirin her şart ve zamanda var olduğuna dair neler olup bittiğini edebiyat dünyamıza baktığımızda görebiliriz. Ne olursa olsun şiirin sesi hep var olmuş. Şiirin görünmez gücüdür bu.
“Şiir, hiçbir koşula boyun eğmez. Meselâ kâbus gibi çöken bunalım dönemlerinde, siyasi krizlerde bile felsefeye, düşünceye vekâlet etmedi, ettiği iddia edilen şiir değildir, başka bir şeydir. Felsefe ve düşünce bunalım dönemlerinde, baskıyla geriye çekilmek zorunda kalmıştır; fakat şiir, ulvî makamını terk ederek, kendine halel getirecek alçak bir boşluğu doldurmaya hiçbir dikta yönetiminin baskısı altında bile kalkışmadı. Böyle durumlarda şiir, nefes alacak bir sığınak bulur; Mehmed Âkif ’in Hilvan’da, Nâzım Hikmet’in Moskova’da bulduğu gibi. Şartlar ne olursa olsun şiir vekâlet etmez ve şiir, düşünceye istinâd etmez, edebilirse felsefe şiire istinâd eder, şiire tutunur. 36 yaş gibi erken sayılan bir yaşta ölmeseydi eğer, arkadaşı Oktay Rifat’ın ifadesiyle “dünya şiirini fethedeceği” sanılan Orhan Veli, yazdıkları şeyleri şiir olarak görmüyordu. Onları alay olsun diye yazdıklarını söylüyordu Yahya Kemal’e. Hâlâ (merak konusu olan önemli bir şey) bunları alay olsun diye mi okuyor Türk insanı acaba? Yani kendi kendisiyle alay etmek, dalga geçmek için mi?”
Sınırlı Sorunlu Eleştiri
Mehmet Solak, eleştiri üzerine yazmış. Aslında var olan ama varlığının birçoklarını rahatsız ettiği hassas bir noktada duruyor eleştiri. Sevilen ama uzak durulan bir obje gibi. Solak, var olan olması gereken eleştiriden bahsediyor.
“Oysa eleştiri, yeni bir sanatsal üretim değildir. Var olan bir sanat eserinin değerlendirmesidir sadece. Daha doğrusu açımlanması. Açımlama yapabilmenin önkoşulu, metnin bütünselliğini öncelemek ve hiçbir aşamada bu durumu göz ardı etmemektir. Bütünselliği korunmuş bir metin, anlam katmanları açısından oldukça verimlidir. Çoğalan bir hazinedir âdeta. Hem büyüleyici hem kışkırtıcı.
Bir metni doğru anlamanın ve doğru değerlendirmenin, yani açımlamanın, ön koşulu metnin bütünselliğini öncelemek ve korumaktır. Ancak bütünselliği koruyan bir yaklaşım tarzı yeni bir yol açabilir eleştiriye. Hatta yol olabilir. Görünen o ki; var olan kuramların her biri mevcut halleriyle eleştirinin önündeki engellerden başka bir şey değil.”
Ne Kadar Sakinsin Öyle
Mehmet Aycı’nın portre heybesinde bu sayı; Ahmet Usta var. Sözüyle, muhabbetiyle, Karadeniz gibi kendi içinde dalgalanan halleriyle yoldaki yolcu Ahmet Usta.
“Ahmet Usta bu, arkadaşımız.
Eğitimci.
Kendi çapında denemeler yazmış, Yolcu mecmuasında görücüye çıkarmıştı.
Daha çok okur.
Günde beş vakit hamsi yese bıkmaz.
Kışın gelmesini midesine düşkünlüğünden özler; karla arasının iyiliği midesi hatırınadır.
Az söyler, çok dinler, az yazar, çok okur.
Kahkaha attığı görülmemiştir.
Külah giyse hiçbir tekkenin dervişine benzemez. Onu taklacı sanırsınız. Güvercinin bile taklacısını sevmez.
Ne zaman karşılaşsam yüzünün beni karşılamak için yaratıldığına inanacak kadar aşina bulurum yüzünü. Kalemim de öyle bulur.
Böyle biliriz.”
Edebiyatta “Ötekilik” Durumları
Öteki deyince aklımıza ne kadar çok öteki geliyor. Birsen Karaca’nın yazısını okuyunca ötekiler daha da çoğalıyor. Edebiyat dünyası gibi kendi içinde ayrı bir alemden bahsedince elbette ötekilerin açılımı da genişlemiş oluyor.
“Edebiyat tarihinde, farklı yazarların, zaman zaman da aynı yazarın farklı eserlerinde parametreler değiştikçe “öteki”nin de değiştiğini belgeleyen sayısız örnek bulmak mümkün. İlave olarak sadece bu çalışmada değerlendirilmeye alınan örnekler bile edebiyat dünyasında gözlemlenen “öteki” ve “ötekilik” durumlarının çok geniş bir çeşitlilik yelpazesine sahip olduğunu belgeleyecek nicelik ve nitelikte. Bu verilerden hareketle “öteki” kavramının tek ve statik bir tanımı yoktur ve olamaz çıkarımı yapılabilir. “Öteki”nin tek ve statik bir tanımı olsa idi, bu edebiyatın doğasına aykırı olurdu. Gerekçesi ise bir metnin edebiyat dünyasında saygın bir eser olarak kabul edilmesinin başat koşullarından biri de özgün olmasıdır, birbirini tekrar eden eserler edebiyat tarihinin dışında kalır. Böyle bir tanım “öteki” kavramının doğasına aykırıdır, çünkü “öteki” kavramı ve “ötekilik” durumu değişkendir, yazarın bakış açısı, ruh hali, kültürel alt yapısı, inancı, yaşamdan beklentileri, yaşadığı çağ, sosyopolitik koşullar eser kişisi olarak ötekileşeni de ötekileştireni de şekillendirir.”
Hece’den Şiirler
elinde ne kazma, ne kürek,
ne de alnında madenci feneri,
niye kazıp duruyorsun içini
böyle kurşunkalemle?
“Nuh Nebi’den bu yana
geçen binlerce yılın özeti,
işte bu taş gibi susan adam
ve onun çektikleri!”
dedirten birini mi
bulup çıkarmak istiyorsun,
kaza kaza kendi içinden?
söyle, bu mu niyetin?
Cahit Koytak
şairler şairlere yazıyor
akademisyenler sisteme
oysa ilim satırlarda değil
kalplerde saklanır
sistemden çıkamayan dil
divanda fuzuli
hecede fuzuli
serbestte fuzuli
sek hakikat
çök hakikat
emniyet duygumuzu güçlendirmeyen arkadaşlar
batık gemi kayıp eşya bürosu
güneşin doğduğu topraklarda
süt dili için biriken şiir
fuzuli
parça parça ediyor beni güneş
ışıkları, beyaz gömleği, şiiri
çizgili çelişkili çisentili
Osman Özbahçe
bildim seni eksilen dalın boşluğundasın
olmayacak duaydı dirsek teması, kalsın
üstümüzü örtüyor serinliğimiz
âh!.. ile dokunduğum hatırasın
her nefis kırıldığı yerde eşkin verir
alsın rengimizi bozkır, “üstü kalsın!”
Yaşar Bedri
bu yaralar sisinden ifritin
soluğuyla çıkardığı sisinden
gün ışığı da tutulur bu sise
küller de
uçuşur ve şekil alır belki
ateşten alır hayatını
hafifliğini kanatlarından
talim eder öfkesini pençeleriyle
tüyleriyle örtmek ister cesedin üstünü
küle düşer kanatları
Ali Sali
Yüzlerden iz sürüyoruz kendimize gelmeye
Yüzler iz sürüyor bizden tebessüm bahanesi
Yandıkça yanıldıkça yalınlaştıkça
Duyabiliyor insan dilde/n saklanan sesi
Artı sanıyoruz ya yaşanılan ne varsa
Yaşamadıklarımızda artılar hep eksi
Ondan rüyaya kalıyor kanatlarımız
Gövdenin sınırları sınırların gövdesi
Mehmet Aycı
bazıları balkonuydu bazılarının, yıktılar
yanmış ciğerler, nasılsa sönmüş izmaritler
ötekilere yaranmaya çalışan beriki abiler
yalanlı ulanlı ağız dolusu gevşeklikler
iyiliğimiz içindi hakaretler, küfürler
kim kaldırsa elini iyiliğimiz için
Allah iyiliğimizi verirdi de kimse Allah’a
bırakmazdı işini, balkonlarda iyilik törenleri
Eyyüp Akyüz
deneyerek öğrendim birçok şeyi ben
siz de oralarda bir yerdeydiniz
yanılmak değil tam, ustama sordum
yani şöyle, inanmak da yetmiyor
sadece birkaç mevsim önceydi zaten
sahi, anımsamak bu kadar mı zor
Şadi Oğuzhan
Şakaklarıma güneşler daya korkusuzca tetiği çek
darıl bana yağmurda sadece ikimiz kalınca
pencerelerde çiçekler açtır çoğalan yaralarımı elle
gürleşsin sularda ben terledikçe aşkımdaki sakarlık
hepimizin gizil bir şarkısı vardır
en sevdiğim şarkıyı açtır o dayanılmaz kalabalığa söylet
boynumu kıskandır
boynumu öp ve öperken yaralarımı okşa
ağzımı çıplak atlara ekle onları terlet
gövdeme sağanakları yürüt bütün çiçeklerimi ez
barbarca dudaklarımı kanat
bana haksızlık et kanıma gir haksız olduğun anlaşılmasın
benim bu kanımı kül gibi savur beni bu kanlı oyuna inandır
Galip Puse
Aydos Kış Sayısı
“Kış geldi.
Dergimizin yeni sayısı, içimizi biraz ısıtır umudunu taşıyoruz. Kelimeler hâlâ Adem’e indirildiği sıcaklıkta. Şöyle birkaç sözcüğe dayasak sırtımızı bahar sevinci dolacak sanki içimize.
Belki bu sayımızdaki bir şiiri okuyan bir dostumuz, sokakta üşüyen bir çocuğa elini uzatır, başını okşar, gönlünü alır; kim bilir? Edebiyat nelere kadir değildir ki...”
