Hedefi İnkâr Eden Mızrak: İroni
3. sayısına ulaştı Olağan Hikâye Dergisi. Hem içerik olarak hem de görsel zenginlik bakımından göz dolduran dergi, dosya konularına da çok sıkı hazırlandığını hissettiriyor. Göstermelik değil, olması gerektiği gibi ve konuya hâkim isimleri de dergide buluşturarak ele aldığı konunun hakkını veriyor.
3. sayının dosya konusu; Hedefı İnkâr Eden Mızrak: İroni
Konuya ilginin fazla olması sebebiyle 4. sayıda da ironi konusuna devam edecek dergi.
Dosyadan paylaşımlar yapacağım.
Kâmil Eşfak Berki- İroniye Dair
Tarihi gelişim içinde ele almış ironiyi Kâmil Eşfak Berki. İroni üzerine teorik eserlere değinerek oradan yazar ve eser bağlamında bir değerlendirme yapıyor Berki. İroniyi sadece edebî sanat olarak değil birçok düşünce alanına yayan bir bakış açısı var. Oldukça isabetli bir tespit bu.
“İroni, “Hakikati görmek” olarak da belirtilir. Edebiyatta bu ağırlıktadır. Roma’da Çiçero bir hatip olarak, sözcüklerin kelime anlamlarına bağlı kalmaktan ziyade dinleyicilerinin algılarını harekete geçirir bir biçimde ironi yapar.”
“İroni edebi sanattan öte bir şey bana kalırsa. Sanatçının ruhundan eserine yayılan bir sessizlik, sessiz bir uyandırıcı, bir ürperti, kalbin tefekkürü, kalbin düşünmesi cinsinden bir şey. Shakespeare’in Kral Lear’ında “tragicirony” bulan FriedrichSchlegel, TreliosandCressida’da ise “olaylar” ironisine dikkat etmiş. Türk okuru Kral Oedipus’u çok önemser. Bu eserde “kader ironisi” (fr.ironiedusort) müthiş bir sürpriz, belki bir şok etkisi var.”
“1950 sonrası Türk Şiirinde Turgut Uyar, Cemal Süreya, Sezai Karakoç’ta ironi yoğun bir şekilde hissedilir. Turgut Uyar'ın Geyikli Gece, Cemal Süreya'nın Sizin Hiç Babanız Öldü mü, Sezai Karakoç'un Balkon şiiri zihnîlikten uzak örneklerdir.”
Büşra Çelik- Postmodernizmin Yıkıcı İronisi
Postmodernizm ve ironi birbirini tamamlayan iki kavram. Şu daha net olabilir; postmodernizmin alt katmanlarında ve detaylarında ironi vardır. Tarz olarak iç içe geçmişlik birçok eserde kendini gösterir. Büşra Çelik yazısında iki kavramı tamamlayıcılık bağlamında ele almış. Özellikle kavramsal yorumlar ironiyi bir adım öne çıkarıyor. Konuyu somutlaştırmak için de Zadie Smith’in “İnci Gibi Dişler” romanından örnekler veriyor yazıda.
“Fransızcadan Türkçeye geçen ironi ifadesi “söylenen sözün tersini kastederek kişiyle veya olayla alay etme” anlamına gelmektedir. Bu tanım, ironiyi basit bir zeminde tevriye, kinaye, istihzâ gibi söz sanatlarıyla karıştırmamıza neden olduğu için yeteri kadar açıklayıcı değildir. Yunanca eironeía kelimesinden gelen ironide ifade edilen şeyin aksi kastedilerek karşıdakini iğneleme söz konusudur. İroninin en yaygın kullanım biçimi, kişinin gayriciddi bir şeyi ciddiymiş gibi ifade etmesidir. Başka bir biçimi ise, kişinin ciddi bir konuyu şaa yollu dile getirerek bir çeşit espri yapmasıdır. Temel anlamda tüm ironilerin ortak özelliği, direkt ifade edilmediği için doğrudan anlaşılamamasıdır.”
“Postmodern edebiyatta ironi kullanımı, zaman içinde metinlerdeki olay örgüsünü destekleyici şeklini aşarak boyut değiştirmiş, farklılıklar kazanmıştır. Postmodernistler, geleneğe ve modernizme dair her öğeye ironik eleştiri ile yaklaşmayı tercih etmişlerdir. İroni, doğası gereği taşıdığı gizlilik, yazara sağladığı serbest ve esnek alan sayesinde postmodernizmin tam olarak istediği şeyi sunmaktadır. Yani ironi artık duygusuz, maksatsız, saf alaycılıktan oluşan bir güldürü öğesine dönüşmüştür. Hakiki sanata ise sadece bir iç bütünlük ve samimiyet dâhilinde ulaşılabilir. İroninin şu anki haliyle yalnız başına alay ve yıkımın ötesinde hiçbir ilkesi ya da içsel bir amacı yoktur. Bir zamanlar ironi, yalanları açığa çıkarıp düzene meydan okumaya hizmet etmişken şimdi ise düzenin kendisi oldu. İroni için ironi yapmak harabe bir şehrin önünde bomba sesleri çıkarmak kadar anlamsızdır.”
“Wallace tarafından “edebi isyancı” olarak adlandırdığımız büyük sanatçılar “duygusallık, saflık ve yumuşaklık” riskini göze alarak sanata hâkim olan sinizm ve ironinin geldiği noktaya karşı çıkmaya cesaret edecekti. Wallace’ın “yeni samimiyet” olarak sunduğu bu düşünce postmodernizmin ironisi ve alaycılığından uzaklaşarak insanlarla samimi bir ilişki kurmayı ve dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek için bir tartışma başlatmayı esas alır. Buna göre kişi, yeni bir şey yapmak için var olan tarih, bağlam, biçim, gelenek ve kendisiyle dürüst bir ilişkiye sahip olmalı. Çünkü her şeyin uydurma olması fikri, çoğulluğun egemenliği, belirsizlik ve boşluğun yükselmesi, insanlar için oldukça yıpratıcı olmaya başlamıştı. Postmodern dönem insanları umutsuz ve şüpheci bıraktı. Umutsuzluğun ve şüphenin kıyısında bulunan ve herhangi bir şeye bağlılık hissetmeyen insan, eski biçimlerle boş yere oynamaya ve gelenekle alay etmeye meyilli hale geldi. Çünkü “Tarihsel olarak boşluklar hep bir şeyle dolduruldu, çoğu zaman tehlikeli bir şey.”Postmodern dönemde ironi de bu boşluğu doldurdu fakat tehlikeli bir şeye dönüşerek.”
Sinem Çağlancı - Kirli Gerçekçiliğin İroniye Yansıması
Sinem Çağlancı, Kuzey Amerika’da ortaya çıkan kirli gerçeklik ve ironi ilişkisini ele almış yazısında. Elbette önce “kirli gerçeklik” kavramını açıklıyor. Birçok isim geçiyor yazıda. Ben ikisini buraya aldığımda kirli gerçeklik daha iyi anlaşılacaktır; Charles Bukowski ve Raymond Carver.
Gerçek hayatın kılcal damarlarına sızan bir akım aslında bu. Görünmeyen yüzü ortaya çıkaran ve şehrin karanlık ve izbe yüzüyle hesaplaşan bir kavga düzeni. Böyle bir ortamda ironinin olmaması düşünülemez. Çağlancı, konuya getirdiği açılımlarla ironinin en anlamsız yüzüyle tanıştırıyor okurları.
“Kirli Gerçekçilik, Kuzey Amerika'da 1970 ve 80’li yıllarda doğan bir akım. Bu akımın ilk temsilcileri olarak Charles Bukowski ve Raymond Carver bilinse de akımı destekleyen, harekete geçiren ve akıma dair ürettikleri yazıları ile bilinen: TobiasWolff, Richard Ford, Larry Brown, FrederickBarthelme, CormacMcCarthy, PedroJuanGutiérrez, FernandoVelázquezMedina, CarsonMcCullers ve Jayne Anne Phillips gibi yazarlar da hareketin öncülerindendir. Akımdaki bazı yazarlar ile ilgili tartışmalı bir boyut olduğunu parantez içinde belirtmeliyim. Akımın doğuşuna kafa yorduğumuzda zeminde sosyolojik, psikolojik ve tarihsel süreçlerin etkisini görmezden gelemeyiz.”
“Yaşama dair yazılan her eserde olduğu gibi minimalist eserlerde de birey merkeze alındığından insanı ve insana dair her şeyi bilmek gerekir. Yani yaşamın her alanında bir kamera olmalı ki bu kameranın gözlemi üzerine sıradan dünyanın gerçekçiliği net bir şekilde yansıtılabilsin. Örneğin; kişinin “televizyon aynasından kendini "seyretmesi”, “sütün halen yarım olması”, “kapı altındaki ışıktan ayak seslerine bakması” gibi davranışlar sıradanlığın göstergesi olduğu kadar ironinin de planlı bir parçası olur. Kirli Gerçekçilik sıradan dünyanın içinden yararlandığı gibi yeraltı dünyasından da yararlanır.”
“Postmodernitenin ilkelerini eleştirip tümüyle yıkmak isteyen kirli gerçekçilik akımı metinde oluşturduğu tekniklerle yeni bir dünya kuracağını düşünür. Sıradan insanların hayatlarına değinerek yaşamın kirlettiği insanları/olayları/zamanı çıplak ve duygusuz yansıtarak anlamın ötesinde imalarla akımı destekler. Yaşama dokunan her şey bünyesinde ironiyi barındırdığı kadar kirli gerçekçilik de ironiyi işliyor. Meyvesini okurlardan pek alamasalar da edebiyatın ifşa etmesini istedikleri dünyayı ortaya net bir şekilde koymuşlardır. Akım yaşamın karanlık yüzünü yansıtsa da “dünya testi” oyunuyla güzellikleri yansıtılabilecek yazarların olduğuna inanıyorum. Çünkü kanın dökülmediği, insani ilişkilerin bozulmadığı, ahlakın yerlerde olmadığı bir dünya mümkün. Ya da mümkün olabileceğine inanmak istiyorum.”
İzleri Okumak!
Hasan Akay, “iz” üzerine düşünmeye ve düşündürmeye devam ediyor. Karabatak dergisindeki “İz Operasyonu” yazısından sonra şimdi de Olağan Hikâye’de “İzleri Okumak!” başlıklı bir yazıyla yer alıyor. Kuramsal bir bakış açısı, felsefi bir yaklaşım ve okuma serüveninin izini hakikat çizgisinde sürmek üzerine değerlendirmeler var Akay’ın yazısında.
“Kâinâtta her şeye nüfûz etmiş, her şeye tesir eden, her şeyi içten kaplayan, her şeyin içinde yüzdüğü bir madde. Uzayı dolduran sanal bir ortam. Kadim dönemlerden beri bilinen bu madde tüm biçimleri ve tohumları içermektedir ve aynı zamanda maddenin Yaratıcı tarafından yaratılan ilk hali, her şeyin kaynağı, maddenin dört halinin ve tüm minerallerin türediği ilk cevher olarak biliniyor. İnsanın beş duyusuyla algılayamadığı, fiziksel bir mekân ifade etmeyen, akışkan bir madde. Uzay boşluğu onunla dolu. Bu maddi cevher tüm atomların arasına nüfuz ediyor. Aristo’ya göre her şeyin ilk şekli o. Gezegenimiz dört unsurdan meydana gelmişken gökler ve evren o maddeden, yani “esîr”den oluşuyor.”
“Kuram bunu görmeye yaramıyorsa neye yarar? Yarayı kaşımaktan başka? Bulunan mânânın (kastedilen anlamın) üzerini örtmekten başka? Ruhu yok saymaktan başka? Varlığı yele vermekten başka? Kuram bunun görülmesine yardım etmiyorsa korktuğu içindir. Anlamın yüreğine kor düşürmek istediği içindir! Sözün anlamını, “izleri” takip ederek, sözün sahibine dayandırmak (metin sahibine kadar silsileyi ulaştırmak, bizzat lafzın kendisiyle anlamın tespitini ve sağlamasını temin etmek başarısını gösteremediği) içindir!”
“Yeni kuramlar doğdu! Olgusal bağıntıları önceleseler de geleneksel bağları ihmal etmediler!.. İmgelere taktılar. Sonra imgeden resme, büyük resme geçmek istediler! Siyasi ilkeler yüzünden gerçek ilkeler gizlendi. Tekrar baş tacı edecekleri etimolojiden çaktılar. Gerçeklik bilgisiyle kuramsal bilgi arasında kaldılar. Sözün bilgi kaynağı olmasından kuşkulandılar. Dilbilimsel kurallarla gerçeklikleri örtüştürmek ve ideolojik sapmaların maskesini düşürmek istediler! Teoriler gerçeklik bağlamında hizaya çekildi. Kendi içinde gerildiler. Okuma, yeniden ihya edildi. Teorik okuma; dilin mecazi boyutunda direndi. Ancak okumada “birleşik teori” henüz keşfedilemedi!”
“İzlerde kaybolan göstergeler, yitik cennetlerdir! Gösterileni kaybeden gösterenler birkaç sessiz harf yüzünden boğuldu! Nice gösterilen gösterende gözden kayboldu! ‘Lâ-misâs’a mahkûm oldu! Neden? “O’nun işaretlerini düşünüp anlamadan yanlarından geçip giden” ya da kötülük bulaşmış bir his yüzünden âyetleri yerlerinden ederek kökü belirsiz izlerle eğlenen kimseler, gidecekleri menzili –şimdiden- görebilir!..”
Büyük Tarih Karşısında Yenik Bir Tür: Postmodern Roman
Bâki Asiltürk, postmodern romana bu şekilde bir yaklaşım gösteriyor yazısında. Postmodern eğilimin roman karşısındaki durumunu tarihi süreç ve kavramlar üzerinden ele alıyor Asiltürk. Bu türün neden “yenik” olduğu örnekler eşliğinde işleniyor yazıda.
“Kültürel düşünce alanı, veriler üzerinden takip edebildiğimiz yüzyıllar, binyıllar içinde kimi zaman kısır anlayışların dünyasına hapsolup daralarak kimi zaman ise özgürlükçü yaklaşımlar sayesinde genişleyerek varlığını sürdürmüştür. Uzun ve yıkıcı savaşlar, siyasal ve/veya ekonomik iktidar mücadeleleri, büyük dönüşümler, kurulan-yıkılan devletler, değişen sınırlar birebir olmasa da coğrafyanın tarihi kadar kültürünü de belirlemiştir. Özellikle modern hayat, sanat ve düşüncenin homojen şekilde birlikte var olup ilerlediği ve yakın geçmişte de “birlik” fikrine ulaşan Avrupa düşüncesi için bunu söyleyebiliriz. Bu “birlik” düşüncesinin bir tohum olarak Avrupa toprağına atılıp sonra da aşama aşama gerçekleşmesinde Orta Çağ’ı belirleyen skolastik düşüncenin payını yadsımamak gerekir. Elbette tersten!”