Sıddık Ertaş’ın bu cümleleriyle giriş yapıyor 31. sayısına Aydos dergisi.
Bir Korku ve Ürperti Şairi: Turgut Uyar
Davut Güner, Turgut Uyar şiirini korku ve ürperti üzerinden ele alan bir yazısı ile Aydos’ta. II. Yeni’nin en farklı ve düşünce dünyası olarak en zengin şairidir Uyar. Onun dünyasında gelenek, tasavvuf, modern dünya gibi köşe taşları önemli yer tutar. Şairin korku ve ürpertisinin gizli noktalarına değiniyor Güner.
“Turgut Uyar bir gelenek içinde büyümüş, daha sonra modern yaşamın içine adımını atmış, tam anlamıyla küçük kentsoylu olamamış, tarihten, yaşamdan hep bir korku ve ürperti duymuştur. Şimdi Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç modernliğe kesin tavır almış, muhalif şairlerdir. Bu noktada Turgut Uyar çelişkilerle doludur. Aslında batılılaşmış bütün şairler çelişkilerle kıvranmaktadır. Bir yandan batılılaşmak, modernleşmek, bir yandan da batıya muhalif olmak…”
“Turgut Uyar, önemli bir şair ve yazardır. Büyük Saat ve Korkulu Ustalık isimli önemli iki eser bırakmıştır. Toplu şiirler ve toplu yazılar 700 sayfanın üstünde edebiyatseverlerin ilgisini beklemektedir. Turgut Uyar bir gün keşfedilmeyi bekleyen çok büyük bir adadır.”
Fatih Harbiye Romanında Doğu - Batı Çatışması
Türk edebiyatında doğu-batı çatışması ya da modernleşmenin olumsuz yanları gibi konuları işleyen başyapıtlardan biridir Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanı. Esma Sultan Karadağ’ın yazısından bir bölümü buraya alıyorum.
“Fatih ve Harbiye’nin birbirine zıt, Doğu ve Batı’yı temsil eden prototip semtler olduğunu ve yazarın bu iki semti özellikle seçtiğini söyleyebiliz. Elbette ki yazar batılılaşmayı eleştirirken tarafını Doğu yönünde tutmuştur. Eserin büyük bir bölümünde doğudan batıya doğru bir yolculuğu gösterirken eserin sonunu batıdan doğuya doğru yönelen bir yolculukla bitirmiştir. Bu sayede okuyucuya “Özüne dön!” mesajını vermiştir. Ayrıca baş kadın karakter olan Neriman aracılığıyla değerlerinden kopmanın, onlardan uzaklaşmanın sonuçları aktarılmış; değerlerimizden kopmadan da modernleşmenin mümkün olduğunu gözler önüne sermiştir. Değerler yolculuğunu musiki-mekân karşılaştırmasıyla ortaya konmuştur. Bu sayede iki farklı dünyanın zenginlikleri de okuyucuya gösterilmiştir.”
Fraktal Fragmanlar
Hayat kesitlerden ibaret. Üzerinde durmadığımız ve zaman geçtikten sonra üzerimize çullanan karabasanlardır hayat dediğimiz çelişki. Yaşarız ve bizim üzerimizde izler birikir. Suavi Kemal Yazgıç bu izler üzerine yazmış.
“Ofisteyim. İnsanların arasında. Onlarla iletişim kuruyorum, esprilere gülüp gülünesi espriler yapıyorum. Çay stoklarını tüketiyorum. Kahve içiyorum. Ofis zemini kaplayan halıfleksi eskitiyorum. Öğle yemeğine gidiyorum. Sürekli tekrara düşerek maaşımı hak etmeye çalışıyorum. Galiba hak ediyorum da. Maaşı tekrar tekrar alabilmek için aynı şeyleri tekrar tekrar yapmak zorundayım. Bu zorunluluk bir sürpriz değil. Zaten talip olduğum şey tam olarak da bu.”
“Rüyalarımı bilsen benden tiksinirdin. Üşüyorum rüyalarımı bilme ihtimalini düşündükçe. Kendimden kaçacak bir yer arıyorum. Nereye gitsem kendimi yok farz edemiyorum. Nereye gitsem orada kendimle karşılaşıyorum ama yokmuşum gibi davranıyorum. Belki de gerçekten yokum. Belki de…”
Reform Psikolojisi ve Edebiyata Etkisi
Hayrettin Taylan, tarihi süreçte reformu ele alıyor. Reform psikolojinin edebiyata olan etkileri üzerinde duruyor. Özellikle Tanzimat sonrasına dair düşüncelerini paylaşıyor Taylan.
“Reformlar, yenileşme bizde yüz değişen ama zayıf bir edebi dönem getirdi. Tanzimat edebiyatı, Servetifünun, Fecriati, Milli Edebiyat, Cumhuriyet dönemin ortalarına kadar dil, teknik, estetik ve sanat güç açısından zayıf ürünlerle oluştu. Edebiyat küresel endüstrinin siyasal güdümüne verildi. Edebi çizgimiz, Milliyetçilik, İslamcılık, Solculuk gibi üç merkeze kaydı. Tüm dergiler, tüm eserler, yazarlar bu üç çizginin ekseninde kaldı. Sosyal antropolojisi oluşmamış, Batı medeniyeti, Batı’da sosyal metodolojisini tamamlamadan bizde kökleşip eser vermesi beklenemezdi. Bunca yıldır, Fuzulî, Yunus Emre çıkmamasının nedeni açıktır. Yunus Emre üst medeniyetin ürünüdür. Bin yıllık medeniyetin temel dinamikleri üst yazarları doğurur.”
Aydos’tan Öyküler
Sevda Deniz K. – Şeytanlar da Ölür
“Asıl şeytan sensin demek isterdim ama… Sen, neden bu kadar kötü yürekliydin ki? Aklıma bir türlü sığdıramıyordum. Sen de kalp taşıyordun. Hem senin de canın yanabilirdi. Düşebilirdin, hastalanabilirdin, toprağını kaybedebilirdin. İnsan değil miydin yoksa sen? Sıradan insanların başına gelenler sana olmaz mıydı? Sen haddini hiç bilmedin. Kaderinizi ben yazarım. Her şey benim elimde. Kendi kaderimi de ben yazarım diyordun. Nasıl da emindin kendinden, gücünden... Ama yanılıyordun.”
Ömür Yaşar Kondel - Kursağımda Biriken Cümleler
“Yazıp çizdiklerinin çok ötesinde bir yazılmışı yaşar ve sitem eder insan tüm öfkesiyle. Kalem elinde değilken soyunmuş olduğu yazma eyleminin içinde yuvalanmış gafleti görmez oysa.”
“Elimde bavulum, daralan kursağımda birikmiş cümlelerle çıktığım yoldan hiçbir kuvvet geri döndüremedi beni. Yazılması elzem bir yol hikayesi kaldı havsalamda. Bavulumda yanmış bir gençliğin külleri, beyaz sayfalara kara kalemlerle dökülecek bir yol hikayesinin yazarıyım artık.”
“Gittim gücümün yettiği menzile, insan ilişkilerinden yıpranmış esvabımla. Eleştirdiklerime dönüşmemek azmiyle az cümle kurdum dost meclislerinde. Cümlesi kıt olanın mutluluğunun daha bereketli olduğunu öğrendiğimde yolu yarılamıştım neredeyse. Sükûnet büründüm tepeden tırnağa. Pervasızca savurmaktansa cümleleri kursağımda biriktirmeyi yeğlerim.”
Leyla Çağman Eşen - Derviş Hırkası
“Bulunduğu mekan; ruhunun sığınmaya olan gereksinimi ile bedenini getirdiği yer olan, Hacı Bayramı Veli türbesinin taş duvarlarının önü idi. Kubbesinin bakır kapısına bakıyordu. Orada eskiye dair izler arıyordu... Kaybolmuş ezgileri dervişlerin mesela... Mesela eskiye anıt olarak kalan bu köhne duvarlarında, Yaradanın veli kullarının parmak izlerini... En az kendi kadar çile çeken birilerinin kalıntılarını... En az kendi kadar dışlanmış, hırpalanmış ve kırılmış birilerine ait izleri...”
“Delikanlı taş duvarların dibinde acıların kaynağı olan şeylerden, dervişlerin teferruatlarından, etrafa savrulmuş sahifelerden okumak için yerinden kalktı. Köpeklerin bakışları arasında, türbenin içine, çilehanenin ızgara demirlikleri önüne geldi. Demirlere tutunarak oturdu. Kapıya döndü baktı aralıklı kapıdan köpekler beliriyordu. Oturdu, başını önüne aldı, uzun süre düşündü. Göz kapaklarının altında bir film şeridi geçiyordu. Tüm şeyler, kendi ile ilgili şeyler hayat, insanlar, caddeler ve sokaklar... İnsan neden dünyanın paçavralarından hep daha iyisini, hep daha fazlasını isterdi ki? İnsana en sonunda kalan bu kadarcık bir alan değil miydi?”
Ulus’tan tüm kenti, boylu boyunca kaplayan gri bir atlas üzerine çizilmiş, labirentli arterleri aşarak çıktı. Anafartalar caddesinden Atatürk bulvarına doğru, caddelerin ışıklı gölgeleri arasında, başıboş kalabalığı yararak ilerledi. Etrafındakilere, muhayyelasındaki saf ve duru pişmanlıkların ötesinde, bir başkaldırı içinde, bu vefasız kentle muhalefetini, etrafındaki kalabalığa duyururcasına, inhilal ezgilerle, o marazlı görünümüyle, Sıhhiyeye doğru kayboldu...