“Eğri oturup doğru konuşacaksak -ki konuşacağız, konuşmalıyız postmodern eğilimin romana getirdiği yeni bir şey yoktur. Sahiplenip mirasyedi gibi kullandıkları her şey modern romanda, geçen yüzyılın klasik ve/veya popüler romanlarında fazlasıyla vardır.”
“Mektup kullanımı postmodern romancıların pek rağbet ettiği bir başka teknik ayrıntıdır. Bazen roman boyunca bazen de romanın önemli bir noktasında mektup kullanımına başvurmayı severler. Bu da klasik ve modern romanlarda en eski zamanlardan beri kullanılan bir teknik olup postmodernizme özgü bir şey değildir. Araba Sevdası’ndaBihruz’unPeriveş’e vermek üzere yazmaya çalıştığı mektup, Zehra’da Suphi’nin Ürani’ye yolladığı mektup, Çalıkuşu’nda Feride’ye ulaştırılan kısa mektup kurgu içinde önemli rol oynayan motiflerdir. Klasik veya modern romancılar bununla da yetinmeyerek yapıtın tamamını mektuplarla kurgulamanın unutulmaz örneklerini de vermişlerdir. Balzac’ın İki Yeni Gelinin Hatıraları, Reşat Nuri’nin Bir Kadın Düşmanı, Halide Edip’in Handan romanları, mektup-romanın akla ilk gelen örnekleridir.2 Burada asıl önemli olan, mektubun klasik romandaki işlevselliğine karşın, postmodern romandaki işlevsizliğidir. Klasik romanda mektup işlevseldir çünkü XIX. ve XX. yüzyılda mektup önemli bir iletişim aracıydı. Postmodern romanda mektup kullanımı ise işlevsel olmayıp zorlamadır çünkü bir iletişim aracı olarak mektubun hayatımızda bugün yeri yoktur.”
“İhsan Oktay Anar’ın sevdiği yöntemlerden biri de alaycı dönüştürmedir. Puslu Kıtalar Atlası’nda,Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma’sınıZagon Üzerine Öttürme şeklinde dönüştürür. Bunun vasat okur tarafından çok sevildiğini görmüş olacak ki Galîz Kahraman (2014) romanını bu yöntem üzerine kurar, Batılı roman veya romancı adlarından şu tip dönüştürmelere başvurur: Guliver’in Seyahatleri/Gülüver’in Seyahatleri, Babalar ve Oğullar/Pederler ve Mahdumlar: IvanTurgenyev/İrfan Turhangil, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği/Mevcudenin Çekilmez Hoppalığı: Milan Kundera/ İlhan Kundura, Bulantı/İstifrağ: Jean-Paul Sartre/Cankul Serter, Notre Dame’ın Kamburu/Nurdan Camii Kamburu: Victor Hugo/ Fikret Fügo…6 Şimdi elinizi vicdanınıza koyup yanıtlayın lütfen: Bu parodi uygulamasının lise düzeyinde bir zekâ seviyesinden ileri olduğu söylenebilir mi?”
Olağan Hikâye’den Hikâyeler
Merve Çakır - Canikom-2023
“Canikom’un devreleri yanınca hemen bana koştu. Yetiş, ne yapacağım, diyor. Kaç yaşında adamsın, alırken kullanma kılavuzuna bakmadın mı, dedim. Ebleh bakışla verdi cevabını. Kılavuzu okuyunca anladık ki yalnız bırakmaya gelmiyormuş robotlar. Her gün beşer gibi sohbet edip hâl hatır sormalıymış. Şarj ederken başını okşamalı, güzel sözler söylemeliymiş. Ama nerede bizimkinde o incelik. Geldiği gibi çalıştırmaya başlamış Canikom’u. Tek kelime de etmemiş. Eline sağlık bile dememiş düşün. Yazarsanan diye boşuna demiyoruz işte. Gerçi kılavuzu okusa, tüm bunları bilse onunla amel eder miydi bu ruhsuz. Sanmam.”
Hatice Tekin –Pardösü
“Pardösüsü iyiden iyiye sıkmaya, dikiş yerleri atmaya başladı. Yakın zamanda çırılçıplak kalmaktan korktu. İçinde sönmüş lambalar, cam kırıkları, kapı eşikleri, bir şoförün dönüp dönüp arkasına bakması… Vardı. Zengin akşam yemeklerinde masadakilerin azı dişleriyle öğütülecek olmaktan korktu. Yalnız defterin sayfalarında hafifleyebileceğini düşündü, çocuğa ayakkabılarını verip koşmaya başladılar. Koştukça izleri siliniyordu. Yazar da yanlarındaydı.”
Müzeyyen Çelik – Nalan
“Ben daha annemin karnında iken başlamış sıkıntılarım ki annemin vücudu beni tükürmek istemiş resmen. Kurtulmak istemiş benden. Kadın sürekli kanamayla, düşük tehlikesiyle acil servislerde yatmış. İğneyle, serumla zorla durdurmuşlar beni içeride. İnsan vücudu akıllı. Benim gibi bir organizmayı dünyaya göndermek istememiş ama bizimkiler inat etmiş. Hâlbuki vücudunun sesini dinleseler ve benden kurtulsalar şahane bir hayatları olurmuş. Bensiz hayat kesinlikle mükemmel olurdu!”
“İlkokula ikinci sınıftan başladım. Asıl geri zekalılık durumum bundan sonra başlamış olabilir. Her şeyi ama her şeyi biliyordum çünkü. İkinci sınıf bile beni çok sıkıyordu. Okuldan nefret ediyordum. Oflayıp puflayıp duruyordum okulda. Kendimi oraya ait hissetmiyordum. Teneffüse, resim, beden ve müzik derslerine aittim sadece. Kendimden geçercesine şarkı söylüyor, boyalarla dans ediyor, mendil kapmaca oynarken, top oynarken aklımı yitiriyordum keyiften. Diğer bütün derslere hâkimdim zira.”
“Fakülte çok zordu ve kısa saç gerçekten büyük avantajdı. İntörn olduğum döneme kadar saçlarımı uzatmadım ama sonra Ahmet’le tanıştım. Ahmet araştırma hastanesinde dahiliye asistanıydı ve çok nazik, çok tatlı, çok yakışıklı biriydi. Ben Keloğlan halimle asla onun dikkatini çekemeyeceğim için saçımı artık uzatmaya başladım. Uzattım uzattım ama Ahmet’e uzanamadım. Onu çok sevdim ama kazanamadım. Düğününe bile gittim, ağlayamadım. Neticede benim sorunum da buydu. Hissetmek ama ağlayamamak.”
Gökhan Yılmaz - Baktım Göğe Bakar Gibi Toprağa
“Murat, karaydı. Ciğer gibi, diyorlardı. Gözlerinde hızla yorulan bir sarılık büyüyordu. Kolları iki yana düşmekle meşhur. İcat yapıp dururdu. Kalktı mı boş inmezdi kolları. Bizim oyunlarımız onu bayardı. Zaten hep bayılırdı. Hastaydı. Ailesine dadanmıştı hastalık. Ablasını almış önce, öyle dediler. Çocukları yokluyormuş.
Hiçbir şey bulamazsa iki taşı birbirine bağlar, dışına bir tel sarıverir, bir şeyle çıkardı ortaya. Topuz, derdi gözleri toprakta. Gürz, derdi mesela. Gözleri hep gölgesinin peşinde. Başka da konuşmazdı.”
“İki günün sonunda elinde sökülmüş, çakılmış, sürtülmüş bir şeylerle gelir, hemen bir isim koyardı ona. Mekik, derdi hiç olmazsa, susardı. Arada bir de karga gibi gaklardı. Kocaman gözlerle bakardık ağzındaki mağaraya. İcatları vardı, gözleri yoktu. Kokusu vardı, sesi yoktu. Gözünde sarı vardı, canı yoktu. Yine kaybolurdu iki gün. Severdik, bilmezdik sevdiğimizi.”
“Herkes yerini almıştı. Murat yoktu görünürde. Çatıda seyirci bir karga. Tabutta olduğunu biliyordum ama yine ne icat peşinde acaba diye geçti içimden. Kızdım kendime, eğeyim dedim başımı, öfkem yerini bulsun. Toprağa bakma, dedi abim. Kaldır başını. Gözlerin sarı olsun mu istiyorsun aptal. Enseme tokat. Hemen. Elime leğen. Ağzıma sus. Gözüme yorgan. Rengime kabullenmiş bir hastalık. Suratım kirli bir defter. Aklıma -hem de nasılbir icat. Topuz, gürz, mekik bile.”
SelvigülKandoğmuş - Şahin Çöl ve Kuyu
“Eskitme kitaplığın yanında, ceviz yeşili duvarı adeta aydınlatan tabloyu gördü neden sonra. Sapsarı bir çölün ortasında kum tepelerinin oluşturduğu, doğal bir yol ve bu yolun sonunda bir nokta gibi görünen bir yolcu vardı. Çöl sarı sıcak, yakan güneşle yanıyordu sanki. Ayakları kumlara değdikçe ayakları yanıyordu, boğazı kuruyor, buğu buğu bardaklardan buz gibi sular içmek istiyordu. Göğsü daralıyor, döşüne, boynuna, sırtına, ılık boğucu kokusuyla bir ter yürüyordu. Avuçlarının içi terliyordu.”
“Neden sonra tıpkı koltukta solgun bir gül gibi yığılıp kalmış, gözleri halıda düğümlü annesi gibi o da koyu yeşil duvarda, sarı ışık huzmeleri ile aydınlanmış çölü gördü. Kum tepelerinin arasındaydı, sanki kaybolmuştu. Susuz kalmış, terlemiş, yorulmuş, sırılsıklam elbiseleri üzerine yapışmıştı. Ne kadar kalındı üzerindeki elbiseler. Kat kat çıkarıp atmak istiyordu. Tıpkı çocukken izlediği Heidi’nin yemyeşil dağlara tırmanırken kat kat üzerinden çıkardığı elbiseleri gibi o da çöl sıcağında onu sıkan, onu boğan bu kalın elbiselerden, kışlık botlardan kurtulmak istiyordu.”
“Çöl sıcağında yakmayan, terletmeyen elbiselerimle efilefil bir serinlikle yürürüm… Kuyunun yanına varırım, uzun, sağlam bir urgan salarım kuyunun kara derinliğine, buz soğuğu yalnızlığına. Annem gelir kuyudan, ben çöllerden yanan ayaklarımla koşarım ona. Annemin yüzünü bulurum, annem benim yüzümü, yüreğimi bulur el yordamıyla.”
Merve Koçak Kurt - Derinleşen Gölgelerin Bekçisi
“Parmak uçlarındaki yıldız tozunu görünce şaşırıyorsun. Tam olarak nereden geldiğini bilmiyorsun. O düşten kalma belli ki. Bir deniz kızı görmüş gibisin. Sesinin peşine düşüp kayalıklara vurmuş gibi kendini. Parmaklarına bakıyorsun, uzun uzun… Bir ışık halesi sarmasını bekliyorsun seni, bir mucize olmasını; ayın yarılmasını, nehrin tersine yürümesini yatağından ayrılıp. İnancını tazeleyecek bir ümit ışığı -bile- yok. Olmuyor, baktın.”
“Görüşmüyorsunuz. Ona gitmiyorsun, gidemiyorsun. Gelmiyor, gelemiyor o da. “Yanlış zaman, yanlış insan” yazmıştı son olarak. “Kış Güneşi”nden ödünç aldığı kelimelerle… “Yanlış bahar…” Adı dilinden akıp gitsin istiyorsun onun fotoğrafına bakarken. Zihninden silinsin. İstiyorsun ki gömülsün hayali kalbine. Sırlı bir ayna gibi; sana sırrını döksün istiyorsun. Olmuyor. Aslında sadece bir isim değil -Ayna-, söküp atamadığın… Bir s/ imgeye de dönüştü zamanla. Takılıp kaldığın. Zihninde dönüp duran...”
“Anne hasretiyle yaşadın hep. O yüzden başını dizine koyabileceğin bir kadın aradın. Saçlarına parmaklarını daldıracak. Uzun uzun okşayacak. Okşa(n)mayı seversin çünkü. Yaşlanmayı hiç istemiyorsun, öyle değil mi? Gençliğin son demi diyorsun. Oysa daha geçen gün “Yaşlandık Azizim!” demiyor muydun birilerine. Şakası bile ne kötü!”
“Kırılıp dağılmış ayna, her parçası başka bir yana gitmiş. Parçalarını topluyor, yapıştırıyorsun. Her parçasında kendini buluyorsun.
Aynaya bakan herkes kendini bulur oysa. Bakmayı bildikten sonra… Sonrası mı? Aynaya her baktığında ne kadar iyi gör(ün)düysen, o kadar iyi hissediyorsun kendini. “Çıplak” kalıyor ruhun “ayna” karşısında, yine de tedirgin olmuyor.”
Yunus Emre Özsaray - Tufan Sonrası İnsanlık Tarihine Hızlı Bir Giriş Denemesi
“Rakamlarla oynayıp deneysel bir şeyler sunmak değil niyetim. Anlatmayı becerememe kusurundan kaynaklanan güya zekice tuhaflıklarla zihin yormaktan da nefret ediyorum. Ama bunu yapmaya mecburum. Etrafımdaki pek çok şeyin gerçekliği tuzla buz olunca böyle düşünmekten kendimi alamadım. Daha da kötüsü bu yıkım sadece bir başlangıçtı. Aklımı kaçıracaktım. Algım değişmişti. 8000 yıl milattan önce; 2000 yıl milattan sonra 10.000 yıl, 10 saatte geçmişti bu hikâyeyi yazmaya başlamadan önce. 10.000 yılın sonunda gerçeklik duygumu tamamen kaybetmiştim. Her şey o kadar hızlıydı ki… Bir belgesel gibiydi.”
“İlk iki bölümün yoğunluğunda yaşasak -yani her bölümde ortalama 4900 sene anlatılsa- şimdi 49000’li yıllarda olmamız gerekiyordu. İlk iki bölümün ilerleme süresine göre 49.000’li yıllarda ulaşmamız gereken yere 2000’li yıllarda ulaşmıştık. Son yıllarda bu ilerleme işi daha da hızlanmıştı. Aradaki 47000 yıllık farkın da mutlaka cezası kesilmeliydi. Kesildi. Aniden frene basıldı ve insanlık birden yavaşladı.”