Aydos’tan Şiirler
hızır’a ekmek vermeyen ben değilim
ben değilim taş kesilen dağ yamacında
denizi yaranların dalında büyüdüm
ben değilim kendini kesen, ağacından
lokmayı sağ eline alanlar aşkına
ayak izlerimden sor, yürüdüğüm yolları
tenini isteyerek adımlamadım dünyanın
yorgunluğum değmedi toprağına
uzanmadım tatlı bir sözünün yanına
söyle şimdi,
ben elmayı yanlışlıkla soyanların nesiyim
Ercan İriş
şu pazartesiyi al savaşın ortasına at
korkuyu al dinlendir kalbini
şafağı al arındır yakınmalardan
ölürken cesareti solumak
ağır gelir terazide nereye koysan
Mustafa Karasoy
fransız aksanıyla konuşuyor balkon
büyükbaba ile büyükanne
erken ölmek için dil öğreniyor
çetele atıyorlar pörsümüş yüze
toplu bir intihar bu çağda insan
-ölüler çarmıhı saygıyla selamlıyor
Sıddık Ertaş
Dadamık niyetine, göğüs kafesimize tuzaklanmış kalbimize,
İşmar ettirilmekte; terk etsin mağara kapılarını güvercinler diye.
İris çiçeğinden kancalara, kendi ağının ucunda solucanmışçasına
Çivilenerek, çöl okyanusunun koynuna sallandırılan örümcekler gibi
Ölümünü akıtacak, çıplak ve yorgun ayaklar bulamayan yılanlar
Kör kösnülerin yara yara kalbura çevirdiği göğsümüzün tünellerinde
Kuyruğundan başlayarak, kana kana kendi kanını somurmakta
Ulaş Konuk
evimiz iki göz, bir gönül
evimiz taş duvar, toprak damlı
içinde insan sıcaklığı, içinde neşe
kır bağlarında göz aydınlığı
Murat Soyak
sorma şimdi nasılım diye
sümenaltı evrak etti avcılar beni
ya ilahi… elma dersem… deme
bekliyorum mahşerin gelmesini
böyle şeyler anlattı çöpten
kâğıt toplayan çocuklar
görmedim sokaklarda temizini
henüz onlar kadar
Münir Çakmak
şu elmayı ısır madem havayla uzadı yollar
ateşi pişirelim derin kuyular içinde epriyor zaman
o bakışları hiç unutmadım yıllar eskimiş gemide
o yamacı hep koştum düştüm çölden çöllere
Kenan Çayıroğlu
gelin, çekip çıkaralım afrika’yı
ebrehe’nin diz çöktüğü topraktan
arta kalan haritadan
ne karalığı yakışır sayfalara
ne de karın doyurur
bembeyaz gülüşü
yüzümün bunca alacası
tanrı’ya az dua edişimden
Mustafa Işık
inancın elbisesini giydiğimden beri
ademin adımlarını koşuyor ömrüm
dualarının bütün odalarına sığındım
bir yakın zaman sığınmacısı olarak
Orhan Türkan
son kez yürümek istedim dikenli tellerinde
döndün
zamanın uğultusu eteklerinde
bir kulaç dairesel devinim
ellerin ters
ellerin düz
bu neyin sesinden
deliklerinden fışkıran cesaret
sızan nefesin esrik
evet şimdi sana sataşıyorum
üfleme dur
gölgem delik deşik
Muhammed Sinan Kökçü
Diyanet Aile’de Yeninin Çehresi
2023 yılına yenilenmiş bir yüz ve heyecanla girdi Diyanet Aile dergisi. Genişleyen yelpazesi ile ailenin tüm fertlerini kucaklayan bir renklilik derginin tümüne hakim olmuş adeta. Birçok dergi için kullandığım; “Bir ay boyunca elinizden düşüremeyeceğiniz zengin bir içeriğe sahip” dediğim türden bir dergi Diyanet Aile. Okumakta ve okutmakta fayda var. Çünkü özellikle ailelerimizin böyle incelikle dokunmuş bir içeriğe sahip dergilere ihtiyacı var.
Dr. Lamia Levent Abul’un Takdim Yazısından…
“Kâinatta her şey ay, güneş, yıldızlar, mevsimler ve tüm canlılar her biri biteviye hareket ederken aynı zamanda bir değişim ve dönüşüm hâlindedir. Kuşkusuz ki insan ve onun yaşadığı çağ da bu değişimlerden ve gelişmelerden azade değildir. İnsanoğlu, Allah’ın (c.c.) kendisine bahşetmiş olduğu akıl ve ilim sayesinde geçmişten günümüze kadar nice keşifler ve icatlarla birçok yeniliğe kapı aralamıştır. Elbette gelinen noktada teknolojik gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Nanoteknoloji, sürdürülebilir enerji, doğa dostu ürünler, tasarruflu teknolojik aletler yeninin ışık alan pencereleridir. Kuşkusuz ki tüm bu gelişmeler sunduğu imkânların yanı sıra beraberinde birtakım problemleri de getirdiği aşikârdır. Sanayileşmenin getirdiği çevre kirliliği, karbon ayak izi ya da hız çağının getirisi fast food beslenme yaşam tarzı, çılgın tüketim alışkanlıkları ve israf, söz konusu sorunlardan yalnızca bazılarıdır. Nihayetinde insan, hayatın bütün panoramasının zorunlu olarak değiştiği yeni bir dünyayı adımlamaktadır. Seküler bir kültür ve uygarlık manzarası arz eden bu yeni dünyada, ruhun beslendiği kaynaklar göz ardı edilmektedir. Yapay zekânın yönlendirdiği, yönettiği bir çağın eşinde insan gittikçe fıtratından uzaklaşmaktadır.
O hâlde yeninin güç kazandığı çağımızda gözden kaçırdığımız bir şeyler olabilir mi? Her yeni iyi midir? Her şeyi, her yeni algıyı ve paradigmayı umarsızca sahiplenerek ona teslim mi olmalıyız? Yoksa yeninin çehresine aldanmadan, ona sırt çevirmeden zamanın da ruhunu yakalayarak yeniye hakikat penceresinden basiret nazarıyla mı bakmalıyız?”
Yeninin Çehresi
Yeniye meyletmek insanın doğasında olan bir duygu. Zamanla yarışan bir hıza sahip olan yenileşme, hayatın her alanında kendine yer bulan bir evrilmeye sahip. Zaman geçiyor, eskiyoruz ve yeni olan ne varsa hayatımızda kendine yer buluyor. Peki, yeninin de bir çehresi var mı? Nedir yeni, nasıldır ve yeni olan ne? Cevabı Sema Bayar’ın Yeninin Çehresi yazısında.
“Tüm noktalama işaretlerinin arasında tırnak işaretinin özel bir yeri vardır. İki koldan sardığı kelimeye âdeta başrol verir, spot ışıklarını onun üzerine çevirir. Okura seslenir: İşte şimdi gördüğünüz kelimeyi aşinalığın limanından çekiyor ve bambaşka bir anlamla denize bırakıyorum. Yeni de nitelendirdiği kelimeye aynı şeyi yapar, onu benzer şekilde ön plana çıkarır. Ona pırıltılı bir anlam katar. Öyle ki herhangi bir kelimenin başına yeni eklenmesinin görenlerin dikkatini çeken, anlamı kışkırtan bir yanı vardır.”
“Yeni tutkusu öyle bir hâl aldı ki eski olan ancak vintage yahut retro adı altında yeni bir moda akımıyla gündeme geldiğinde sirkülasyona girebiliyor. Yeni; eşyaları, mekânları damgalayarak sahiplerine ya da meskûnlarına şeyler üzerinden bir değer, bir anlam yüklemesi yapabiliyor. Hâlbuki yeninin müstahkem kalesi moda dahi asıl itibarıyla yeninin bir yanılgı olduğunu satır aralarında açık ediyor.”
“İnsanoğlu heva ve heveslerini kontrol altına aldığı, her meseleye aklıselim ile yaklaştığı ve bilhassa edindiği bilgi ya da içine doğduğu yaşamla yetinmeyip o bilginin kaynağı, o yaşamın niteliği üzerine düşündüğü takdirde küçük savrulmalar yaşasa dahi hakikate giden yolda kalacak, yeninin çehresine aldanmayacak, sadece kendini değil toplumu da iyi ve güzele yönlendirme cesaretini gösterecektir.”
“Yeni” Üzerine, Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu ile Söyleşi
Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş dergi. Yeni kavramına fıkhı yaklaşımların merkeze alındığı faydalı bir söyleşi bu. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“İnsanı ruh ve beden olarak çözen, beşerî ilişkileri ters yüz eden bu yoz kapitalist kültüre ve onun “ruhsuz” toplumuna karşı dinin belirleyeceği yol haritası onun yakın/ uzak gelecekteki konum ve değerini belirleyecektir. Sloven düşünür Slavoj Žižek, bu yoz kapitalist evrenin aşırı ruhsuz toplumunun cennetimizmiş gibi bize dayatıldığını söylerken haklıdır (S. Žižek, Cennette Bela, çev. Onur Gayretli, İstanbul: Monokl Yayınları, 2020, 18). Zaman ve mekân algısını tahrip eden, toplumun otantik aidiyetlerini imha eden, narsisizmi yayan, toplumsal hayata istikrar ve düzen veren ne varsa hepsine savaş açan bir kapitalist dijital kültüre bizleri mahkûm eden bir yeni fiilî durumla yüz yüzeyiz.”
“Hayata ve insana değer katanla hayatın ve insanın değerini, kalitesini düşüren arasındaki farktır. Bunu biraz daha açarsak insanın ve insanlığın yararına olan, huzur ve sükûnun devamına katkı sunan, hayata anlam, değer ve zenginlik katan “yeni” iyidir. Diğer taraftan, sapkınlık ve taşkınlıkları körükleyen, uçlara kaymayı destekleyen, neticede insanı “aşağıların aşağısına” indiren ise kötüdür, kötü tabiatlıdır. Kardeşliği, birleşmeyi, dayanışmayı teşvik eden “iyi”; bölünmeyi, ayrışmayı, çatışmayı körükleyen, bunların sebep olduğu kaostan beslenen ise “kötü”dür. Hayatın normal ve düzenli akışını zıddına çeviren, ahengini bozan şey kötüdür. Sevaba teşvik eden ve onu öven iyi; günaha teşvik eden ve onu öven kötüdür. Sömürüyü, köleliği, fesadı yayan kötüdür. Bela, musibet, felaket, ceza doğuran her türlü iş ve davranış çirkin, yıkıcı ve zararlı ise kötüdür. Hakiki Müslüman’ın alameti ve şiarı erdemli işlerin peşinde koşmak ve kötülüğe mani olmaktır.”
Ben Bir Ağacım
Dergini “Pencere” bölümünde bir ağacı izliyoruz. Dalları salınıp duran, mevsimlerle yarışan bir ağaç bu. Gölgesi eksik olmayan, göğe yükselen ağacımızın anlatıcısı Aydın Hız. Söz sahibi usta bir romancı olunca ağaca daha bir sıkı sarılıyoruz. Çünkü bize anlatacak çok hikâyesi var bu ağacın. Zaman geçiyor, mevsimler değişiyor.
Ben ilkbaharı alıyorum kendim için.
“Mevsim ilkbahar… Bahar ne tatlı uyanıştır biz ağaçlarda. Güzel bir rüyadan uyanmanın dinginliğini hissederim bütün dostlarım gibi. Kış, karlarını ve soğuklarını bohçalayıp gitmiştir. Asude yağmurlarla yeşillenir cümle mahlukat. Ahh bu çiselti, sağanak, kırkikindi, sepkin, ahmakıslatan, serpinti… Dokunulması imkânsız güzellikler ressamıdır bu damlacıklar. Bir süre sonra bulutların arasından ışıltılı gözlerle tabiatı seyreder güneş. Yeniden renklenmenin vaktidir şimdi. Dallarımın ucunda yeşil bir sevinç şımarmaktadır. İç içe geçmiş, birbirine kıvrılmış yaprak nüvelerinden oluşan tomurcukları seyretmek ne hoştur! İnceliği görebilen fark edebilir ancak, göğe doğru uzanan bir tomurcuğun sırladığı yaşamı. Biraz daha yağmur, biraz daha güneş… Sonra katmer katmer açılır ve yapraklarla süslenir gövdem. Dallarımdan hayatın neşesini çoğaltan kuşların cıvıltısı dökülür. Cümle mahlukat kendince ses verir şu koroya: Yaşamak ne güzeldir! Az ileride, fındık bahçelerinde sıklamenler mor bir halı gibi yayılmıştır toprağa. Altuni renkte ışıldar çuhalar. Karşı yamaçlarda yaban güller de çoğaltır bu güzelliği. Ve ağu çiçekleri sarıyla yıkar tabiatı. Hep birlikte bir rayiha cümbüşü salarlar ki ortalığa, koklayan cennetsi düşlerde kaybolur. Tabiattan yayılan doğal koku, ötelere yolculuğa çağıran bir davetiyedir ruhlar için. Bahar; taze bir yaşamın, yeniden doğuşun, zorluklara sabretmenin bir hediyesidir bize.”
Öz Eleştiri
Adına aşina olunan ama ne yazık ki ruhuna uzak durulan bir hassas dengedir öz eleştiri. Aynayı kendine çevirmek istemez kimse. Dışarıyı izlemek daha cazip gelir insanın nefsine. Kaan H. Süleymanoğlu, öz eleştiri üzerine yazmış.
“Cesur toplumlar kendilerini eleştiriye tabi tutmak konusunda gözü pektirler. Korkak ve öz güven yoksunu toplumlar öz eleştiriye kapalıdır. Böylece kendilerini zamana karşı restore edemezler. Değişen şartlar onları eskitir. Eleştirel aklın egemenliği hem bireyi hem toplumu daima aydınlık alanda tutar. Aydınlık alan ise ikiyüzlülük ve bencilliğin hiçbir zaman kök salamayacağı temiz bir toplumsal zemin demektir.
Bizler sadece hatalarımızı arayıp bulmak, ıslah ve ikmal etmekle mükellef değiliz. Aynı zamanda ebeveynler olarak çocuklarımızı, öğretmenler olarak öğrencilerimizi öz eleştiriye açık bir zihinsel tutum içinde yetiştirmeli, bu konuda onları cesaretlendirmeli, davranışlarımızla onlara örnek olmalıyız. Bir toplum için burnundan kıl aldırmayan, öz güven budalası, kibirli, daima kendini temize çıkaran, kendini haklı bulan, yapıp ettiklerinin doğruluğundan hiçbir zaman kuşku duymayan nesiller sonun başlangıcıdır. Böyle bir toplumda ne ahlak ne bilim ne sosyal hayat müspet bir ilerleme kaydedebilecektir. Aydınlık gelecek; eleştiri kültürünün, öz eleştirinin, kişisel muhakemenin, toplumsal muhakemenin gölgesinde serpilip gelişebilir. Bu açıdan çocuklarımızı kişisel analiz ve onarım kabiliyeti yüksek insanlar olarak yetiştirmeyi, salt kişisel gelişim etkinliği olarak değil, toplumsal olgunluğumuzun ve istikbalimizin teminatı olarak görmemiz gerekmektedir.”
Hasan Sağındık ile Müzik Yolculuğu Üzerine
İlk kasetinden bu yana kesintisiz takip ettiğim ender isimlerdendir Hasan Sağındık. Sazıyla, sözüyle, duruşuyla bu toprakların bir parçası olduğunu haykıran bir yürekliliğe sahiptir o. Zor zamanda konuşan, her notasıyla hakikati haykıran Sağındık ile bir söyleşi gerçekleştirmiş Mahir Kılınç.
“Üniversite yıllarımda şiir ve müzikle çok içli dışlıydım. Pek çok koroda bulundum ve orkestra solistliği yaptım. Sonrasında bunlarla yetinmedim, sevdiğim şiirleri bestelemeye başladım. Bir eğitimim ve sanatçı olmak gibi bir niyetim de yoktu o zamanlar. Kendim için yapıyordum. Pek alışılmış şeylere de benzemiyordu yaptıklarım. Biraz da kuralsızdı. Özellikle genç arkadaşlar beğeniyordu. Sonra 1989 yılında ilk albümümüz olan Yusuf Yüzlüler’i çıkardık.”
“Esere söz seçmek için şiirden anlamanız lazım. Besteci iseniz kendinizi ifade edecek kadar bir veya daha fazla müzik aleti çalıyor olmanız ve sazınızla ara sıra dertleşmeniz iyi olur. Kitaplarla da öyle...”
“Bizim yaptığımız müzik tarzları çoğalmaya başlayınca herkes bir isim vermeye çalıştı. Ezgi, özgün, yeşil pop, marşlar gibi isimler söylendi. Bu isimler çokça da eleştirildi. Üst başlık “müzik” olmakla birlikte, herkesin yaptığı müziğe ya kendi verdiği ismin ya da kendi adıyla anılan bir ismin kullanılmasının daha doğru olacağını düşündüm. Ben kendi müziğime “Asya sentez” adını verdim. Asya sentez, iki farklı olanı birleştirme çabasıydı. Asya, içinde bulunduğumuz coğrafyaydı her şeyiyle. Kelime olarak da sıcaktı, Avrupa kelimesine nispetle. Fakat bir taraftan da dünyada bugüne kadar oluşmuş diğer müzik türlerini ve sazlarını da kullanıyordum eserlerimde. Ve bu birikimden vazgeçemezdim. Bu kısım benim “sentez” dediğim tarafını oluşturuyordu müziğimin. Asya sentez böyle ortaya çıktı.”
Derviş Heybetiyle Bir Şehir: Kahramanmaraş
Zeynep Uzun’un Derviş Heybetiyle Bir Şehir: Kahramanmaraş yazısı şimdi daha bir anlam kazandı. Uzun’un yazısında büyük bir coşku ile anlattığı şehrin her köşesi şimdi bir afetten geriye kalan harabeye döndü. Depremin yeni olan ne varsa yerli bir ettiği gibi tarihten bugüne kadar dimdik ayakta duran yapıları da bir enkaza dönüştürdüğüne şahit olduk.
Zeynep Uzun’un yazısını bir şehre yakılan ağıt hüznüyle okumak da varmış. Okuduğumuz her satır, adı geçen her yer içimize ağır bir darbe gibi iniyor.
“İlk karşılaşmamız… Teslimiyetin buğusu çökmüş, Maraş’ın kahraman dağlarının üstüne. Sabahın sükûnunu örseliyor yağmurun şıpırtısı. Alaeddin Özdenören, şiir ülkesi olarak tanımlıyor burayı. Sütçü İmam’ın, Gül Yetiştiren Adam’ın, zarif kalemlerin yurdu; ruhun kıyılarını aşındıran bir şiir, büyüleyici bir tasvir gibi her bir karışı. Elbistan, Pazarcık, Türkoğlu… Her birinde binlerce yıllık hatıralar gizli. Birçok kültürün ortaklaşa yazdığı efsane misali upuzun bir nazım.”
“Kahramanmaraş, en az on gününüzü ayırarak gezebileceğiniz bir kent. Abdülhamit Han Camii, Arkeoloji Müzesi, Dondurma Müzesi, Kurtuluş Kent Müzesi, Yeşil Göl, Kale ve daha nice mekânıyla muhakkak gezi planlamalarında olması gereken bir Anadolu şehri. Sultan’üs Şuara Sünbülzade Vehbi’den, büyük devlet adamı ve hükümdar Alaüddevle Bozkurt Bey’e kadar nice kıymetli şahsiyetin yurdu bu vatan toprağı. Maraş, gerek tarihi, gerek mutfak lezzetleriyle ziyaretçilerini eşi görülmeyen bir misafirperverlikle kucaklıyor. Antep’e çok yakın mesafede olmasına rağmen Antep mutfağından farklı tatları var ve bir gastronomi şehri olmaya aday. Tarhanası, eli böğründesi, mumbar dolması, kuru dolması, kuru domates, çemeni, baharatı, fıstık ezmesi, yöresel Maraş çöreği ve tabii dondurması ile kapılarını gelenlere sonuna kadar açıyor. Unutmayalım, Antep’in baklavasını yemek için Maraş’ın dondurması olmalıdır. Tüm şehirlerimizin apayrı güzel ve birbirini tamamlayan kardeşlikleri var. Ve tabii yazacak çok şey de var, ancak yaşanacak olanların peşinden koşmaya devam diyerek yazımızı burada noktalayalım. Kalın sağlıcakla.”