“On on beş yıl önceydi. Okulu bitirmiştim. Boştaydım. Yapacak bir şeyim yoktu. Bu boşluğu, çaresizliği bir türlü kendime yediremiyordum. Çok yetenekliydim. Hatta kimse benden daha yetenekli olamazdı. Çocukluğumdan beri diğer insanlardan farklı yaratıldığımı düşünüyordum. Hatta doğumumda bile bazı olağanüstülükler yaşanmıştı. Seçilmiş olmalıydım ama karşıma seçilmişliğimi ortaya çıkaracak fırsat henüz çıkmamıştı. Ah o fırsat önüme bir çıksa insanları seçilmişliğime inandıracak şansı bir yakalasam… Çok sürmeden bu koca ülkenin lideri olacak, insanları hükümranlığım altına alacaktım. Buna dair işaretler alıyordum. Binlerce yıl yaşayabilecek bir enerji vardı içimde. Ama bu boşluk, iç sıkan, kalp bunaltan, insanı derinden derine çürüten boşluk…”
“Tüy yumağı kedinin gözleri birden karanlığın içinde parladı. Aman Allah'ım korku filmi gibiydi. Gel bakalım Enkidu dedim. Kafasını kapı eşiğinden uzattı, başını yana eğdi, gözlerini açıp baktı suratıma. “Kapat gözlerini. Gözlerini açtığında yaşanmaya değer yeni bir dünya seni bekliyor olacak.” diye bir cümle çınladı kulağımda. Kapadım.”
Söğüt’te DîvânuLugâti’t-Türk Dosyası
Birinci yılını tamamladı Söğüt Dergisi. Geride kalan sayılarda zihinlerde yer eden dosyalar hazırladı. 7. sayıda da DîvânuLugâti’t-Türk dosyası ile karşımızda. Kâşgarlı Mahmut’un bu ölümsüz eseri ne yazık ki sadece isminin bilinmesinin ötesine geçilmeyen bir şöhrete sahip. Türk Edebiyatı’ndaki birçok eser gibi. Adı bilinen, yazarı bilinen ama içine bir türlü girilmeyip kıyısında köşesinde gezilen eserler bunlar. Elbette isimlerini bilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Tam da bu noktada Söğüt dergisi çok önemli bir hizmeti yerine getiriyor. Türk Edebiyatı’nın kıymetli eser ve kişilerini sayfalarına taşıyarak bunların daha geniş kitlelere tanıtılmasına olanak sağlıyor. Dergiciliğin önemli misyonlarından biri de budur.
DîvânuLugâti’t–Türk dosyasında yer alan çalışmalardan paylaşımlar yapacağım.
Ahmet BicanErcilasun Söyleşisinden
Bir dil uzmanı ve DîvânuLugâti’t–Türk üzerine çalışma yapmış bir isim Ahmet Bican Ercilasun. Söğüt’te Tuğçe Meç’in sorularını cevaplamış Ercilasun.
“Eser üzerindeki ilk çalışma Kilisli Muallim Rifat’a aittir. Yazmayı bulup satın alan, dolayısıyla eserin sahibi olan Ali Emiri Efendi bir tek ona güveniyordu. Kilisli Rifat aylarca Emiri Efendi’nin evine giderek birbirine karışmış olan yaprakları düzeltip sıraya koydu. Sonra da Ziya Gökalp ve Talat Paşa’nın ısrarıyla eser yayın safhasına girdi. Kilisli her gün 10-15 sayfayı eliyle yazıp dizgiciye götürüyor, dizgici de onları diziyordu. Bu şekilde baskıya hazırlanan eser 1915-1917 yıllarında üç cilt olarak yayımlandı. Ancak bu bir çeviri değildi. Yazmanın matbaa harfleriyle basılmasından ibaretti. Böyleydi ama bu da çok önemliydi. Çünkü tek olan yazma böylece basıldığı sayı kadar çoğalmış ve ilim dünyasına sunulmuş oldu.”
“Harita aslında o zaman için bilinen dünyanın haritasıdır, ama Türk dünyası merkezlidir. KM şöyle diyor: “Rum yakınından Mâçin’e kadar bütün Türk ülkeleri beş bin fersah uzunluğunda ve üç bin fersah enindedir; toplam olarak sekiz bin fersahtır. Bunların hepsini, bilinsin diye, yerin şekli olan dairede beyan ettim.” Bu cümlelerin arkasından harita geliyor. “Daire” dediği haritadır. “Yerin şekli olan daire” de ilgi çekicidir. Demek ki o zaman Doğu dünyasında yerin daire biçiminde olduğu kabul ediliyormuş. Harita da gerçekten daire biçimindedir. Renkli olan haritada Türk dünyasının merkezî bölgesi tahta benzeyen kırmızı kalın çizgilerle belirtilmiştir. Kırmızı çizgiler arasında yani merkez bölgede Balasagun, Kâşgar, Yarkent, Hotan, Barsgan, Taraz gibi şehirler gösterilmiştir. 360 derecelik dairenin üst yanı doğu, alt yanı batı, sağ yanı güney, sol yanı kuzeydir ve bu yönler dairenin dışında yazıyla belirtilmiştir. En doğuda, o zaman Mâçin denilen Kuzey Çin vardır. Onun da doğusunda Çaparka adıyla Japonya gösterilmiştir.”
“Başta Türkiye Türkçesi olmak üzere birçok Türk lehçesinde DLT çevirileri ve yayınları vardır: Özbek, Uygur, Kazak, Azerbaycan. Ayrıca eserin İngilizce, Rusça, Farsça, Çince çevirileri de bulunmaktadır. Sovyetler döneminde Rusça olarak çıkan Eski Türkçenin Sözlüğü ile 1972’de basılan Clauson’un ünlü etimolojik sözlüğü de DLT’deki bütün malzemeyi içerir. Marcel Erdal’ın İngilizce olarak yayımlanmış Eski Türkçenin Grameri kitabı da DLT’deki bütün malzemeden yararlanmıştır. Türkiye’de Mehmet Vefa Nalbant ile Akartürk Karahan’ın doktora çalışmaları doğrudan DLT üzerine yapılmış dil çalışmalarıdır. Ancak DLT’nin çok yönlü bir eser olduğunu yukarıda söylemiştim. Eserdeki çeşitli yönler üzerinde makale seviyesinde pek çok çalışma yapılmıştır. DLT’deki malzemeler arasında en çok dikkati çekenler atasözleri ve şiirler olmuştur. İlk çalışmaların da bunlar üzerinde olduğunu yukarıda belirtmiştim. DLT’deki şiirler üzerine Talat Tekin’in 1989’daki çalışması önemlidir. Ben de DîvânuLugâti’t-Türk’teki Şiirler ve Atasözleri adlı bir çalışma yaptım ve çalışmam bu yılın başlarında Bilge-Kültür-Sanat Yayınları’ndan çıktı. Orada bu alandaki diğer çalışmaların da künyeleri ve bazı değerlendirmeler var. Benim çalışmamda şiirlerin manzum olarak bugünkü Türkçeye aktarıldığını ve edebî açıdan da değerlendirildiğini belirtmeliyim.”
Fuzuli Bayat ile Söyleşi
Cengizhan Orakçı da Fuzuli Bayat ile Kaşgarlı Mahmut ve DîvânuLugâti’t–Türk üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bayat’ın Ötüken Yayınları’ndan çıkan Kâşgarlı Mahmud-Büyük Türk Bilgini kitabını da konu alan bir söyleşi olmuş. Özellikle DîvânuLugâti’t–Türk’ün Türk dili açısından önemine değinen noktalardaki tespitler dikkat çekiyor.
“Ünü hem Türk dünyası hem de Batı’daki bilim camiasında yayılan Kâşgarlı Mahmut hakkında dönemin tarihî kaynaklarında yeterli bilgi yoktur. Hayatı, soyu, kişiliği, ailesi hakkında az olan bilgiyi kendi yapıtından alıyoruz. Son dönemlerde elde edilen bazı kaynaklarda onun âlim kişiliği hakkında bazı malumatlara rastlamak mümkündür. Bu kadar.”
“Türklük şuuru Kâşgarlı Mahmut’tan önce de vardı. Orhun-YeniseyYazıtları’ndaKültigin, Bilge Kağan, Tonyukuk yazıtlarında Türklüğe vurgu yapılması milliyetçilik anlayışının, ulus-devlet şuurunun Fransız İhtilali’nden çok çok önceler var olduğunun kanıtıdır. Her milletin kendine özgü özelliği, yaşamı, psikolojisi vardır. Türkler de savaşçı bir millet olarak 3 bin yıldır tarih sahnesindedirler. Hareketli, hareketli oldukları kadar savaşçı, savaşçı oldukları kadar adaletli, adaletli oldukları kadar da düzen kurmayı amaç edinmiş bir milletin fertleriyiz. Ancak bu meziyetlerin yanı sıra unutkanlığımız, rehavete kapılmamız, birbirimizi kıskanmamız, mevki hırsımız da vardır. Türkler başlarına gelen belaları Türklük şuurunun kaybedilmesinde gördüklerinden “Ey Türk budunu!” hitabını her zaman hatırlamak mecburiyetinde kalmışlardır.”
“Kâşgarlı Mahmut ne yaptığını, neden yaptığını biliyordu. Ancak aynı anda bu kadar çok bilim alanını bir arada yürütmekle devasa bir yapıt yaptığını, Türklüğe paha biçilmez bir hizmet verdiğinin belki de farkında değildi. Yazdığı eserinin Türk milleti var oldukça kıyamete kadar baki kalacağını, Araplara Türkçeyi öğretemese de dünya Türkoloji bilim camiasının başyapıtı olacağını tahmin etmeyebilirdi.”
“DLT sadece bir sözlük değildir, bir tarihtir, edebiyattır, dil bilimidir, folklor kitabıdır vs. Orada temelde Türklerin yaşadığı coğrafyayı gösteren haritayı Kâşgarlı Mahmut çizmemişse dahi bunun hiçbir önemi yoktur. Harita ister yazarın kendisi tarafından isterse de onun önerileri doğrultusunda bir başkası tarafında çizilsin fark etmez, önemli olan Kâşgarlı Mahmut’un XI. yüzyıl için dil tarihi açısından boyların dağılımını gösteren haritasıyla bu büyük milletin büyük alanda yayılmasını göstermeyi amaçlamasıdır. Sözlükte Kâşgarlı Mahmut, “Rum ülkesinden Maçin’e dek Türk ellerinin hepsinin boyu beş bin, tamamı sekiz bin fersah eder” demekle ve Japonya’ya haritada yer vermekle (o döneme kadar hiçbir haritada Japonya’ya yer verilmemiştir) Türklerin doğuda boğazlara kadar, güneyde Hint ülkelerine, batıda Kıpçakların ve Frenklerin yerlerine uzayan muazzam coğrafyası hakkında Araplarına malumat vermektedir. En ilginç olanı da Mahmut’un, dünyanın veya en azından Türk dünyasının merkezine Balasagun’u, yanına da Kâşgar’la kendi şehri olan Barsgan’ı koymasıdır. Haritayı kullanışlı kılmak için yazar denizleri yeşil, ırmakları mavi, dağları kırmızı, şehirleri de sarı ile boyamıştır.”
“Kâşgarlı Mahmut’un sözlüğü onlarca, yüzlerce araştırmayla biten bir hazine değildir. Orada araştırılması gereken çok sayıda konu vardır. İster Türk yaşamı, hayatı, Türklerin dünya görüşü, ister çocuk oyunları, ister Türk coğrafyası, ister boylar arası münasebet, isterse de İslam dışı dinlere, inançlara ait bilgilerin dönemin diğer verilerine dayanarak incelenmesi elzemdir. Hatta araştırılan konulara da yeni metodolojik yöntemlerle, yeni bilimsel kuramlarla bakmak gerekir.”
Ben Kaşgarlı Mahmut
Cengizhan Orakçı, şair kimliğinin tüm inceliklerini kullanarak bizlere bir Kaşgarlı Mahmut biyografisi hazırlamış. Aslında otobiyografi demek uygun olur bu metne çünkü Kaşgarlı Mahmut kendini ve eserlerini anlatıyor bize. Kaşgarlı Mahmut hakkında çok fazla bilgi bulunmuyor. Bu anlamda Orakçı’nın bu yazısını okumak daha bir önem arz ediyor.
“Ben Mahmut, Kâşgar’da doğdum. Kâşgar, bir dünya cennetiydi; havası, suyu tabiatı bambaşkaydı.
İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti’nin hâkimiyet zamanlarıydı. Her zamanki gibi Türk toplulukları ve devletleri arasında kıyasıya rekabetler ve savaşlar da ne yazık ki yaşanıyordu.”
“Ben bildim ve inandım ki bu dil bizi var etti ve biz bu dil içinde bir millet olduk. Allah’a inandığım gibi buna da iman ettim. Çünkü Türkçeye sonradan dâhil olan toplulukların Türkçenin içinde Türk olduklarını gördüm.
Bir gün aklıma geldi ki evet ben en güzel Türkçeyi biliyordum, Türkçeyi en güzel şekilde konuşuyordum ama bu Türkler çok geniş bir coğrafyada değişik boylar altında yaşıyorlardı. Bu boyların bütün kelime ve sözlerini derleyip toplarsam iyi olur. Bu sözlerin hepsini bir kitap içinde bir araya getirirsem zamana karşı onları koruma altına olmuş olurum. “Tamam,” dedim, “ben bunu yapmalıyım.” Bu topladığım kelime ve sözleri öyle bir kitapta toplamalıyım ki benden sonra da kıyamete kadar Türkçenin o büyük denizine su akıtsın. Türklerin dili, Arapların dilinden hiç de geride bir dil değildi; onunla at başı giden bir dildi. Bunu da ortaya koymuş olurdum. Biz nasıl İslam’ın dili diye Arapça öğreniyorsak, Araplar da benim kitabımdan Türkçeyi öğrensinler diye düşündüm. Bunun için haklı sebeplerim vardı.”
“Şimdi ne olacaktı? Topladığım bunca sözü, şiiri, destanı, savı ne yapacaktım? Onları toplarken kitabımı nasıl yazacağımı da düşünmüştüm aslında. Şimdi sakince bir köşeye çekilip eseri telif edebilirdim. O günlerde Bağdat bir Türk şehri gibiydi. Halifenin ordusu Türklerden müteşekkildi; halifeleri biz seçer olmuştuk. Türkler İslam’ın bayraktarı ve kılıcı olmuşlardı aslında. Bağdat’a gittim. Sakin köşeme çekildim. Dicle’ye bakan odamda çalışmaya başladım. Bu sırada aziz karındaşlarımdan BalasagunluYûsuf, Kutadgu Bilig’i yazmıştı; aman nasıl bir şadlıktı bize bu, çünkü Türkçe var oldukça duracak bir yol göstericiyi Yûsufgardaşım ortaya koymuştu, hem de aruz ölçüsü ile. Niye öyle dedim, çünkü bu aruz ölçüsü Arapların icadı olan bir şiir veznidir ki esasında Türkçenin yapısına çok da uygun değildir. Yûsufgardaşım bu zorluğun da üstesinden gelmişti, ona hezar gıpta. Ölümsüzler arasında adının yer aldığını, adım gibi biliyorum. Yine tam o sıralarda, Ahmet Yesevi büyüğümüz Divan-ı Hikmet’i yazıyordu; hikmetleri dilden dile dolaşıyordu. Edip Ahmet Yükneki biraderimiz de Atabetü’l-Hakayık adlı eserini bitirmek üzereydi. Atların yelelerinde haberler bir uçtan bir uca yel gibi ulaşıyordu. Ordularımız zaferden zafere koşarken bizler de ilim ve edebiyatta zaferlerin peşine düşmüştük.”
“Şimdi sıra asıl esere, DîvânuLugâti’t-Türk’e gelmişti. Malazgirt Zaferi’nden biraz sonra, 1072 yılında yazmaya başladım. Yazma işi iki yıl sürdü. Dört defa gözden geçirerek düzeltmeler yaptım. Yine de gözümden kaçan noktalar olmuştur. Sadece bir sözlük olsun istemiyordum bu kitabı. Aynı zamanda bütün Türk topluluklarının ağız özelliklerini hem ses hem de söz varlığı bakımından ayrıntılı biçimde versin istiyordum. Kitabın adı da zaten bu sebeple DîvânuLugâti’t-Türk oldu; Türk lehçeleri/ağızları sözlüğü yani. Bundan dolayıdır ki DLT sizin elinize geçtikten sonra, benim nereli olduğumla ilgili tartışmalar yapacaksınız ve çoğu Türk boyu benim kendi boylarından olduğumu iddia edecekler. Bu da güzel elbette. Bütün Türklüğü kucaklayan bir eser yazmayı murat etmiştim ve şükür bunu da başardım. Bana sonsuz bir ün, bitmez tükenmez bir azık olsun diye niyet etmiştim, adı da bunun için DLT oldu.”
DîvânuLugâti’ttürk’te Geçen Dinî Kelimeler
DîvânuLugâti’t-Türk’e sadece sözlük demek doğru olmaz. Bu eser ayın zamanda Türkçenin dil hafızasıdır da. İçinde yer alan dil, kültür, sanat ile ilgili ayrıntılar Türkçenin zenginliğini de göstermektedir. Emek Üşenmez de DîvânuLugâti’t-Türk’te geçen dini kelimeler üzerine bir çalışması ile dergide yer alıyor. Eserden, Kaşgarlı Mahmut’tan ve dini yönünden bahsettikten sonra eserde geçen dini kelimeleri sıralayarak günümüz Türkçesindeki anlamlarını veriyor.
“Kâşgar’dan sürgün edilmeden önce medrese eğitimi aldığı bilinen Kâşgarlı Mahmut, Arap ve Fars dillerine vâkıftır. DîvânuLugâti’t-Türk’te Arap ve Fars dilleri hakkında verdiği karşılaştırmalı bilgiler de buna işaret etmektedir. Kâşgarlı Mahmut, doğru sözlü, itikadı sağlam bir Müslüman’dır. Allah’a ve onun elçisine olan saygı ve sevgisi tartışılmaz. Bütün varlığı ile kendisini İslam ve Müslümanlığa adamış bir Türk olan Kâşgarlı Mahmut, İslam dinini henüz kabul etmemiş Türklerden kâfir diye bahseder. Bu yönü onun Müslüman olmayan Türklere bakış açısının nasıl olduğunu gözler önüne serer. Kâşgarlı Mahmut, Müslüman olmayan Türkleri dışlar, onlara karşı sert eleştiriler yöneltir. Müslüman olmayan Türk boylarından DîvânuLugâti’t-Türk’e kelime almayan Kâşgarlı Mahmut, bu durumdan hoşnut ve memnun görünür. O, kendi zihin dünyasında Türklük ve İslam’ı birleştirmiştir denilebilir. Müslüman olmayan Türk boylarından eserine kelime almaması onun objektif ve tarafsız bakış açısından uzak olduğunun göstergesidir diyebiliriz.”
“Kâşgarlı Mahmut kitabında peygamberlerden söz ederken onları azizlemek, yüceltmek için değişik ifadeler kullanmaktadır. Bunlar arasında en çok;Tanrı kutsal kılası Yalavaç Nuh oğlu Yafes... Tanrı kutsal kılası Yalavaç İbrahim oğlu İshak... örneklerinde görüldüğü gibi “Tanrı kutsal kılası” sözü kullanılmaktadır.”
“Tengri meni ködezdi. (2/162)
Tengrige tapın. (2/167) (Allah’a tapın)
Tengrige yükün (2/167) (Allah’a secde et)
Ol Tengrigetapınguluk erdi. (2/169) (Allah’a tapmak onun hakkıydı)
Ol Tengrigetapnıglı erdi. (2/169) (O, Allah’a tapanlardandı)
Tengriogultogturdı. (2/173) (Allah çocuk doğurttu)”
“Kâşgarlı Mahmut meşhur eseri DîvânuLugâti’t-Türk’te dinî ifadelere genişçe yer vermektedir. Esere doğrudan dinî terim ya da kelimeler yönünden baktığımız zaman çok sayıda kelime vardır diyemeyiz. Bu durum zaten eserin hazırlanış amacına uygun düşmez. Ama Kâşgarlı Mahmut’un kişisel yapısı, dünya görüşü ve din karşısındaki tutumu eserin bütününe yansımıştır. O eserinin en başında bu kitabı yazmasının nedenlerini sayarken en büyük sebebi bir hadis-i şerife dayandırır. Kitabının bütün bölümlerine besmele ile başlar ve bu bölümlerin bitişinde Allah’a şükreder. Eserdeki bir sözü veya gramer yapısını izah etmek için ayetlerden örnek verir. Kâşgarlı Mahmut, DîvânuLugâti’t-Türk’ü ebedî bir azık olması için yazdığını eserinin başında ve sonunda tekrarlamaktadır. O Türklerin bazı özelliklerine olan hayranlığını dile getirmeden de edemez. Aynı kelime ya da ifadenin kul ve Allah için kullanımının Türkler tarafından ayırt edilmesinin kendisini çok mutlu ettiğini söyler. Kâşgarlı Mahmut dine herkes tarafından saygı gösterilmesini ister. Mesela ayetlerde geçen bazı kelimelerin, Türk dilinde müstehcen anlamlar taşıdığını, bu nedenle bu ayetler okunurken sesin kısılması gerektiğini belirtir.”
Koronavirüs ve Yunus Emre
Bu ikili nasıl olup da bir araya geldi diye düşünenler çoktur. M. Sadi Karademir kuruyor bu bağlantıyı.2021 Yunus Emre yılı. Her fırsatta adını anmak gerek Yunus’un. Aslında Yunus’un gönül dünyasına girince tüm kapıların onunla birlikte güzelliklere açılacağına da şahit oluyoruz. Karademir’in yazısındaki şu ifade aslında yazısının da özünü veriyor bize.
“Kanaatimce, Koronavirüs distopyasından bu milleti çıkartacak; bize insanlığımızı, aşkı, canı, toprağı, hakikati hatırlatacak olan kurtarıcı şairimiz hiç kuşkusuz Yunus Emre’dir. Yunus Emre’nin şiir deryası, bundan yaklaşık sekiz yüz sene önce, Moğol yangınını söndürmeye yetebilmişti.”
Moğol yangınını söndüren Yunus, virüsün de üstesinden gelebilir mi? Bunu yaşamak ve görmek gerek.
“Anadolu insanının zihnindeki Moğol kâbusunun sona erdirilmesi, ağır travmanın silinmesi Yunus Emre’nin kalemi eline almasıyla mümkün olmuştu. Yunus Emre şiirinin duru Türkçesi, duygusal, düşünsel ve felsefi derinliği, aşkınsallığı; Tanrı’ya, iyiliğe, güzele ve hakikate aşkla varışı, gerek son otuz yıldır rakipsiz devam eden kapitalizmin zafer sarhoşluğuna gerekse koronavirüsün yaptığı tahribata bir son verecektir. Olmasını büyük bir tutkuyla istediğim bu zihinsel temizlik, vatanım için yeni güzelliklerin de hazırlayıcısı olacaktır.”
“Yunus Emre, mısra-yı bercesteleriyle Türkçenin kurucu şairi olarak hâlâ güncel, canlı, etkili ve değerli. Varlıktaki öze yapmacık yollara başvurmaksızın kolayca dokunan; aklı kalple, aşkla eriten; inancı, hayatı ve yaşayışı iyilikle harmanlayarak estetize eden Yunus Emre, şiir yolunda pirimiz, Hak yolunda candaşımız, halk yolunda yoldaşımız olmuştur.”
“Kapitalizmin yarattığı mutant hayattan da virüsün getirdiği maskelerden ve prangalardan arınmak da Yunus Emre şiirini anlamaktan geçiyor. Baş döndürücü dünya durdu, şimdilik başı ağrıyor herkesin. Eğer bir “yeni” ve “normal” olacaksa; bu adaletsiz, elinde emeğin kanı bulunan, hırsından köpürmüş olan kapitalizme dönmek ile değil, ancak ve ancak hakikati, varlığı, güzelliği ve özü arayan şiire dönmekle olacak. Yazının başlığında da belirttiğim gibi, Koronavirüs’ten bizi Yunus Emre kurtaracak!”
Muallim Naci’nin Romanı
Muallim Naci ve roman. Edebiyatımızın en çalışkan isimlerinden olan Muallim Naci’nin romanla çok da bir muhabbetinin olmadığı aşikârdır. Hatta bu yüzden edebiyat dünyamızda adı çok da ön plana çıkmaz, çıkarılmaz. Çünkü edebiyatımızın romana yaslı bir yani vardır. Muharrem Dayanç, Muallim Naci’yi anlatıyor yazısında. Çalışmalarıyla, edebiyat dünyasındaki yeriyle, Ahmet Mithat Efendi ile yakınlığıyla ve daha birçok ayrıntısı ile Muallim Naci’nin gönül dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Muallim Naci gibi bir şairin eserleri dururken adının polemiklerle anılması da ayrı bir durum. Dayanç tüm bunlardan bahsediyor yazısında. Elbette Muallim Naci’nin romanını da ayrıntılı olarak ele alıyor. Ben bu dillere destan romandan bahsetmeyeceğim. Muallim Naci’nin romanı bir sürpriz olarak Söğüt okuyucularını bekliyor. Yazıdan bir bölümü buraya alıyorum. Özellikle Muallim Naci’yi merak edenler, daha yakından tanımak isteyenler bu yazıyı mutlaka okumalı.
“Hikmet Feridun’un, meşhur bir edebiyatçıya atfen Naci’yle ilgili söylediği “Kaide-i lisan, şive-i beyana mugayir bir kelime, evet, bir kelime yazmamakla eslâf ve muâsırları içinde temeyyüz etti.” ifadesi burada zikredilmeyi hak eder.
Yine bir hocamızın, bir canlı yayında “şive-i milli” bahsinde -yani milli söyleyiş tarzında- Muallim Naci’nin adını Namık Kemal ve Mehmet Akif’le birlikte anması bizim burada söylediklerimizi teyit etmesi bakımından değerlidir.”
Beynimin Tavan Arası
Tavan arası diye bir yer vardı bir zamanlar evlerimizde. Depo olarak kullanılan, eskiyen ama atmaya kıyılamayan eşyaların atıldığı bir anı durağı. Böyle bir işlevi olduğu için tavan arası derin anlamlar yüklenen bir mekân olmuştur her zaman bu gizemli karanlık yer. Berna Güzey Yırtıcı, beynimizin tavan arasına götürüyor bizi. Attığımız, unutmak istediğimiz, sakladığımız ne varsa gönderdiğimiz o sonsuz boşluğa…
“Bir sürü eski eşya… Çok uzaklara da gidesim yok zaten, bugün! Gerçi bu uzaklara gitmeden yapacağım yolculuk da zorlu ve yorucu olur aslında ama o iç kemiren merak girdi artık kanıma… Neler vardır orada şimdi neler!
Kapısı da ne zor açıldı! O ne tüyler ürpertici bir gıcırtı! Arada bir yağlamak lazım bu kapıyı… Ne çok eşya birikmiş, saklanmış burada böyle! Uzun süredir el atmadığım belli oluyor. Her şey toz içinde. Epeydir dokunulmadıkları, hatırlanmadıkları için gömülmüşler beynimin kıvrımlarına. Şu masal kitabı daha az tozlu… “Ala Geyik”
“Çocuktum, ufacıktım. Top oynadım acıktım. Buldum yolda bir erik, kaptı bir ala geyik. Geyik kaçtı ormana. Bindim bir ak doğana. Doğan yolu şaşırdı. Kaf Dağı’ndan aşırdı.” Böyle devam ediyor. Yazılar silinmemiş, net. Çok okurdum bu masalı. O kafiyeli anlatımına da bayılırdım.”
“Ne güzel bir koku bu! Dünyanın en güzel gülleri bir araya gelmiş, etrafa rayihalarını hiç sakınmadan yayıyor. O kadar çok ki burada beyaz gecelik. Yine upuzun… Yine bembeyaz… Yavaş yavaş hep beraber dönüyorlar O’nun olanın etrafında… Usulca, edeple, aşkla…”
Söğüt’ten Hikâyeler
Elif Arpacı - Kemal’in Sırlı Elleri
“Bir garip Kemal’di, kemale erenlerdendi. Hâlbuki kıpırtısız deri kaplı bir iskelet şimdi. Kalbi kan pompalamaktan yılmış, dudakları morarmış... Nefesi buz gibi. Sanki üflese acısını, kalplere kar yağdıracak. Dokunsa kocaman elleri, kirpikler buz tutacak. Diline kan yürürken ne ılıktı sohbeti.
Bir garip Kemal’di, kemale erenlerdendi. Ona göre kısa sayılacak uzunca ömrüne, heybesinde merhametle eşlik etti. Tuğla şamarlamaktan yaba gibi olmuş elleri, torununun yanağına değmeye korkardı. Hallaç olmuş parmakları yeni kimlik başvurusu için kendi izini bile çıkaramadı monitöre. “Usta sen bu ellerle ne yaptın Allasen,” demişti memur. “Çocuklarımı doyurdum,” dedi.”