Rufeyde Bint Sad El-Eslemiyye
Medeniyetimizin Münevver Kadınları köşesinde Meryem Dalğıç, Rufeyde Bint Sad El-Eslemiyye hakkında yazmış. Bu tür yazıları çok değerli buluyorum. Tanınmış isimler hakkında zaten her yerde yazılar çıkıyor. Adı çok fazla bilinmeyen ama iz bırakan isimleri de tanıtmakta fayda var. Dalğıç, akıcı üslubuyla bizleri Asr-ı Saadet’e götürüyor. Karşımızda; bir hekim ve hemşire olan Rufeyde Bint Sad El-Eslemiyye var.
“Rufeyde’nin (r.anha) babası bir hekimdi, tüm bildiklerini kızına da öğreterek onu sıhhiye alanında yetiştirmişti. Hastaları tedavi etmekte oldukça mahir olan Rufeyde, hekim ve hemşirelik mesleğini İslam’ı seçtikten sonra da devam ettirmek istedi. Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tıp ilmini bilen bir aileden geldiğini söyleyerek kendisine izin verildiği takdirde bu yönde hizmet etmek istediğini belirtti. İslam medeniyetinin inşası sürecinde kadın ve erkek yan yana, omuz omuzaydı; kuşkusuz buna kaçınılması mümkün olmayan savaşlar da dâhildi. Savaşlarda en çok hekimlik ve hemşirelik hizmetine ihtiyaç vardı. Allah Resulü’nün kendisine izin vermesiyle müşriklerle yapılan savaşlara katılan Rufeyde, bilhassa Hendek Savaşı’nda gösterdiği gayretle adından söz ettirdi.”
Sur’da Bir Bahçıvan ve Çiçekleri
Derginin bir diğer söyleşisi Diyarbakırlı bir aile ile yapılmış. Konu Diyarbakır olunca söyleşinin yapıldığı Amber Hanım’a, Mevlüt Bey’e ve ailesine depremden inşallah sağ salim kurtulmuşlardır temennisinde bulunmak istiyorum.
Konumuz, evlat yetiştirmek. Hem de bunu bir bahçıvan hassasiyeti ile yapmak. Sorular Mahir Kılınç’tan.
“Üç kız, üç erkek olmak üzere altı çocuğumuz var ve biz çocuklarımızı ayrı ayrı çok seviyoruz. Onlar da bu sevgimizin farkındalar. Onlara dair söylediklerimizi hiç geri çevirmiyorlar çünkü bizim söylediklerimizin onların iyiliğine yönelik olduğunu biliyorlar. Bu durum çocuklarımızla daha kolay anlaşabilmemizi sağlıyor. Çocuklarımıza çalışmaları ve başarılı olmaları gerektiğini söylediğimizde buna asla itiraz etmiyorlar. Evimizde de eğitim öğretim seferberliği hâkim oluyor.”
“Babamızın ve özellikle de annemizin bizler için fedakârlıklarını anlatamayız. Hep bizleri düşünüyorlar. Onlar âdeta yemiyor yediriyor, giymiyor giydiriyorlar. Babamız, gurbette ailemiz için çalışırken annemiz de burada bizler için mücadele veriyor. Özellikle annemin okumamış biri olmasına rağmen bizden önce kardeşlerinin okumasına destek olması ve şimdi de bizim eğitim öğretimimiz için çabalaması müthiş bir özveri ve fedakârlık.”
İnsanlığın İlk Babası Hz. Âdem
Diyanet Aile dergisinin hassas bir dengesi kendisini derginin her köşesinde hissettiriyor. Yazılarda verilmek istenen mesajlar zamanın şartlarına göre ince dokunuşlarla okuyucuya sunuluyor. Yani dergi, olması gerekeni yapıyor. Sedide Akbulut’un İnsanlığın İlk Babası Hz. Âdem yazısı buna çok iyi bir örnek. Akbulut, konuyu derinlemesine işliyor ve alınması gereken hisseyi de yazısında ulaştırıyor okuyuculara.
“İrade, adalet, merhamet, dayanıklılık, duygusal ve psikolojik denge, cinsel kimlik, zihinsel gelişim, sosyal ilişkiler, öz güven ve problem çözme becerisi gibi kazanımlar baba aracılığı ile geliştiği için baba, çocuğun ayağa kalkıp yürüyebilme becerisidir aslında. O nedenle babaların kendi sorumluluklarının bilincinde olması kadar özellikle annelerin de gerek aile içinde gerekse sosyal hayatın her kademesinde babanın saygınlığını korumaları çok önemlidir.”
Diyanet Aile’den Bir Hikâye
Nagihan Aydın – Taş ve Sarmaşık
“Günün ilk ışıklarıyla birlikte âleme yayılan toprak kokusu kadar kadim bir hikâyenin içinde buldu taş kendini. Yenilenmeyi bir türlü beceremeyen bünyesi zamana yenik düşmeyi seçti. Ne tuhaftır ki eskidikçe kıymeti arttı. Tercihi sadelikten yana olsa da ona yaklaşan herkes bir parçasını alıp şekline debdebe kattı. Kâh ayakkabı iniltisiyle irkildi yerinden kâh balyoz darbesiyle. Onu dövdüler, kırdılar, hırpaladılar mütemadiyen yüksekten attılar. Yer çekimi dedikleri şey hıncını en çok ondan çıkardı. Yuvarlanıp durdu gediğine konulana kadar.”
“İyi bir taş ustasına rastlamak belki de şu hayattaki en büyük şansı olabilirdi. Düşünsene sana biri şekil veriyor ve artık yola öyle devam ediyorsun. Eğriysen eğri, doğruysan doğru, diyor bakanlar. Ustanı kimsenin tanıdığı da yok, olan sana oluyor. Hem şeklini beğenmesen ne olur, biraz daha düzelteyim deseler iyice yok olmaya kadar gider bu.”
“O kış çetin geçti. Gelip giden de olmadı. Malum! Yağmur, kar yağdığında mezarlara su veren olmazdı. O kış da olmadı. Sesleri yutan balçığa her gün bilmem kaç kere dalıp çıkıyordu gözleri. Karnıyla kafası arasındaki saydam köprüden mükerrer kelimeler devşiriyordu.”
“Sabah olduğunda yanı başında beliren o tanıdık sesle yaşadığını bir kez daha hissetti. Sarmaşıkla göz göze geldiklerinde beklemenin verdiği, bakışlarına saplanan o mağrur edayı kovamadı. Sarmaşık ise pes etmemiş olmanın tarafındaydı. Belki ilk ayrılıkta birbirini kaybeden iki yoldaşın kavuşamamak endişesi bağlılıklarını kuvvetli kılacakken, ikinci bir başlangıç her şeyi tersine çevirmiş ikisi de kendini amansız bir güç ispatının içinde bulmuştu.”
Şehir ve Kültür; 103. Sayı
Şehir ve Kültür dergisi 13. sayısına kapağından Rami Kütüphanesi’ni selamlayarak giriyor. Dergi bu tavrı ile tam anlamıyla bir şehir kültür dergisi olduğunu her sayı vurguluyor. Şehirlerde gerçekleşen kültür sanat çalışmalarına kulak vererek dergiciliğin önemli bir görevini de yerine getirmiş oluyor. Ülkede güzel şeyler olurken kendi türküsünü söyleyen bir kültür dergisi değil Şehir ve Kültür.
Mehmet Kâmil Berse, Rami Kütüphanesi hakkında yazmış.
“RAMİ KÜTÜPHANESİ: 250 yılı aşkın bir tarihi olan İstanbul Rami Kışlası’nın, Türkiye'nin en büyük kütüphanesine dönüştürülmesi fikri, “İstanbul; 2010 Yılı Avrupa Kültür Başkenti” çalışmalarına dayanmaktadır. Türkiye’nin ve İstanbul'un bilgi toplumuna açılan penceresi olacak ve toplumun kültürel, eğitsel ve sanatsal ihtiyaçlarına cevap verecek yeni ve farklı bir mekân olması amacıyla 3 etap halinde projelendirilen Rami Kışlasının yenilenmesi işinde, aslına uygun restorasyon çalışmaları, renovasyon (yenileme) uygulaması ve yeni inşa faaliyetleri, bir arada yürütülmüştür.”
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rami bünyesindeki Yazma Eserler Kütüphanesi'nin de buraya ayrı bir derinlik katacağını dile getirerek, günümüzün olmazsa olmazı dijital kaynakların da burada meraklılarıyla buluşacağını kaydetti. Erdoğan, kütüphaneye emeği geçen herkesi tebrik etti.”
Şehir Üzerine Notlar
Şehir üzerine düşünen ve yazan bir isim Mehmet Kurtoğlu. Şehirlerin nabzını tutmayı biliyor. Dergide şehirler üzerine genel değerlendirmelerine yer veriyor bu sayı.
“Kahire'nin ilk taşını, İslam komutanı Amr b. As koymuştur. Amr b. As tarafından Fustat adıyla kurulan Kahire, daha sonra Mısır adını almıştır. Bugün, Mısır büyük bir devletin adı olmuştur. ..Bir de Avrupa şehirlerine nispet olsun diye, kültürel ve mezhebi kaygıyla kurulan St. Petersburg şehri vardır. Büyük Petro'nun bataklığı kurutup,42 ada üzerine kurduğu bu şehir, Venedik örnek alınarak inşa edilmiştir. Diğer bir sıfatı köprüler şehridir. Fiziki olarak Venedik'le, kültürel olarak da Paris ile yarışan St.Petersburg, büyük Rus edebiyatçılarının yaşadığı ve onların ölümsüz eserlerine mekân olmuş bir şehirdir..”