“En nihayetinde Kemal’in de yolu o meşhur Libya’ya düştü. Ne de olsa her inşaat işçisinin kaderiydi, bonservisi elinde şen şakrak gitti. “Sığınacak bir daldalık yerimiz olsun, bizim olsun,” derdi. Esaslı adam idi, o vakitler kimsenin cesaret edemediğini edip, heder etmesin diye hatununu da yanına kattı. İki çocuğunu da yaban ellerde kucağına aldı. İsimlerini memleketteki dayılarından gelen mektupla verdi; Resul ile Rıdvan. Ezanı kulaklarına gözlerini kapatıp gönlüyle okudu. Sırlı ellerine üfleyip suratını sıvazladı. Şükretti. Dönüş yolu bebelere pasaport istediler. Her bir yolu kendi kendine öğrenmişti. İlk iş evlatlarının fotoğraflarını çektirdi. 6 aylık bebesini fotoğrafçıya doğru tuttu, tamam demesini bekledi. Fazlasını da bir sır gibi cüzdanında sakladı. Ah o fotoğrafta kendisinden kat kat yaşlı çıkan yorgun elleri…”
“Bir garip Kemal’di. Toprağa basan ayaklarının, güneşi gören gözlerinin hatırına iyice dirense de Azrail’e, artık sırra yürüdü. Diyalizden bulaştı dediler. Günlük bir tabloda rakam oluverdi, adı bile geçmedi. İstatistikî verilerde yaşamayı unutmuş insanın kurbanı oldu. Betondan başka zemine ayak basmamış, plaza gölgesinde yetişen nice bebeler, Kemal’in sırrını bilmediler de sırrına 226 dediler. Bu sır bu milleti ayakta tuttu lakin çözemediler. O sır Kemal’in toprağı avuçlamış, tuğlaları şamarlamış ellerindeydi. İçine üfleyip de yüzüne sürdüğü avuçlarında…”
Samet Çıldan – Biz Kalmak
“İçeri, bütün ön yargılarımdan sıyrılarak girdim. Bismillah ayağımı içeri atar atmaz beni mütebessim çehresiyle koskocaman bir Osmanlı devlet arması karşıladı. Bizim devlet arması geleneğimiz yoktur bildiğim kadarıyla. Bunu da bir ecnebi falan filanı tasarladı diye hatırlıyorum. Ama güzeldi, cana yakındı, mağrurdu. Osmanlı’nın kurucu unsuru olup da sonra sonra handiyse yok sayılan Yörük ve Türkmenlerin aziz hatırasına hürmeten, belki bir iade-i itibar olarak astılar bunu buraya herhalde. “Neyse,” dedim. Ola ki Osmanlı ile Yörüklerin, hele ki devletin son yüzyıllarında bir türlü anlaşamadıklarından habersizdirler. Osmanlı da bizimdir, Yörükler de bizimdir. Değil mi ki yüce dağ başından aşan yollar bizimdir. Gitmesek de görmesek de bizimdir. “Olur,” dedim, neler olmuyor şu hayatta.”
“Demiştim değil mi burası küçük bir şehir diye. Tanınmak için meşhur olmanıza pek gerek yok. Eh bizim de az buçuk program ve yürüyüş ve eylem ve bir şeyler yapmışlığımız, birkaç Serdengeçti ve Attila İlhan şiiri okumuşluğumuz ve hatta birkaç da sunuculuk ifa etmişliğimiz var. Beni de tanıdı birileri. “Oo kardeşim hoş geldin, nasılsın”larla başlayıp, “şiir sanatların içinde en milli olanıdır, çünkü yalnız söylendiği dilin ürünüdür”e varan çok yüksek kültürlü insanlara has çok kaliteli muhabbetler döndü masamızda. Abdülhamid Han ve hafiye teşkilatı ise olmazsa olmazımızdı!”
“Yine kibarlığımdan zerrece ödün vermeden mekân sahibinden ve eşraftan müsaade istedim. Biraz daha kalmam için ricacı oldular. Henüz asıl program başlamamış. Belediye başkanını ve valiyi bekliyorlarmış, onlar özel misafirmiş bu gece. İlerleyen saatlerde semazenler de “sahne alacaklar”mış. Ben işim olduğunu, başka zaman nasip olursa çaylarını içmeye uğrayacağımı söyleyerek çıktım.”
Asuman Demir – Cendere
“Ahmet ayaklarını hafifçe yana açmış, yere sıkıca bastırarak ayakta duruyordu. Ara ara sallanırken ellerini 2007 model beyaz arabanın yan camlarına dayamıştı. Sanki mahallenin ortasında değil de vücuduna dar gelen küçük bir kutudaydı yahut gizli bir mengene elleri ile ayakları arasında kalan gövdesini sıkıştırıyordu. Bu sıkışmadan da zaman zaman çatlak sesler geliyordu. Dilini ağzının içinde yuvarlaya yuvarlaya karşısında duran Behzat’a “Oöl!” diye bağırıyor, mahalleyi inletiyordu.”
“Ahmet iki eliyle beyaz arabaya yeniden dayandı. “Oöl!” diye bağırarak ağlamaya başladı. Boğuk, yer yer kesilen bu ağlama bir ağıttan ziyade bir öç kaygısı güdüyordu. Sinirden elleri ve ayakları titremeye başlamıştı. Yırtık pantolonu titrek bacaklarını gizleyemiyordu.
Behzat, can derdini bırakıp Ahmet’in ağlamasına daldı ve öylece kalakaldı. Sonra da birdenbire o da ağlamaya başladı. Sanki beyaz arabanın iki ucundaki bu çocukların ortasında kocaman bir ayna vardı. Aynanın arka yüzeyi eski, ona bakan suret yeniydi. Eski yüzey görülmek istenmeyen arkada kalan ve paslanan sırlı kısım gibiyken suret parlak ve kusursuzdu. Yine de o suret ve yüzey bir zeminde birleşebiliyor, ortak bir acı için ağlayabiliyordu.”
Mahkeme bitmiştir.
Ahmet başını öne eğerek çocukların aksi istikamete doğru yürümeye başladı. Her adımında adeta bir dev gibi yere baskı uyguluyordu. Böylece belki yeri sarsar, belki kırar, içine girerdi. Ahmet, yürüdükçe evlerin sonuna yaklaşıyor, çocuklardan da iyicene uzaklaşıyordu. Orada sınırda son adımını atarken vücudunun bütün gücünü sağ bacağına verdi. Ayağını iyice yere bastırdı, yerde açtığı hayalî yarığa doğru eğildi ve haykırırcasına seslendi.
“Oöl, ooöl!..”
Söğüt’ten Şiirler
Bütün ayların üstünü çizdim sadece yund kaldı
Gidiyorum günleri gemsiz
İsterse tökezlesin dağlar önümde
Boz atlı bir efsanenin terkisinde gökler
Sonra çayırlar uzayıp boylanan
Terk edilmiş kadınlar kalbi
Varlığı unutulmuş yılkı
Bayurku’nun soluğu kan türküleri
Hangi ovada söylendi bilinmiyor
Zamanın ne önemi var şimdi
Kireç taşında yazılmıştır
Cengizhan Orakçı
ihmal edilen gözden can havli kayan toprak
elâlem beşiğinde iki ip sallanıyor
delik deşik masaldan mutluluk dilekleri
kuru ceviz yaprağı ellerin dağılıyor
tutulamayan her söz maharetsiz bir kulaç,
gebe defterde düşük ve gönül yorgunluğu
yanlış güneş altında şair sivri kayalık
kovuldukça gürleyen suyun yamandır huyu
işlenmedik odadır sevişilmeyen her gün
netameli korucu adımları usanık
geçkin ayvalar gibi nabız kekre atıyor
sanki o son turnayı vuruyorlar toplanıp
M. Tuğrul Çolak
Kabuğu soyulmuş yara kar yanığı, atılan her düğüm mesnetsiz
Sesler durmadan geceye yankılanır
Önündeki sisleri kucaklar tâğut, ardında balçığa saplanmış koca atlar
Tersine yazılacak tarih yalın ve yavrusuz
O vakit dehşetli gözlerden kaçacak yer var mıdır?
Eda Fırat
Pir Sultan Abdal
Nic’olsa olsun, ya elma ya bade; yahut balkıyan bir ocak
Kapılar ya açılır ya açılmaz; nasılsa Horasan ırak Hoy ırak...
Sen ya pervanesindir ya velayet mülkünde bir Mürteza
Nasılsa dâra durursun, nasılsa menzil almaz hiçbir kaplumbağa.
Niyazi-i Mısri
Bulamazsın çıkış yolu, arasan da bulamazsın, boşuna!
Mahcubiyet bir rüya âlemi gibi sarmıştır ilm-i zahiri...
Sana keseler dolusu dirhemler, dinarlar verecekler, hayfa!
Paklamayacak gözyaşlarını ne Şehr-i Mısır ne Hücre-i Mısrî
Seyyid Nesimi
Nesimüddin misin Ali mi; Celaleddin misin Ömer mi yoksa?
Vücudunun tüm harflerini, bilmiyorum hangi menkıbeyle ansam.
Ne yazar urulsa boynun, ne yazar, unutmaz ya seni Kelime-i Âdemîyye
Ceset de başkalarının olsun ruh da, elinde bir ayna var, yetsin o ayna!
Eray Sarıçam
Sana yarın, sana bugün, sana dün
Ne demişse gönlün odur gördüğün
Çiğdemde nişanlı, başakta düğün
En saçkılısından, saçımlısından
Yürürsün, terkinde yeryüzü, zaman
Esenlik yayılır yürüdüğün an
Ongunun görkemli kanatlılardan
Uğurun tayların uçumlusundan
Mehmet Aycı
hatırlamayı bilmiyorsan unutmayıver
dedi ne diye yanılgıyı mesken tutalım
çökünce hışmına uğradığımız mülkün
örtükhakîkat arayışıyız satır aralarında
antik kent yorgunluğu var üzerimizde
tutkusuylasesinin geçeyim serapları
ne yanlış sütunlarda ne yanlış köşelerde
gönle bağdaş kurulan kitapların önünde
tebdil-i fikr ile tashih edeyim yaralarını
rutubetli şehirlerin küflü odalarından
suçlu kokan battaniyeden / eski sıcaklığımdan
bekle çocukluğumu alıp getireceğim
ağır ateşte pişen saatlerin ardından
sarılıp ağlarız hâlimize sıkı sıkıya ne var
nazın ki geçer nottur bunca hesap içinde
çün acıtıyor diyedir hayat koydukadını
sevemediğin lokma / içemediğin yudum
galat-ı his gibi yapboza döner günler
nasıl bulur tadını yanlış kapıyı çalan
alsın diyedir acılığı biraz daha küp şeker
Mehmet Şamil
Alnımızda
Sağalmayan susuşların sarkacı
Ne kadar yaşıyorsak
O kadar ölürüz
Direngen ve sevdalı
Yahut korku nöbetlerinde
Her yanımız bukağı
Fikri Cumhur
Ölümden Çok Zulüm Görenlerin Hikâyesi
Ölümden çok zulüm görmek. Bu ifadeyi karşılayacak çok olaylar yaşanmıştır bu topraklarda ama 28 Şubat dendiğinde tüm parçalar yerine otuyor. Zulüm, işkence, yok sayma ve öz yurdunda parya durumuna düşme… Elbette daha da fazlası. Bunu en iyi yaşayanlar bilir ve anlar. Temmuz Dergisi’ne Mustafa Yılmaz Ölümden Çok Zulüm Görenlerin Hikâyesi diyerek o günleri anlatıyor yazısında. Sürekli yazmak, hatırlatmak, unutturmamak gerek. Bizi en çok da unuttuğumuz yerden vuruyor hainler.
28 Şubat’ın en yürekli isimlerinden biri olan Zekiye Yağmurcu ayrıldı aramızdan. Yılmaz, bu vesile ile kaleme almış yazısını. Rahmet dileklerimiz ve dualarımız Zekiye Yağmurcu’ya ve onun gibi yüreğiyle direnen tüm gönül erlerine olsun.
“Allah’ın nice yiğit kulları vardır, onlar kalbini zikre, ellerini emeğe, gözlerini şafağa, sözlerini hakikate kurban vermişlerdir. Hakkın kelamını söyler, Hakkın kelamını dinlerler. Bu aşk ehli yiğitler tedbir peşinde koşmazlar. Vekili Allah olanın tedbiri zaten ezelden ebede yelken açmıştır.”
“Her mevsimde gelirler, her çağda var olurlar, mavi gökte nefesleri, yağız toprakta ayak izleri vardır. Biz onların bereketiyle yürürüz. Ekmek yeriz, aş yeriz, su içer hava soluklarız.”
“Bana öyle geliyor ki, biraz garip, biraz yalınız, biraz kederli, biraz unutulmuş bir hikâye olarak kaldı 28 Şubat. Çekilen çileler, dökülen gözyaşları, kararan umutlar, yetim kalmış fedakârlıklar unutuldu biraz. Siyasete ve ticarete alet edildiği de oldu. O günlerde ortalıkta göremediğimiz kimileri bugünlerde çokça öne çıktılar. Asıl olan zulümden bilinç devşirmekti, burası eksik kaldı. Bir de çileyi asıl çekenlerin yanına çileleri kâr kaldı. Kâr kalmayıp da ne olacaktı ki, buradan makam ve mansıp mı devşireceklerdi. Hayır, onlar bundan münezzehti. Kimileri çileyi çekti ve sessizce köşesine çekildi. Kimileri de ekmeğini yedi.”
“Yirmi yıldan ziyade zaman olmuş. Artık o günlerin gençleri bugünlerin orta yaşlıları oldular. Bunlardan birisiydi Zekiye Yağmurcu. Adı gibi bereketli bir yağmur olarak dünya toprağını suladıktan sonra hayatını tamam eyledi.
Onun gibi yiğitler bir şarkı bıraktı geride. Duyanlara selam olsun. Aydınlık bir tebessümle aydınlattılar dünyayı. Görenlere selam olsun. Bir dünyanın kahramanı oldular. Bilmeyenler bilsin onları bilenlere selam olsun.”
Şiir Okuma Günlüğü
Murat Güzel şiir okuma günlüklerine devam ediyor. “Mehmet Âkif’i Tartışmak Kimlere Kalmış?” yazısında Akif’e saldırmayı moda haline getiren edebiyatçılardan bahsediyor Güzel. Bu gelenek ne yazık ki devam ediyor. Dün de bugün de Akif’i eleştirenler aynı kafa yapısına sahipler. Saldırı devam ediyor.
“Hiç kimse Âkif kadar saf ve şeffaf bir billûrî beyan içinde menâzır-ı milliyeti teşhir etmemiştir.” Aktardığım cümle CenabŞehabeddin’e ait. Şiir söz konusu olunca genelde sık sık anlamca kapalılık-açıklık, konuşma dili-şiir dili, nesir-şiir vb. karşıtlıklar gündeme gelir hep. Şiirin hayata değgin yanlarına, güncel aktüel hayat akışındaki yerine ilişkin birçok şüphenin de izhar edildiğini görürüz bu karşıtlıkların ele alınışında. Bu tartışmalar esnasında “sanat sanat içindir” şiarını benimseyenlerin epey yekûn tuttuğunu da belirtelim.