“Ve Şehir Hakkı / Şehir mutlu etmelidir insanı. Dünyanın en güzel şehirlerini inşa edebilirsiniz, ancak orada yaşayacak insanı ihmal ediyorsanız, bir sorun var demektir. Çünkü, insanın şehir üzerinde, şehrin de, insan üzerinde hakkı vardır. Şehrin yollarını karmaşık, binalarını dar, evlerini bahçesiz, meydanlarını ağaçsız, mabetlerini metafiziksiz/ruhaniyetsiz, mekteplerini fikirsiz, adliyesini hukuksuz yaparsanız, halkı zevksiz güzellik ve estetikten yoksun, hakimleri adaletsiz, doktorları merhametsiz, amir ve memurları liyakatsiz, kadınları ezik, çocukları da güvensiz, kişiliksiz olur. Bu tür şehirlerde, sınıf ayrımı belirginleşir ve ahali birbirine düşmanlık beslemeye başlar.”
Kamusal Sanat
Kamusal alan tabirine artık toplumun büyük kesimi aşina. Bir zamanlar daha fazla telaffuz edilse de sözün ifade ettiği anlam günümüzde de malum olduğu şekilde biliniyor. Necla Dursun da kamusal sanattan bahisler açmış yazısında. Kamuya açık sanat yani sınırları genişletip dört duvarın ötesinde gerçekleşen sanattan bahsediyor Dursun.
“Yakın bir tarihte yolum, Anadolu şehirlerimizden birindeki devlet hastanesine düştü. Beş katlı hastane yatay bir mimariye sahipti ve püfür püfür esen bir tepenin yamacındaydı. Bordoya boyanmış duvarları doğa ananın yeşili, gök kubbenin mavisiyle çevrelenmişti. Sabah saatlerinin yüksek oksijeni tüm katlara hayat verirken, göz kliniğinin banko görevlisinin gülümsemesi, ikinci kat koridorunun havasını iyiden iyiye değiştirmekteydi.
Kamusal sanatın örneklerinden birini göreceğimden habersiz, işlemlerimi yaptırdım. Ünitenin göz ölçüm bölümüne ilerlerken koridor boyunca, rengârenk görsellerle karşılaşmak oldukça sıra dışıydı. Koridor boyunca bir hikâyenin sahneleri icra ediliyor gibiydi. Çiçekler, kelebekler, posta kutuları, insan ve hayvan figürleri kuşatmıştı her yanı. Dayanamayıp sordum; “bu görseller nedir, kim yaptı?” diye. “Ayşe Hemşire yaptı.” dediler.”
“Kamusal sanat mevzu bahis olduğunda, ilk akla gelen örneklerden biri, kuşkusuz Özgürlük Anıtı ‘dır. Amerika ‘nın görsel hafızadaki ikinci imgesi, yine bir kamusal sanat örneği olan, Güney Dakota ‘da Rushmore Dağı ‘na oyulmuş ABD devlet başkanlarından Washington, Jefferson, Lincoln ve Roosevelt ‘in portre heykelleridir.”
“Örneğin Berlin Duvarı Eylül 1989 'da yıkılmış olsa da, Berlinliler çok sayıda resim ve grafiti ile duvar yüzeyini doldurmuşlardır. Berlin duvarının 1,3 km‘sini kaplayan “East Side Gallery Doğu Yakası Galerisi”, ‘eski rejimden bugüne kalanlar’ olarak değerlendirilen kamusal sanat örneklerinden biridir.”
Hikâyesi Olan İnsanlar
Herkesin bir hikâyesi vardır. Bazılarının filmleri aratmayacak kadar aksiyon dolu bir hayatı varken bazılarının rutin tarzda geçen bir hayatları vardır. Sonuçta herkes kendi hikâyesini yaşıyor. Kahramanı kendi olan yaşamları sürüyor herkes. İsmail Bingöl, hikâyesi olan insanlardan bahsetmiş yazısında.
“Mücadelelerinin dayanak noktası, inançları ve idealleridir. Hayat çizgilerini bu doğrultuda sürdürmeye gayret ederlerken, ömürlerinin sonunda yaşadıkları topluma, takipçilerine, yaptıklarının ve yapmak istediklerinin farkında olanlara, ya bir eser, ya bir hikâye ya da üzerinde durulduğunda, konuşulduğunda, zihinleri iyiyi, güzele, doğruya sevk edecek bir zaman dilimi bırakırlar.
Hikâyesi olanlar; dünyayı dolaşmış, her gittiği yerden bir şey öğrenmiş, bilgisini, görgüsünü artırmış birileri olabileceği gibi, yaşadığı yerden pek fazla uzaklaşmasa da, merakı, gözlemciliği, ilmi, irfanı sayesinde kendini geliştirmiş bir kişilik de olabilir. Öncekinden daha çok şey öğrenilebilse de, sonraki bölümdeki kişi de insanlığa kendi gücü nispetinde bir katkı sunacaktır. Önemli olan geride ama çok ama az, yukarıda yazdıklarımız ölçeğinde bir hikâye bırakmaktır.”
Suadiye’nin Şaşkınbakkalı
Ülker Gündoğdu Suadiye’yi anlatıyor. Öylesine içten bir anlatımı var ki bir anda oralarda olma hissi uyandı içimde. Sokağı, caddesi, camisi derken bir semti boylu boyunca gezdim. Bir de Şaşkınbakkal var tabii. Bir bakkal neden şaşkın olur ki? Cevabı yazıda.
Kıskanılanların olmuştur Suadiye. Hemen hemen her sabah Bostancı’daki ikametimden çıkıp, Galip Paşa Camii’nin sokağından sahile, vapura koşanlar arasından yürüyerek ulaşıyorum. Martılara bakan kedileri severken martıları kıskanıyorum. Suadiye Oteli’ne kadar yürürken mekânın insana, insanın da mekâna bıraktığı izler üzerine anlamları düşünüyordum. Mekân, bizi bütün ihtişamıyla çeken, bize bir sığınak, bir barınak olan, bizimle anlamlı olan yapılar bütünlüğü. Heidegger’ın “dil varlığın evidir” düşüncesi, insanda dil ile kurulacak anlamların bir girizgâhı niteliğindedir. Varlığımızı dil ile anlaşılır kılarken dilimizi de barındıracak bir mekâna ihtiyacımız vardı.
“Suadiye, her yeni gün geriye kalan değerleri süzen, en duru hayatın kucağına bırakır sizi. Yarın sabah, beni nasıl bir hayatın ufkuna bırakacak? Suadiye’de görüş alanınıza giren her kare Kadıköy’ün en yeni resmedilen Monet sergisine ait tabloları gibidir. Bu bakımdan yeni sayılabilecek semtlerinden biridir. Bu isimle anılmaya başlaması 1908 sonrasına denk gelir. Bağdat Caddesi’nin genişletilmesi sırasında Çatalçeşme yakınlarındaki bulgularda; çeşme taşınırken altından Bizans dönemine ait işlenmiş taşlar çıkmıştır. Kadıköy’ün birçok semtinde olduğu gibi Suadiye’deki yerleşimin de Bizans dönemine kadar uzandığını ortaya koymaktadır. Osmanlı dönemi İtibariyle henüz meskûn olmayan Suadiye, bostancı erlerinin Bostancı’dan içeri girmesi muhtemel kaçakçı ve hırsızları yakalamak için sık ve gür ağaçlıkları pusu olarak kullanmalarıdır. Suadiye bu itibar ile Osmanlı döneminde suçluların yakalandığı bir yer konumundadır.”
Bir Kâbe Masalı
Şifanur Çelik Şirin’in şehir yazıları şiir tadındadır. Anlattığı şehri, mekânı adeta yaşatır Şirin. Çünkü cümlelerine düşen her harf gönülden kaleme alındığını hissettirecek bir içtenliğe sahip. Bu sayı durağımız güzeller güzeli Kâbe. Yaşıyoruz kutsal beldeyi adeta. İçtenlik ve samimiyet bu yazının her satırında bir mümin inceliğinde kendini gösteriyor.
“Otelimizle Kâbe arasında bayağı bir mesafe olduğu için her gün servislerle ziyarete gidebiliyorduk Sevgiliyi. Servisten indikten sonra, 10-15 dakikalık yürüme mesafesi var. Çöl ikliminin yaşandığı bölgede, dolmuşların arasından, egzoz gazları buram buram, sıcak asfalt kokusu yüzüne vura vura, insan kalabalığı arasında ağır adımlarla ilerliyorduk. “
“Başka bir gün, sahuru yapıp servislerle Kâbe’ye gittik. Önce bu izdiham içinde kendimize yer bulmanın sevincini yaşadık. Sonra bulduğumuz yerde önümüzde sütunun olmadığına sevindik. Çünkü kalın sütunlar arasından, bir hilal gibi görünen Sevgilinin yüzüne bakarak namazımızı kılabilecektik. O an ruhumuzu büyük bir huzur kapladı. Rüya âleminde gibiydik. Elhamdülillah Rabbim bize bu günleri yaşattığı için diye sürekli dua ediyorduk. Sadece tefekkür ve dua boyutu vardı burada, dünyaya ait hiçbir telaş yoktu ne çocuk ne eş ne dost sadece Sevgili ile sen vardın.”
Çok üzgünüz herkes hüngür hüngür ağlıyor sevgiliden ayrılmanın hüznü içindeyiz. Ayrılık, acı bir his. Mübarek Kâbe’m, varsam sana, yüzüm gözüm sürsem sana dediğim gün. Candan Sevgiliden ayrılık günü bugün. Rabbim Haccı da nasip etsin inşallah bana ve cümle Müslüman kardeşlerime. Seyahat Ya Rasülallah (s.a.v.)…”
Bir Hayır Adamı ve Bir Yurt Hikâyesi
Muhsin İlyas Subaşı’nın yazısını okuyunca, “Ne güzel insanlarımız varmış Anadolu gibi bereketli.” dedim. Yürekleri geniş, elleri açık, sadece kendisi için değil milletin evlatları için de çalışıp çabalayan insanlardan biri olan Nuh Nazi Yazgan’ı anlatıyor Subaşı. Yaptığı hayırlarla, gençlere verdiği önemle örnek olacak hayatıyla Nuh Naci Ağa’yı tanıyoruz.
“Bugün, arkasındaki nesil, onun adına Nuh Naci Yazgan Üniversitesi’ni kurarak, yüksek öğrenimin hizmetine sundu. Eşi adına yapılan ‘Behice Yazgan Kız Lisesi’, yarım asra yakındır kız öğrencilerimize hizmet vermektedir. İnsanlar kendilerinden kaçabilirler, ama kaderlerinden kaçamazlar. Kaderi onu böyle bir istikamete sevketmiş, yaşadığı bir yürek sızısı ondaki hayırseverlik duygusunu alabildiğine geliştirmiş ve o, böylelikle unutulmayan hayırseverler arasına girmiştir. 17 yaşında kaybettiği oğlunu, bir fakir çocukta görebilmenin heyecanı, acılı bir babayı sürekli hayır işlerine yönlendirmiş. ‘Ölüm’ü unutmadan yaşamanın farkına varanlar, dünya hayatının sınırlarını anlamakta gecikmezler. Nuh Naci Yazgan, bunlardan birisidir herhalde.”
Siirt’in Bağrına Düşmeye Ferman Gerekmez
Hülya Günay, tarihiyle ve kültürüyle Siirt’i anlatıyor.
“Ana caddeye bağlanan bir mahalle muhteşem kokusuyla içine çekiyor. Kendimi iğde ağacının altında çocukluğumla sarmaş dolaş buluyorum. En son ilkokul yıllarında kokladığım, dokunduğum iğde ağacıyla buluşmanın verdiği duygu tarifsiz. Akasyalar, zeytin ağaçları, üniversite bahçesinde Siirt fıstık ağaçlarını incelerken, bir küçükbaş hayvan sürüsünün mahalle arasından geçmesi sabah neşesi oluyor. Şehrin simgesi Siirt Saat Kulesi’ne kadar yürüyorum.”
“1515 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Siirt, hızlı şehirleşme ve özellikle İslam âlimlerinin çokluğu nedeniyle çok sayıda türbeye ev sahipliği yapmakta, bu nedenle de ‘’Azizler Diyarı’’ olarak bilinmektedir. Ulu Cami/Çinili Minare, Cumhuriyet (Hıdr-ül Ahdar) Cami, Veysel Karani Türbesi, Şeyhul Hazin Hazretleri Makamı, Şeyh Muhammed Kazım Türbesi, Sultan Memduh Türbesi dini turizm amaçlı çok sayıda ziyaretçi tarafından ilgi görmektedir.”
Maraş Ayağa Kalkacak
Serdar Yakar, Maraş’ın milli mücadeledeki kahramanlıklarını ve kahramanlarını anlatıyor. Yazısının bir yerinde; “Ama çok şükür, bir harabe haline gelen Maraş’ımızı da düşmandan temizledik.” Yürek dağlayan bir cümle bu. Şehirler harabeye döner. Bazen savaşla, bazen de doğal afetlerle. Sonunda tek yürek olarak ayağa kalkar şehirler. Maraş ayağa kalkmıştı içindeki işgal güçlerini temizleyerek. Şimdi de bir millet olarak tek yürek olup Maraş’ı ve depremin vurduğu tüm şehirler ayağa kalkacak. Bu millet, birlik olmak nedir bunu defalarca gösterdi, yine gösterecek.
Hürü Ana ve Oğlu Şekerci Ökkeş’i anlatıyor Yakar.
“Hürü ana, Kahramanmaraş’ta ismi şimdi Kurtuluş Mahallesi olan Kuytul’da oturdu yıllar yılı. 1871’de doğmuştu Maraş’ta. Savaş yıllarının öncesini ve sonrasını yaşadı, tüm acısı ve çilesi ile. Komşularının ekserisi Ermeni idi ve hep bir arada kardeşçe yaşamakta idiler. Yüzyıllar süren kardeşlik ve de komşuluk, 1900’lü yılların başında bir anda, yerini kin ve düşmanlığa bırakmıştı. Sonra Ermeni çetecilerin baskınları ve katliamları konuşulmaya başlandı.”
“Sağda solda evler yanıyordu. Bilinmeyen yerlerden kurşunlar yağıyordu. Vurduk, vurulduk. Akşama kadar dövüştüm. Bazı kiliselerin ve Ermeni evlerinin damlarında, kurulmuş makineli tüfekler ortalığı cehennem gibi kavuruyordu. Fakat bana tek bir kurşun bile değmedi…Savaşın sonuna kadar her gün dövüştüm. Sonunda Mercimektepe’ye, düşmana yardım geldi. Onlar da bu sayede kaçıp canlarını kurtardılar. Maraş kurtulduktan sonra, gönüllü olarak Gaziantep ve Şam savaşlarına da katıldım…Bizlerle birlik olacak yerde, düşmanla birleşen, bizi yok etmeye kalkışan Ermeniler, büyük zayiat verdiler. Ancak bir kısmı Fransızlarla beraber kaçabildiler. ..İntikamımızı aldık.”Hürü Ana çekilen onca acı ve çilenin ardından, kurtuluş sevincini yaşar. Baştan aşağı yanan şehrin, yeniden imar edilişine şahit olur. Uzun bir ömür sürerek 5 Ağustos 1953’de vefat eder. Oğlu Şekerci Ökkeş ise harp sonrası, bir ara Osmaniye’de şekercilik yapmış olsa da, daha mesleğini Ulu Cami’nin kuzeyinde, Belediye Çarşısı’nda sürdürür. Ömrünü bu çarşıda tamamlar. 17 Aralık 1980’de vefat eder. Rahmetle anıyoruz.”
Yediiklim, Şubat 2023 Sayısı
395. sayısı çıktı Yediiklim dergisinin. Birbirinden değerli öykü ve şiirin yanında özellikle inceleme yazıları, dergide önemle takip edilen yazılardan. Düşünce dergisi olmanın gereklerini böylelikle yerine getirmiş oluyor Yediiklim. Bu sayıda da birçok inceleme, araştırma yazısı okuyucuları bekliyor.
Peygamber Işığı
Osman Bayraktar, Peygamber Işığı başlıklı yazısının ilk bölümünü yayınladı. Peygamberlerin insanlığa yol gösterici yanları ele alınıyor yazıda.
“Ne kadar ileri gidersek gidelim, varlığın başlangıcı konusunda akıl yürütmenin bir sınırı var. Aklın gidebildiği yer en nihayet magmatik bir oluşum. Daha ilerisini sormayalım. Yunan filozofları akıl yürütmeyi ilk sebebe kadar götürdüler. Niteliği belirsiz, başlangıç etkisini veren ilk Sebep. Sonrası sebep- sonuç bağlantısı içinde gelisen ilişkiler yumağı. Farabi, ilk sebebin önüne Zorunlu Varlık kabulünü ekleyerek bu düşünme biçimini müslümanlaştırdı.”
“Âdem ve Havva daha cennette iken de sınavdaydı. Bütün nimetler arasında yasak meyveye yaklaşmama sınavı. Yasak cezbetti onları ya da ilk iğvasında başarılı oldu Şeytan. Adem ve Hava sınavı kaybettiler ve cenneti. Şeytandan farklı olarak Adem ve Havva hatalarını kabullenerek pişmanlık belirttiler, tövbe ettiler. Bu alçak gönüllü tutumun karşılığı olarak yeni bir şans verildi onlara. Bağış olan cennet nimetini çabayla kazanma şansı. Yaratılışta cennet bedelsiz verildi insana, hata, sınırın aşılması bu yüce bağışın kaybedilmesine yol açtı. Artık sınav bu dünyada olup bitmede. Öte dünyadaki durumumuz buradaki yaşantımızın bir uzantısı. Cennet nimetlerini de, cehennem eziyetlerini de burada biriktiriyoruz. Yaptıklarımızla ve yapmadıklarımızla.”
Hüseyin Su ile Söyleşi
Mükerrem Mert, Hüseyin Su ile öyküye ve yazmaya dair bir söyleşi gerçekleştirmiş. “Kırık Sızı” kitabının ayrıntıları da söyleşide konuşulan konular arasında.
“Bir yazar için ilk önce asıl olan yazının, yazmanın sorumluluğu ve bir yazı bilincidir. İkincisi de bunların farkında olmaktır. Bu sorumluluk, bu bilinç öncelikle her tür yazı (öykü, roman, şiir, deneme, eleştiri vb.) için geçerli ve belirleyicidir. Öykü, roman, deneme, eleştiri, şiir vb. türlerden birinde yazmanın teknik sorumluluğu ve gereğiyse ikinci dereceden bir nedendir. Hiç şüphesiz bu da çok önemlidir. İste kalemin kaldıraç noktasının tam da burası olduğu kanaatindeyim. Yani, ezelde kaleme "Yaz!" emrinin veriliş anındaki dikkat, sorumluluk ve bilincin farkında olmak... Gerek yazma duygusu gerek yazma bilinci gerekse yazma sorumluluğu, bir yazarın hem kalem hem de kâğıt karşısındaki dikkatini de mutlaka belirler; belirlemelidir.”
“İnsan düşüncesi elbette tecrübelerimizden yani geçmişimiz üzerinden ilerler. İçinde bulunduğu ân üzerine düşünürken de geleceğe dair düşünürken de yaslandığı tecrübelerden, geçmişinden hareket eder; sanırım böyledir... Dünyayı, eşyayı, hayatı deneyimlemeden nasıl bir gelecek tahayyülü oluşabilir ki insanın? Var olanın dışında bir şey düşünebilmek için önce var olana bakmak gerekecektir. Bu konunun tahkiye metinlerinin kurgusuyla, özel olarak da öykü tekniği ve yazımıyla ilişkisinin nasıl kurulabileceği de sanırım çok farklı değil. Şuraya geliyoruz sonuçta galiba: Hiçbir şey yaşamamış olduğunu var saydığımızda bir insan, yazar, yaşanacak olanlara dair neler kurgulayabilir, neler söyleyebilir?”
“Susmaya sığınıp sığınmadığımı tam olarak bilemiyorum ama farkında olmadan da böyle yapıyor ve suskunluk diline sığınıyor olabilirim. Evet öyle ya da hayır öyle değil, diyecek kadar bile isteye tercih edilmiş bir tutum olduğunu söyleyemem. Ama doğru, diyaloglara dayalı bir öykü yazmadığımı söyleyebilirim.”