Sahih edebiyat yanlısı bir isim Mehmed Akif bütün bu tartışmaların ötesinde. Aralarından bazılarını severek okusa da genelde Divan şairlerine olumsuz baktığını, onları gayrısamimi gördüğünü biliyoruz. Namık Kemal’i ise elbette büyük addediyor, birçok defa da çeşitli yazılarında atıflarda bulunuyor ona.
“Hayır, hayâl ile yoktur benim alış-verişim…/İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim./Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;/Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyen bir şairin, Mehmed Akif ’in Namık Kemal’e hürmetinde elbette şaşılacak bir şey yok. Çoğu kez sanatta ışıltılı, parıltılı, janjanlı ifadeler arayanların Mehmed Akif ’i sözümona ‘didaktik’ addetmelerine de şaşırmamak elzem: Züppelerin Mehmed Akif ’e has ‘doğrudan söyleyiş’leri, onun mümkün mertebe ‘muğlak’lıklardan uzak muhkem ifadelerini sanat dışı saymaları doğrusu onun sırf katı realizminden, taşıdığı toplumsal endişelerden de kaynaklanmaz. Hatta bazıları onun şiirlerini “manzum nesir” addederek eleştirmeye de girişir. Sözgelimi Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yahya Kemal’den evvel Türk şiirinin ne hâlde olduğunu hatırlatmağa lüzum var mı? Bir taraftan Fikret’in ve onun bir bakıma devamı olan MehmedÂkif ’in manzum nesir tecrübeleri, diğer taraftan Türkçülük cereyanının yaptığı aksülâmel şiirimizi garip bir inhilâle düşürmüştü. Mısraın asaleti kalmamış; musikî, ahenk gibi şeyler büsbütün unutulmuştu” gibi ifadeler kurar.
Cumhuriyet döneminin önemli eleştirmenlerinden biri sayılan Nurullah Ataç’ın Safahat okumalarına ayrılan zamanları ‘kayıp’ gördüğünü, hatta Mehmed Akif için “din şairi, din filozofu değil, mahalle kahvesi hatibi” hükmünü verdiğini de biliyoruz. Günümüze doğru yaklaştığımızda Hilmi Yavuz ve şürekasının da benzeri hükümleri zaman zaman dile getirdikleri malumumuz.
Bir Başkadır
Adından söz ettirmeye devam ediyor Bir Başkadır dizisi. Beklenen bir sonuç olarak “bizim camia” dizi üzerine konuştu, tartıştı, söz söyledi, birçok dergi özel dosya hazırladı diziye dair. Temmuz’da da bir dosya var bu sayı. Abdullah Kasay’ın yazısından paylaşım yapacağım. Kasay yazısında dizideki “bizden hallere” değiniyor. Kullanılan bu terminolojinin bilinçli olduğu da muhakkak.
“Dizide, Meryem etrafında şekillenen olaylar zinciri aslında tüm karakterlerin zamanla birer psikolojik derinliğine şahitlik etmemizi sağlıyor. Meryem, Sinan, Peri, Yasin, Ruhiye ve çocukları Esma ve İsmail, Ali Sadi, Mesude, Hayrünnisa, Burcu, Hilmi, Gülbin, Gülan, Civan, Rezan, Melisa, Orhan, Feray ve dizide hiç görmediğimiz Hazal… Tüm bu karakterleri tek çırpıda masaya yatırmak elbette çok güç. Fakat bu isimler etrafında yaşanan hikayelerinbirleştiriciliği üzerinden bir genelleme yapmaya çalışabiliriz.
Son yirmi yılda Türk dizilerinde “bizim olmayan” hikayelerin anlatılışından olsa gerek belki de Bir Başkadır’da yer alan tüm bu isimler, diğer dizilerdeki tüm karakterlerden daha güçlü hale geliyor. Hayrünnisa ve babası arasındaki ilişki, gerçek bir ilişki en basitinden. Peri ve ebeveynleri Orhan ve Feray bu toplumun gerçek insanları… Şunu sorabiliriz: Peki, benzeri karakterler başka anlatılarda dile getirilmedi mi hiç? Elbette farklı örneklerle her bir karakter özelinde kurulan anlatılar mevcut. Fakat bu kahramanlar arasındaki düalist çerçeve, belki bu denli kurulamamıştı öncesinde.”
“Ruhiye’nin köyde konuk olduğu kadın, yüzleştiği adam, Sinan’ın annesi, Hazal, Gülbin ve Gülan’in anne-babası, Melisa’nın oynadığı dizideki karakterler… Her bir hayatın, elbette çok daha fazla incelenmeye teşne yapısı, dizideki başarı unsurlarından. Başa dönersek, her şeyin birbirine benzemesinin yok ediciliği gerçeği karşısında, insan ve insana dair olanların yeniden tedavül örneği aynı zamanda Bir Başkadır. Tüm bu “yazgı”larda ise biz kendimize, başkasına kimiz sorusunun da sorulduğu bir dizi. Cevabını bulmak, başka hayatlar karşısında yerimizi bulmak adına ne de değerli…”
Geç Kalışlar
Ne çok şeye geç kalıyoruz. Zaman akıp giderken arkamızda geç kalmalardan oluşan kocaman bir dağ oluşuyor. Gölgesinde büyük yitirilişlerin olduğu geç kalışlar. Serkan Akın anı tadında bir geç kalış hikâyesi ile dergide. Hüzün yakasını bırakmıyor geride kalanların.
“Dört dörtlük bir rakama ulaştığım yeni yaşımda geç kalmaktan, ihmalkâr davranmaktan ya da yeteri derecede önem vermemekten dolayı hayıflandığım pek çok şey biriktirdim. Mesela çürüdüğünü gördüğüm dişlerimi kaybettim. O çürükleri gördüğüm halde, ağrılarını hissettiğim halde sonuna kadar bekledim ve sonuç farklı bir şey olmadı. Kaybettim. İlk kaybettiğim dişim daha çocuk yaşımdaydı. Ondan dolayı kendimi suçlayamam. Fakat gençliğimin baharında, her şeye karşı aldırışsız, korkusuz ve kaygısız olmaktan mıdır nedir ya da gençliğin verdiği düşüncesizlikle o dişlerin ileride bana lazım olacağını düşünmeksizin ağrılara, bir karartıyla başlayan o küçük lekelere karşı vurdumduymaz davrandım. Hafta sonuna denk gelen şiddetli ağrıları, ağrı kesicilerle yatıştırmaya çalıştım. Bu bana ders olmalıydı. Fakat randevularıma tam vaktinde gelmeyi bir ahlak meselesi yapsam da insanın kendine karşı geç kalışları yalnızca dişlerle sınırlı da olmuyor. Yeteri derecede çalışmadığım sınavlar da kaybettim. Önce dibe vurup sonra tavan yaptığım birçok sınavlar bilirim. Yeneceğimden emin olduğum satranç maçlarını, kazandığım maçları kaybettim. Bunun gibi daha pek çok şey kaybetmişimdir.”
“Köpek öldü” dedi. Gülümsüyordu çünkü, benim köpeğe bir haftadır yakın ilgime şaşırıyorlardı. Şimdi bu kadar ilgiden sonra geç kalmış olmam, ona olan ilgime rağmen ihmalkârlığım, yetişememem beni oldukça üzmüştü.
Nasıl üzülmezdim ki günlerce onun halini öylece seyretmiştim. Ruhuma bu geç kalınmışlık hissi artık yapıştı. Sanki ardımda beni sürekli takip eden bir ses var ki, hep suçlayıcı bir tonla “geç kaldın” diyor ya da yeni bir durum karşısında “bu defa geç kalma!” diye uyarıyor. Duruyorum, düşünüyorum ve diyorum ki: “Zaman hızla gelip geçiyor. O kadar hızlı ki, biz hep bir şeylere geç kalıyoruz.
Temmuz’dan Bir Hikâye
Hikmet Dündar- Aşağıdakiler
Ben hep kendim düştüm. Tutunacak bir el bulamayınca da kendim doğruldum. Kendi düşen ağlamaz diyorlar, ben de ağlamadım ama incindim, çok incindim. İnsan kendi düşünce daha çok canı acıyormuş, öğrendim. Bundan yıllar önce saman kâğıdına kargacık burgacık harflerle döktüğüm içimi göstermiştim mesleğinin doruklarındaki yazara. Ciddiyetle inceledi, sayfaları tek tek elden geçirdi, bazı yerlerine kırmızı tükenmez kalemle işaretler koydu, çizdi, karaladı. En sonunda hastasına kötü haber verecek doktor gibi ıstırapla baktı yüzüme. “Senin öykünün derinliği yok...” Bir hoyrat fırtınanın savurup attığı bu anlamsız zeminde çenesine ancak ulaşan sularda bir balığın çırpına çırpına denizlerini bulma çabası… Evet benim öykümün derinliği yok, hiç de olmadı. Tık nefes yaşatan solungaçlarımı, çırpınmaktan başka işe yaramayan yüzgeçlerimi bırakıp zıp zıp zıplayan kurbağa olabilirdim. Oradan oraya, oradan da daha yukarıya zıplayarak günümü gün edebilirdim. Oysa ben ne yaptım, saklamaya hiç tevessül etmediğim kuyruğumu bu insafsız beton zemine vurup durdum, aramayı hiç bırakmadan. Deniz yok! diyorlar, hiç olmadı. Bunu söyleyenler balık değil artık kurbağa da değil. Ağaçların yüksek dallarına doğru tırmanan, birbirine fındık fıstık atarak kahkahalarla gülen şen şakrak maymunlar. Bu sığ sularda, belirip kaybolan suretime bakıyorum.
Temmuz’dan Şiirler
son sözler unutulmazlar
beyaz bir fona, boş bir arka plana yazıldıklarından
kendi görkemi içinde yalnız
bir konağa davet eder gibiler
duvarlarında gelecek zaman resimleri bulunan
sözlükte olmayanın çağrısı gibi fakat
puslar içinde uzaktan
bulmaya can atıyor onu
çerçevelerin içinde dönüp duran aklım
Tunay Özer
Yası kimden çaldıysa
Evet, kimden çaldıysa
Harut ve Marut’tur bilirim
Sırların uykusunda balçıkla
En hafifinden yastan geriye kalanlarla
Dağların doruğuna uzaklığı yakıştıran
Melekeyn dedi adını unutan yolculardan biri
Sararan yaprak gibi sayfalar arasında
Unutuş yüküyle çöle doğru yalınayak:
“Sakının ey insanlar
Sırları var henüz gözden çıkarılmayan
Kalbi açılıp da sırlanan
Sırların sırrıdır aynalarda bile sezilmeyen
Kim tüccardır kim müşteri
Bilinir pazarın tartısında
Azı çoğa tutanlarla
Çoğu dirheme sayanlar arasında”
Belkıya dedim avucundaki elmastan bir rüya mı?
Elmasın kadrini bilen sarraf kim?
Kuyudan çıkan Yusuf mu?
Ağırlığınca altın uman şu yoksul mu?
Yed-i beyza gibi ırmağa girip çıktığında
Dünya kararıyor güller soluyor mu?
Hikâyeler karışıyor bazen isimler de
Yemliha mı yoksa Şahmeran mıyım?
Ben Camesab derim sen Cihan Şah anla
Hayrettin Orhanoğlu
göbek bağımı cami avlusuna gömerek annem
çoktan yersiz bırakmıştı tarihin sonu teorilerini
ve babam ekmeğin kutsallığını markstan öğrenmedi
böyle şeyler konuşulmaz gecekondudan bozma evlerde
öyle. ben dediklerimin yasını tutmaktan geliyorum
alınmamış helalliklerden son kez bakmamaklardan
o vakitlerde sevdiğim bir ahu vardı gözleri elaydı
göğün yedi katından biriydi elleri titrediğim altında
Mustafa Halil Aydın
Ve kuşlarında dallar olan bu kente yakışmaz gitmeler
Kubbede salınan yüzlerde bir kendinin ağrısı
Cebinde güller taşıyor zulmete saplanacak
Basıp kaçıyor boşluğuna yerin, yer şahit
Dudağında tebessümden yarıklar...
Ve o küsmek bilmez, korkusundan bir dağın
Gölgesinde bir eğri dut ağacı salınan
Ve o küsünce üşüyerek zannımca
Serçelerinden devrilen koca bir ormanın
ki bu yeşile çalan yangın bu suya eğilen saçlarıyla
Bekleşip duran durup bekleşen
Şu kıyıya vurmuş köpükten sabır
Yakut gerdanlığıdır insanın.
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Edebiyatçının Yitik Cenneti
Nazif Gürdoğan, Şehir ve Kültür Dergisi'nin her sayısında ders niteliğinde incelikli yazılar gönderiyor okuyucuya. Çağa, insana, yaşama dair evrensel bir sesi olan yazılar bunlar. Şehir ve Kültür’ün 79. sayısında “Hayatın Her Alanında Haksızlıklar Karşısında Dilsiz Olmamalı” yazısında edebiyatçılara sesleniyor. Söz sahiplerine yani. Zor zamanda da konuşması gerekenlere.
“Dünyada edebiyatçılar, kurşun atılan savaşların değil, gül atılan barışların kahramanlarıdır. Dünyanın hiçbir ülkesinde, Habil'in soyundan gelen edebiyatçıların barış düşmanlığı yaptıkları görülmemiştir. Dünyada Yitik Cennet'i arayan edebiyatçılar, ellerinde silahlarla değil, Budapeşte'nin Gül Baba'sı gibi göğüslerinde güllerle dolaşırlar. Edebiyatçılar insanları savaştırmak için değil, barıştırmak için vardır. İnsanlığın varoluş serüvenini anlatan "Yitik Cennet"in Şairi John Milton “Savaş sonsuz savaştan başka ne doğurabilir ki” diye sorarken, sonuna kadar haklıdır. Tarihin her döneminde savaş her zaman daha çok savaş doğurmuştur. İbn Arabi "Fusus"ta, Sezai Karakoç "Yitik Cennet"te anavatana dönmenin yol haritasını peygamberin barış dünyasında olduğunu anlatır.
Edebiyatçıların kitaplarının okunduğu bütün ülkelerde kötülüklerin kapıları sonuna kadar kapanırken, iyiliklerin kapıları sonuna kadar açılır. Cennet annelerin ayaklarının altında, edebiyatçıların başları üstündedir. Edebiyatçılar Yunus gibi, Mevlana gibi, yazdıklarıyla yazdırırlar, konuştuklarıyla konuştururlar. Çoğu defa edebiyatçıların yazdırdıkları yazdıklarından çok daha fazladır. Edebiyatçıların Doğu'lusu, Batı'lısı olmaz, Yitik Cennet'lisi olur. Onların vatanı okundukları bütün ülkelerdir.”
Haydarpaşa’da Tarih…
Mehmet Kamil Berse ile bu sayı Haydarpaşa’dayız. Yani İstanbul’un dışa açılan kapısında. Berse’nin anlatımı ile Haydarpaşa’nın tarihine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
“Bizans çağında Haydarpaşa ile ilgili olması muhtemel önemli bir yapı, Khalkedonlu Azize Euphemia için inşa edilmiş büyük kilise ile bunun yanında bulunan azizenin mezarıdır. IV. EkümenikKonsil bu kilisede toplanmıştı (451). Bazilika tipindeki kilise, kaynaklardan öğrenildiğine göre kıyıdan 370 m. kadar içeride bir tepede yer aldığından günümüzdeki Yeldeğirmeni mahallesinde bulunan Duatepe sokağı civarında bir yerde olmalıdır. A. M. Schneider'in buranın Yeldeğirmeni tarafında olduğunu ileri sürmesine karşılık R. Janin, Ayrılık Çeşmesi'nin yukarısında bulunabileceğini söylemiştir.”
“XIX. yüzyıl sonlarında Haydarpaşa semtinin büyük ölçüde değişmesinde, 1844-1846 yıllarında Sultan Abdülmecid döneminde Askerî hastahanenin inşası rol oynamıştır. Kırım Savaşı sırasında bu hastahane ile iskele arasındaki bölge İngiliz Mezarlığı'na tahsis edilmiş, daha yukarıda ise II. Abdülhamid döneminde 1894'te başlayarak mimar Raimondod'Aronco ile Vallaury tarafından gösterişli Mekteb-i Tıbbiyye binası yapılmış, Üsküdar'a giden caddenin karşı tarafında da bu mektebin tamamlayıcı unsuru olan hastahane bloklarının 1901'den itibaren yapımına girişilmiştir… Alman Rieder Paşa tarafından düzenlenen esaslara göre kurulan bu hastahane (Haydarpaşa Numune Hastahanesi) ilk projesine göre bütünüyle tamamlanmadan kalmıştır.”
“Tren yolculuklarının simgesi, 1908’den bu yana faaliyetini sürdüren tarihi Haydarpaşa Garı’nda geri sayım da başladı. Yıl sonunda hizmete girmesi beklenen garın çatısı başta olmak üzere pek çok bölümünde restorasyon çalışmaları sürüyor. Haydarpaşa Garı’nın restorasyon çalışmaları iki etap halinde sürüyor. Birinci etapta gar binasının çatısı, bekleme salonu ve yıpranan dış cephe taşları restore ediliyor. İkinci etapta ise büro hizmetleri olarak kullanılan diğer bölümler, ahşap işleri, sonradan olan eklentilerin kaldırılması, bina içi onarımların yapılması ve elektrik ısıtma ve su tesisatının yapım işleri sürüyor. 2015 yılında başlayan çalışmaların tamamlanmasıyla, yıl sonuna doğru tarihi gar binasının yolcu hizmetlerinin tüm bölümlerinin açılacağı bildirildi.”
İzmir’in Kardeşi Varna
Fahri Tuna’nın şehir tanımlamaları her zaman kendine özgüdür. Şehirlere Tuna’nın gözüyle bakınca daha bir renkleniyor caddeler, sokaklar… Varna’yı anlatıyor bu sayı Fahri Tuna İzmir’in kardeşi diyerek.
“Gittim gördüm bayıldım. Enfes bir liman şehri Varna. Koy, koylar şehri. Sanayi şehri doğal olarak. Turizm şehri de. Zaten Bulgaristan’da bir söz vardır: Filibe Bulgaristan’ın İstanbul’u, Sofya Ankara’sı, Varna da İzmir’idir. Tümüyle olmasa da ana hatlarıyla katılırım buna. Bir yerde liman varsa ne vardır orada: Sanayi, ihracat, ticaret, turizm, bunların hepsine bağlı olarak eğitim. Bir de zengin bir kültür. Tam da budur, bundandır, buncadır Varna.”
“Bizim Evliya Çelebi, 41 camiden söz eder Varna’da dört asır kadar önce. Önce Rus işgali yakıp yıkmıştır Osmanlı eserlerini, sonra da Bulgar komünizmi. Bugünün Varna’sında sadece Aziziye ve Hayriye camileri ayaktadır. Bir de 2005 yılında HÖH’ün öncülüğünde inşa edilen Sessevmez Camii. Buna da şükür diyelim. Hiç unutmam; 2012 yılı 20 Aralık Şumnu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’nın 20.Yılı kutlamaları için eşlerimizle birlikte bir grup şair yazar davetliydik. Şair Mustafa Hatipler, yazar Fahri Tuna, sinema oyuncusu - seslendirme sanatçısı Oya Pervin Pelit, vesaire. Önce Varna’ya uğradık. Başkonsolosluğumuzun yönlendirmesiyle sahilde bir Türk otelinde konaklayacaktık. Resepsiyonda giriş işlemlerimiz yapılırken, duvardaki yüz yıllık bir siyah beyaz Varna fotoğrafı dikkatimi çekti. Limandan, gemiden çekilmişti, belli ki. Resim gibi, cennet misali bir Varna vardı karşımızda. Mahalleler arasında adeta serpiştirilmiş dört kubbe, dört minare, ortada arkada da bir kilise. Türk sivil mimarisinin enfes örneklerinden oluşan evler, müreffeh ve münevver bir Varna.”
Yaşadıkça Sevilen Şehir Sakarya
Mevzu Sakarya olunca daha bir önem arz ediyor okuduğum yazı benim için. Ne de olsa ikinci memleketim… Öznur Sondül; Yaşadıkça Sevilen Şehir olarak anlatmış Sakarya’yı. Bir şehir neden sevilir neden unutulmaz bunu hissediyoruz yazıda.
“İnsan ne zaman büyür? İnsanı büyüten nedir? Ey Sakarya! Beni büyüten şehir. Gençliğe adım attığım, artık ben de bir bireyim, ben de varım, ben de buradayım dediğim. Aileme, okuluma, topluma ve en önemlisi kendime kendimi gösterdiğim, kan ter içinde gözlerimi açıp, derin bir iç çekip soluklandığım da kendimi bulduğum yer; Sakarya. Sakarya nehrinin kıyısında saçlarımı ırmağın esintisine kaptırmış düşünüyordum. Sakarya’ya ilk adım attığım güne kadar gitmiştim. Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra sabahın ilk ışıklarıyla Sakarya’nın o kocaman terminaline adım atmıştım babamla. Otobüs yolculuğunun verdiği tatlı yorgunluktan kaynaklı mahmur bir eda ile üzerimde taşıdığım misafir kimliğime rağmen hemen içim ısınmıştı Sakarya’ya. O da beni sevmişti bence. Ve böylelikle başlamıştı Sakarya serüvenim…Babam geri dönmüştü. Artık tek başımaydım. Ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmeliydim. Ve Sakarya öğretti bana. İlk acemiliği atmıştım. Birçok arkadaşım olmuştu. Sıra Sakarya’yı karış karış gezmekteydi.”
Yeşil! Siyah!Yeşil! Siyah! diyerek hoplaya zıplaya gittiğimiz basketbol maçları. E ne de olsa artık biz de birer Tatanga’yız. Atkılarımız boyunlarımızda avaz avaz tezahürat ederdik. Formamızın renklerinin hakkını vermeliydik. Biz ne kadar yüksek sesle bağırırsak onlarda sanki o kadar 3’lük atacaktı. Maçı hep kazanırdık. Kaybetmek doğamıza aykırı. Maç çıkışı nereye gidilir? Tabi ki Tostçu Nevzat’a böyle bir tost yok; enfes. Karnımızı doyurduktan sonra basketçilerimizin takıldığı Şehr-i Sefa kafeye gider vampir köylü oynayarak hayran olduğumuz basketçileri beklerdik. Ama bir kere cesaret edip fotoğraf çekinemedik. Daldığım düş deryasından bir dedenin sesi ile irkilerek çıktım. Kır sakallı, elinde bastona benzer bir sopa ile bir dede geldi oturdu yanıma. “Bu nehrin adının nereden geldiğini biliyor musun?” dedi. Hiç ses etmedim. Benim kulağım ırmağın fısıldadıklarındaydı. Devam etti bey amca. “Sakar Dede adında bir zat varmış, bu nehrin üzerinde bir köprüden geçerken parasız olması nedeniyle hakarete uğramış ve adamcağız köprüden geçirilmemiş. Bunun üzerine Sakar Dede nasıl bir dua etti ise nehrin yönü değişmiş. İşte nehrin adı bu Sakar Dede’den geliyor.” Dikkatimi dağıtmıştı yaşlı amca. Sonra birden sesini kısarak “İşte ben o Sakar Dede’yim demesin mi?” Tabi ben bunu duyunca arkama bakmadan uzaklaştım oradan. Arkamdan Sakar Dede’nin sesi geliyordu; “Sen ne kadar kaçarsan kaç, Sakarya seni bırakmaz. Tutmuş bir kere. Sevmişsin, belli ki o da seni sevmiş.”
Bu Yunus Herkesin Yunus’u
Gönüllerimizde her zaman bir Yunus sevdası çınlayıp dursa da 2021 tam anlamıyla Yunus Emre yılı olacak. Her fırsatta Yunus diyecek yürekler, onun sevgi iklimi dalga dalga yayılacak dört bir yana.
Mehmet Mazak, Bizim Yunus’tan İnsanlığın ve Dünyanın Yunus’una isimli yazısı ile Yunus’un evrensel sesini dillendirmiş. Yunus’u tüm dünyanın gönül coğrafyasına anlatmak için neler yapılabileceğini anlatıyor Mazak.
“2021 yılının UNESCO tarafından Dünya’da Yunus Emre yılı ilan edilmiş olmasını Türkiye olarak avantaja çevirmeliyiz. Yunus, yaşadığı dönemde ve bugüne kadar bizim coğrafyamızın nasıl gönül doktoru olduysa, 2021 yılında Dünya’nın içinde bulunduğu Covit-19 salgınını göz önünde bulundurduğumuzda, Dünya insanlığının gönlüne hitap edecek, ruhunu dinginleştirecek sözlerini, düşüncelerini ve şiirlerini uluslararası arenaya taşımalıyız diye düşünüyorum. “Bizim Yunus” artık Dünya’nın “İnsanlığının Yunus’u” olmalıdır. Bu konuda yönetenlere ve karar vericilere çok ama çok büyük görev düşmektedir.”
“Dünyaca tanınmış bir sanatçıya bestesini yaptırarak, bir heykeltıraşa Dünyayı kucaklayan bir çalışma yaptırarak, ırkçılığa ve sosyal yardıma duyarlı bir sporcuya mesaj verdirerek Yunus’u anlatalım. Yunus’un şiirlerini ve öğütlerini Dünya’da en çok yaygın olan 10 farklı dile çevirerek, hakkında yayınlanmış kitapları farklı dillere çevirerek, sosyal medya mecralarına yönelik farklı dillerde içerik oluşturarak insanlığa mesajının ulaşmasını sağlayalım. Anadolu’nun Türk-İslam kültürüyle bütünleşmesinde çok büyük katkısı olan Yunus Emre’yi gelin hep beraber 2021 yılında önce ülkemizde, sonrada bütün Dünya’da gündeme taşıyalım. Yunus Emre asılar öncesinden bugüne ne güzel bir ışık tutuyor. “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için, Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim” Yunus’un sevgi, dostluk ve kucaklayıcı diline en çok bu dönemde ihtiyacı var Dünya’nın.”
Muhammed İkbal ve Kurtuba Camii
Şakir Diclehan, Muhammed İkbal’i ve Kurtuba Camii’ni anlatıyor yazısında. Endülüs’e doğru bir seyahate çıkıyoruz. Yitirdiklerimiz, kaybolan renkler, semada öksüz kalan ezanlar ve bir tarihin üstüne çöken mahzunluk var yazıda.
“Günümüzde “Cordoba Katedrali” olarak hizmet veren Kurtuba Camii, yerel halk tarafından İspanyolca “mescid” anlamına gelen “Mezquita” ismiyle bilinir. Bu muhteşem camii, 1984’te de UNESCO Dünya Mirası listesine girmiştir. Caminin, asıl adı Kurtuba Ulu Camii’dir. Sultan’ın, caminin inşaatında çalıştığı da kayıtlarda geçer. Caminin yapımında Irak, Suriye ve Doğudan özel taşlar getirtilir. Cami, genel anlamda bir yılda tamamlansa da yapılan eklemeler, düzenlemeler hesaba katıldığında, tam anlamıyla 10 yılda tamamlanabilmiştir ancak. Boyutları bakımından İslâm âleminde Irak/Samarra Ulu Camii ile yine Abbasiler tarafından aynı şehirde yapılan EbûDülef Camii’nden sonra üçüncü sırada yer alır. Cami içinde 1293 sütun bulunuyor. Bu sayı, kaynaklarda değişik şekilde verilir. Endülüs sanatının bu görkemli yapısı yine de mevcut sütunlarıyla dünyanın en fazla sütuna sahip mabedi olma unvanını da koruyor. Asırlarca görkemini koruyan cami, kentin 1236 yılında Kastilya Krallığı’nın eline geçmesinin ardından Córdoba Katedrali'ne dönüştürülmüş.”