Savaş Ontolojisi
Erdal Çakır savaş ontolojisinden bahsediyor. Hayata bir savaşın penceresinden bakmak ve mücadeleyi neyin adına yürüttüğünü bilerek savaşmak azmi de kuvvetlendirir.
“Hiç durmadılar ki, şimdi de dursunlar. Haçlı seferleri, biz Anadolu'ya geldiğimiz için mi tarih sahnesine sürüldü. Şayet Anadolu'ya gelmeseydik, nedenlerini her birerimizin üç aşağı beş yukarı kestirebileceği üzere, uzak Asya steplerinden şimdiye çoktan bizi Pasifik'e dökmüşlerdi. Soykırım'ın tanınmasıyla birlikte yeni ve daha hacimli bir haçlı seferinin startının verildiğine dair görüşler dolaşıyor ortada. Bu seferler, belli sebeplere bağlı belli periyotlarla mı yapılıyordu ki yenisinden bahsediyoruz. Bunlar ardı arkası kesilmeden farklı farklı suretlerde kendini gösterir biçimde tarih boyunca devam etti ve edecek.”
“İnsanın fert olarak kendisinin, ailesinin, cemaatinin, milletinin, en nihai noktada sebep asabiyetinin dışında kalanları dünyanın atık maddesi olarak görmesinin veya kendi çıkarı için dönüştürülebilir bir yığından ibaret saymasının sebepleri üzerinde çok ciddi düşünmek gerekir.”
Sezai Karakoç'un Hatıraları Üzerine
Sezai Karakoç’un hatıraları iki cilt halinde ulaştı okuyucuya. Artık Karakoç’un hatıralarına derli toplu bir şekilde ulaşmış olacağız. Ethem Erdoğan, Hatıralar üzerine yazmış.
Üstadın yazarken mümkün olan en katlanılabilir hâle getirdiği metinler, onun bu hadiseleri yaşarken nasıl katlanabildiği hususunda büyük soru işaretleri bırakıyor zihnimizde. Bir noktada yazmaya başladığı için pişmanlık duyduğu hususunu da dile getiriyor aslında. Bunun akabinde devam etmesi gerektiğine inanıyor "Fakat sonra, bir kere başladık, bu acıya ve çileye katlanıp bitirmemiz lazım diye düşünüyorum."
Üstad kendi ifadeleriyle 'yetişme tarzı’ dolayısıyla tanıdıklarına saf şekilde bağlandığını, onları coşkuyla kucaklama isteği içinde olduğunu bunları da içsel olarak yaşadığını anlatıyor. Hiçbir protokol düşünmeden arkadaşlarına koştuğunu, kendisiyle ilgilenip ilgilenmemelerine itibar etmeksizin bunu yaptığını anlatır. Bu alışkanlığını son raddeye dek sürdürdüğünü anlıyoruz. Son raddeden itibaren hayal kırıklığı oluyor elbette. "Artık parmaklar adeta gözüme batar hale gelince fark etmeye başladım ki, insanlar, tanıdıklar arasında böyle coşkulu, sonsuz bir arkadaşlık ve davadaşlıktan başka hisler ve irtibatlar varmış!"
Futbol, Edebî Bir Şölene Dönüşür mü?
Futbolun etkisi yadsınamayacak bir dereceye sahip. Tüm dünyanın ilgi gösterdiği bir spor olan futbolun toplumu etkileme gücü de tüm sporların çok ötesinde. Ahmet Selman Demirel, futbolun bir edebi şölene dönüştürülmesi yönünde teklifi var. Futbolu kitapla, kültürle birleştirmeyi teklif ediyor Demirel.
“Futbol, sadece futbol değildir, denir. Oynayanlar için spor, seyredenler için görsel bir şölendir. Amatörce yapıldığı takdirde. İş profesyonelliğe döküldüğünde, sadece futbol değil her türlü sportif faaliyet maksadının dışına çıkar. Örneğin futbol geniş halk kitlelerini uyuşturmak için kullanılagelen bir afyon olmuş. Halkın enerji birikimi futbol yoluyla sahadaki kişilere yönelmiş. Futbol günümüzde tüm dünya üzerine örtülen küresel bir örtü olarak gerçekleri görmemize mani olmayı sürdürüyor. Bunun için oldukça elverişli bir enstrüman. Destekledikleri ve destekleyenleri var. Milliyetçilikten, ulusal duygular ve aidiyetlerden oldukça yoğun bir şekilde yararlanıyor. Haliyle herkes vaziyetten memnun; oynayan, oynatan, seyreden, kazanan, kaybeden... Kötülük yolunda kullanılmaya bu denli müsait bir yapı, soylu bir amaç için kullanılabilir mi acaba?”
Yediiklim'den Öyküler
Osman Koca - Drezin
"Ön sözü ayırmak içimden gelmiyor."
“Tam böyle dedi Bay Akademisyen. Tezinin kapağına takılı kalan bakışlarını kırpmadı uzunca zaman. "Ön yargıları silip atınız lütfen kafanızdan!" diye serzenişte bulundu danışman hocası. "Bırakın her bir şeyi, öngörüleri, sezileri!" diye uladı peşinden Bay Profesör. Soğumuş masada duran fincanı elinin tersiyle iteledi Bay Akad. Alt yazı ile altyapı arasındaki korelasyona akıl sır erdirmedi hiçbir zaman. Amansız, talihsiz, zamansız bir durumda kuyruğunu yitiren kertenkele gibi emisyen'ini kaybediverdi bir anda. Drezinler firardaydı.”
“Yandaki orijinal kavanozu hışımla avuçladı. Elleri, ayakları, baştan ayağa her uzvu tiril tiril. Kaskatı korkuyor, ürküyordu adamakıllı. Yurt içinde sıra dışı şeyler oluyordu. Doğuda depremlerin biri bitmeden diğeri zelzeleniyor, batıda işçi ayaklanmaları yüzünden baronların itibarı zedeleniyor, güneyle kuzey arasındaki husumet her geçen gün daha bir şiddetleniyordu.”
“Vaktiyle tenini yakan şofben, sırtını morartan coplar, göğüs kafesini çatırdatan mevtalar kadar yanmıyor içi. Ne var ki profesör olması hasebiyle karda yürüse de izini belli etmeyen ve bu nedenle süre kavını başarıyla neticelendiren usta ve uzman avcılar gibi açığa vurmuyor içindekileri. Kurdeşen olması an meselesi aslında. Bunu o da biliyor ve ancak kahrolası kibri yüzünden bile isteye diri diri gömüyor kendini anılar kabrine.”
Mükerrem Mert- Tanrım Bu Gömlek Benim Değil
“Dolabında hiç tanımadığı bir gömlekle karşılaştı! Ellerini hızla çekti göğsüne. Başta kaçıp gitmek istedi odadan. Sonra nefesini tutup parmağının ucuyla dürtükledi. Ceset gibi yığılmış, kolunu raftan aşağıya sarkıtmıştı. Bu kadar korkmayacaktı, canlı ve kımıldayan bir şey olsaydı eğer.”
“Soğudu oda. Okuduğu kitaplar, giydiği kıyafetler, asılı fotoğraflar hepsinin yüzünde aynı yabancı ifade! Kapıya koştu, zamk gibi yapışmıştı. Dizlerinin üzerine çöküp söveye yaslandı. İçinde, gümbürtüyle irkilip Işıkları açan, pencerelerden kafalarını sarkıtan, oradan oraya koşan bir şehir uyanmıştı. Onun olamazdı bu dolap. Gömleğin sahibine aitti her şey. Asıl yabancı kendisiydi.”
“Az önce buradan kaçıp gitmek istediği bütün odalar şüpheye düştü. Kapının açık olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Odası diğer odalardan ayrılıp başka bir eve dönüştü. Yabancı gibi mıhlandı yere. Bambaşka ve görünmeyen bir kapının üzerine kapanışıydı bu.”
"Tanrım bu gömlek benim değil!" dese bitecekti bütün bunlar.
"Tanrım bu gömlek benim"
Yediiklim'den Şiirler
Diyelim geçip gider dakikalar peş peşe
Kalacak olan ise dost yüzü görsün beni
Sanmasın kimse eyvah ayrılık olmaz diye
Kim bilir daha neler beklemiş olsun beni
Nasıl olacak dersen gaybı bilen değilim
Çok sürer mi acaba hasretlik sorsun beni
Nurettin Durman
Sadece şairler duyar küldeki gül sesini
Aşk ve ölüm ki kemik unundan yapılma
Dünyayı bile deler diyalektiğin demir gülü
Sahi, ben dünyayı üç kez yendim de ağlamadım
Aşk da ölüm de yaslı ve yaşıt benimle
Nazım Sürçmeler Kitabı olacak öldüğümde!
Hüseyin Alemdar
Bir kuş örselenmiş şeffaf gözlerinde
Ask şiiri yazardım söz vermesem kendime
Dağ derdim bulut derdim sayardım çiçekleri
Parçalanmasa kalbim sesinin renklerinde
Çocuklar ölmese hemen sönse acılar
Bir şifalı söz aramazdım sözler içinde
Bir gül, bir kedi, bir türbe var içimde
Yalvardım çizgi çizgi şeyhine âşıkların
Trafik işaretleri bıraksaydı hâlime
Koşa koşa gelirdim kalsa cismim geride
Hangi martı hangi gökte vurulsa sensin
Beni de götür kırlangıç fırtınalarına
Bir bakışa yaslanırmış eski kadınlar
Sen duvardaki resim bir sevmek zamanı
Mehmet Özger
Bir göz aralığıdır zaman açılıp kapanan
Dili yok sessizliğin kendinden başka
Gün doğumunun ve batımının zamanı belli
Her soluğun bir anı ve bir de zamanı var
Aşk gözü içe açıksa dışı ayna
Kendine bakan göz aynada sır
Ali Haydar Haksal
Bedenimiz küçük içimiz meydan yeri
Sığıvermişiz içine işaretlerin
Ruhumuz yaşlı yaratılmış belli ki
Dünya akıldan çatlamaya meyilli
Biz ruhumuzu satmanın kutsal yanını
Bulamadık ilerden beri
Ethem Erdoğan