“Aynı zamanda bu mescit, İkbâl`e şafağı çınlatan, insanların ilk ve son işittikleri Ezan-ı Muhammedi`yi hatırlatmıştır. Çünkü yeryüzünde sadece İslam milletine özgü olan bu ezana benzer başka bir ses, ilan ve mesaja rastlamak mümkün değildir. Kâinat, daima ezan önünde büyük bir huşu ve eda ile eğilmiş ve insanların yuvası, daima onunla ısınmıştır. Ufuklarda ezanın haykırdığı yüce semavi ilan, mesaj ve üstünlüğü hatırlayan şair, bir kere daha inanmıştır ki, bu akideyi taşıyan ve bu mesajla yaşayan ümmet yok olmayacaktır. Kurtuba Camii'nin şaheser manzarası ve tarihi değeri, İkbâl'i derin bir düşünceye daldırmaya vesile olmuş ve asırlardır minberi hutbeden, taş zeminleri secdeden, yüksek minareleri ezandan mahrum bu garip, boynu bükük ve sahipsiz cami, şair de iman, şefkat, hüzün ve gayret duygularını harekete geçirmiştir. İspanya'da kaleme aldığı ve çoğunu Kurtuba Camii'nde yazdığı bu kasidede İkbâl şöyle der: "Bu âlem, yokluğa mahkûmdur. Nesillerin geride bıraktıkları eserler ve insan dehâsının zaman zaman ortaya koyduğu sanat şaheserleri, hep silinip yok olmuştur. Bütün bu eserler içerisinde Allah'a ihlası tam olan bir kulun yaptığı ve taşına toprağına kendi canlılık ve ebediliğini kattığı bu eser hariç, ötekilerden hiçbiri yaşamıyor, hiçbirinden iz kalmamıştır. Aşk ve sevgi, hayatın aslıdır. Madde ve mideden ayrı olarak iman, ihlas ve merhameti birleştiren aşka, Allah ölümü yasak etmiştir. Zaman, yürüyüşünde çok hızlı ve akışkandır. O, öyle şiddetli bir dalgadır ki, önünde hiçbir şey duramaz. Sevgi ona karşı durabilen yegâne kuvvettir. Zira o bir seldir. Seli ise ancak sel durdurur. Sevgi ve aşk, semavi dinlerde peygamber ahlakında tecelli eden, âleme nur ve sevinç dağıtan, ariflerin kendisiyle sarhoş oldukları ve sevenlerin terennüm ettikleri neşenin ta kendisidir. Sevgi, bazen mihrapta iman olarak, bazen elinde kitap, bazen de filozof olarak gözükür. Ordulara kumanda eden ve zaferler kazandıran yine sevgidir. Onun türlü şekil ve görünüşleri vardır. Durmadan geçen, her yerde dolaşıp seyahat eden bir seyyah gibidir. Birçok makam ve menzilleri vardır.”
İkindi Yazıları
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi İkindi Yazıları Dergisi’ni bir vefa örneği olarak tıpkıbasım olarak edebiyat dünyamıza kazandırdı. Bu çalışma hakkında Erol Afşin bir yazı kaleme almış.
“1985 – 1994 yılları arasında Kahramanmaraş’ın Andırın İlçesinde yayımlanan Andırın Postasının bir eki olarak çıkan İkindi Yazıları'nın tıpkıbasımı Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tek ciltte yayımladı. Yıllar sonra ahde vefa ile bu güzel çalışmayı hazırlayan Duran Boz Beyin bu kadirşinas tutumu da önemli. İkindi yazılarının yayımlandığı döneme elbette yaş itibariyle biz yetişmedik. Henüz daha çocukluk çağımızda kendi mahallemiz dışında, ülkemizin diğer şehirlerinden ve dünyadan bihaber çocukluğumuzu yaşarken Kahramanmaraş’ın Andırın ilçesinde bir gazetede kültür ve sanat adına çeşitli yazıların kaleme alınmasından habersizdik elbette. Seksenli ve doksanlı yılların yokluğunda hele de kâğıt ve kalemle uğraşıyorsanız daha da kıt imkânların olduğu bir dönemde kültür ve sanata dair bir şeylerle uğraşmak ve bunları başka başka insanlara ulaştırmak, yeri geldiğinde bundan ücret de talep etmemek büyük bir iş. İşten ziyade bir gönül meselesi denilebilir. Hatta günümüzde bile örneğinin çok çok az gösterilebileceği bu tutum her türlü takdirin üstündedir. Yirmi yedi yıl sonra bu güzel anıların tekrar gün yüzüne bir madeni keşfetmiş gibi ortaya çıkarmak da kolay bir iş değil; tarihin gizli sayfaları arasına sıkışmış olan bu yazıları ortaya çıkarmak, dizmek ve nihayetinde okurun karşısına tekrar sunmak basit bir iş olmadığı gibi herkesin yapabileceği, zaman ayırabileceği bir konu değil…”
“Ali Zengin 23 Nisan 1985 tarihli nüshanın girizgâhında diyor ki: “Aziz okuyucu! Bir yıldır yürüyoruz: uzun yürüyüşteyiz. En büyük desteğimiz sizsiniz. Gazetemiz andırın postasının direncinin kaynaklandığı güç siz okuyucularıdır. Size ve geleceğimize ait yüreğimizde sarsılmaz bir umut vardır. Zaman zaman sizden gelen olumlu ve göğsümüzü kabartıcı tepkilere bakarak seviniyoruz. Ve anlıyoruz ki boşa çıkmamaktayız. Zaten biz de kendi kendimize oyalanmak ya da siz değerli okuyucularımızı boşu boşuna oyalamak amacıyla yol koyulmuş değiliz… Geçen zaman bizi daha bir kararlı yaptığına göre, her geçen gün bizi daha çok aranır ve daha bir heyecanla beklenir bir gazete yaptığına göre, umuyoruz ki bir zaman sonra beklemekte olduğumuz o günlere kısmet olursa birlikte ulaşacağız.” Girizgâhtaki bu güzel yazıda M. Ali Zengin’in ümit var duruşu ve okurlardan gelen olumlu tepkilerle boşa yol almadığının sevincini görmek ayrı bir güzel.”
“Geçmişteki bu çalışmalar birer anı ve yaşayan tarih niteliğinde. Edebiyat hayattan kopuk ilerlemez, hüzünleri, sevinçleri, üzüntüleri barındırır heybesinde ve nihayetinde şiirle, hikâyeyle, yazıyla buluşturur ve yoğurur sanatıyla. Daha sonra bunları belki ilerde sinema perdesinde görürüz gözümüzün önünde canlanmış olarak. Ama nihayetinde insanın kültürel ihtiyacını gideren şey şiirdir, yazıdır, anıdır, tarihtir. Bu güzel çalışmayı tarihin tozlu raflarında kaybolmasına izin vermeyerek hazırlayan Duran Boz Beye ve yayımlanması noktasında desteklerini esirgemeyen Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanı Hayrettin Güngör Beye ve emek veren herkese bir edebiyatsever olarak teşekkür ederim.”
Vefa Ne Güzeldir
En çok ihtiyacımız olan ve yaşadığımız çağın elimizden alıp götürdüğü değerlerimizdendir vefa. Bağlığının, unutmamanın, insan olmanın bir gereğidir vefa. Sımsıkı sarıldıkça vefaya insan yanımız yara almayacak, sıdk ile bağlanacağız birbirimize. İsmail Bingöl, vefa ne güzeldir diyerek anlatıyor bize vefayı. Şiirden, şehirden, şairlerden yana güzel hatırlayışlar var yazıda.
“Erzurum… Ömrümün en güzel mevsiminin kar kokulu şehri. Yılın üçte ikilik zamanını, bembeyaz gülüşüyle dağlardan, sokaklarına kadar, hatta içinde yaşayanların iliklerine kadar dolduran şehir. O gülüş ki, termometrelerin eksi kırkları gösterdiği zamanlarda bile insanın yüreğini, benliğini ilkyazlara çevirecek kadar sıcaktır. Tertemizdir. Bembeyazdır. Zemheri akşamlarının sabahında kardelenler başını güneşe uzatacak duygusu kadar bahardır. Çoğu sabahların kırağısı saçlarımızı beyazlaştırdı, kimi zaman cam gibi buzlar üzerinde ayaklarımız kayıp yerlere kapaklandık, fakat biz o şehirde hiçbir zaman üşümedik. Yüzümüzü kamçılayan tipilerin erişemediği gönül kalemizin burçlarında aşk güneşi vardı çünkü. Biz her zaman o güneşle ısındık, ışıdık… O aşk ki, bütün kapılarını güzelliklere açıyordu. Mevsim hep kış olsa da gönül uçlarımızda her daim bahar çiçeklerinin tomurcuklanışı vardı.” (Bizim Külliye Dergisi, Sayı:44 Yıl 2010) Gerçi; meraklıları internette rastlamış mıdır bilmiyorum ama şair bu şehri ne kadar sevdiğini zaten yıllar önce mısralarla da dile getirmekten geri kalmamış. Bir şehre şiirle kayıt düşmenin ne kadar anlatılmaz ve kaybolmaz bir şey olduğunu bilmem takdir eder misiniz? Adına türküler yakılıp, şiirler söylenen yüce dağ Palandöken’i konu edinen bu şiirin şairi; bize çok uzak bir coğrafyanın çocuğu değil ve yazları da şimdi çalıştığı Harran Üniversitesinden memleketi olan Trabzon’a giderken, mutlaka yolunu bu şehre düşürüyor ve böylelikle hasret gideriyor.
Bugün artık evlerimizdeki o tatlı sohbetlerin yerini dizilerin kritikleri, telefonla meşgul olmalar ve başka şeyler aldığından, komşular da dostlar da pek hatırlanamaz olmuştur. Oysa ağaçlar dalları ile, çiçekler gülleri ile sevilirler. Dallarımızı kurutmaya, güllerimizi soldurmaya başladığımızın ne zaman farkında olacağız? Vefa duygumuz köreldiğinden, en yakınlarımızı bile yalnızlığa terk ettiğimiz gibi, kendimizde bu kalabalıklar içinde yapayalnız kalıyoruz.”
Kardelen’de Türk Birliği Dosyası
107. sayısında Türk Birliği dosyası ile karşımızda Kardelen Dergisi. Yüreğimizin sesini titreten, adeta bam telimizi dokunan konuları sayfalarına taşıyor Kardelen. Hassas zamanlarda olması gerekeni söylemeli dergilerimiz. Kardelen, bu duyarlılığı sürekli canlı tutuyor.
Dergi, Kadir Bayrak’ın Birliğimizi Daim Eyle isimli yazısı ile başlıyor. Bu duaya “amin” dememek imkânsız. En çok ihtiyacımız olan şey birlik. Bunu sağlamaktır asıl gayemiz.
“Ölçüyü koyduktan sonra tefekkürümüze devam edebiliriz. Her şeyden önce “birlik” mefhumu üzerinde düşünmeliyiz, özellikle de ipi kopan tespihin tanelerinin ortaya saçılıp dağıldığı gibi salgın hastalık sebebiyle birbirimizden koparıldığımız, ayrıldığımız şu günlerde… Fizikî ayrılıklar, gönül yakınlığına engel değil ama gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor maalesef. Göz göze, diz dize sohbetlerimiz azaldı, beraber bir faaliyet yapamaz hale geldik. Bırakın faaliyeti cenazelere iştirak edemiyoruz, çoğu zaman cenazeden haberimiz bile olmuyor. Dede Korkut destanlarından bugüne duamıza işlemiş “birliğimizi daim eyle” niyazının mânâsını şimdi daha iyi idrak ediyoruz. Allah, salgın hastalık musibetini bir daha ortaya çıkmamak üzere tez zamanda üzerimizden kaldırsın, duamız budur. Ve bu süreci, birilerinin planlarının tersine birliğimize, beraberliğimize vesile kılsın. Aramıza giren mesafeleri kaldırsın, okulda, camide, fabrikada, düğünde, cenazede, hayatın her alanında omuz omuza olmayı nasip etsin…”
Yavuz Sert, Türk’ün Kimliği yazısında “Türk” kimliğinin çağrışımlarından hareketle Türk-İslam vurgusu yapıyor. Bir ırktan değil duruştan, tavırdan, yanlış bilinen algılardan bahsediyor Türk. Özellikle dıştan görünen Türk algısına dair göndermeler oldukça yerinde.
“16. yüzyılın sonlarına doğru İtalya’da bir değirmenci var, ismi Menocchio. Menocchio sade bir değirmenci değil, okuyan, okudukları üzerinde fikir oluşturan ve bunları tartışan da biri. Okuduğu kitaplar arasında Kur’ân-ı Kerîm’in de olduğu söyleniyor. Bu değirmenci çiftçimizin zamanla oluşan bazı düşünceleri kilise tarafından sakıncalı bulunuyor, uzun yıllar süren sorgulamalar sonunda Menocchio feci şekilde idam ediliyor. Değirmencinin mahkeme zabıtlarında suçlamalar arasında şu da var: “Türk mü oldu, Türkleşti mi?”
Elbette buradaki “Türk mü oldu” sözü “müslüman mı oldu” anlamında kullanılmış. Bu sadece 16. yüzyılda değil, sonrasında da böyle olmuş Avrupa’da... Balkanlar’da halen geçerli bir durum. Yabancılar için Türk demek, müslüman demek. Türk kimliğinin anlamını en kolay görebileceğimiz yerlerden biri Çanakkale şehitliğidir. Orada etnik olarakTürk olmayan birçok “Türk” şehit yatıyor.
Buradan anladığım şu; milâttan önce savaşçı, cesur, sert iklimlerde yaşayabilen bir halkı işaret eden Türk kimliği, İslâm’la şereflenmemiz sonrasında farklı bir noktayı işaret etmeye başlamış. Bu işaret kimi zaman gücünü kaybeder gibi olsa da, çok şükür ki, bugün yine aynı noktaya gelme emareleri verdiğini görüyoruz. Bize düşen böyle bir kader ile görevlendirilmiş milletten olmakla övünmek yerine bu kaderde üzerimize düşen görevi hakkıyla yapmaya çalışmaktır.”
Büyük Olmak Mecburiyeti
Ali Erdal, Türkiye’nin dünyadaki konumundan, dünyanın küresel savruluşundan hareketle büyük olmak mecburiyeti diyerek kaleme aldığı yazısında birlikten, dirlikten ve büyük olmaktan bahisler açıyor yazısında. Dünyanın yaşadığı savruluşun aksine bizim büyük olmamız gerektiğini işaret eden tespitler yer alıyor yazıda.
“Öyle bir coğrafyadayız ki… Dünyanın düğüm noktası… Her tarafla, her devletle, her milletle, her kültürle, her kıta ile irtibat halinde olmayı gerektiriyor. Ve her yerle, her yönle, herkesle ittifaklar kurma imkânı veriyor… Hattâ mecbur ediyor. Napolyon, “Dünyanın başkenti bir tane olacaksa o İstanbul’dur” diyor. Sadece böyle bir şehre sahip olmak bile cihanşümul düşünmeyi ve hareket etmeyi gerektirir. Sadece İstanbul’un, “dünyanın kilidinin” yükleyeceği sorumluluk bile, bunu anlamaya yeter. Böyle bir coğrafyada yaşayan millet, hele bir de buna uygun tarihe sahipse, büyük düşünmek, büyük olmak, ona göre kuvvetli olmak, denge ve otorite kurmak zorundadır. Bizim kaderimiz, “Ya hep ya hiç”. Bütün devletleri bölmeye uğraşıyorlar. Parçalamadan yutmak mümkün değil. Irak, Suriye, Lübnan bölündü bölünecek... Suudi Arabistan sırada... Nereye doğru uzanacaklarını bilmek zor değil. Böyle bir coğrafyada kuvvetli olmak, hayatta kalmak için şart... Hattâ mümkün olanlarla, nerede olurlarsa olsunlar, ittifak yapmak bile şart. Hele bir de birleşmenin bütün şartları müsait ise... Coğrafya bizi büyük olmaya mecbur ediyor…”
“Ve her şeyden mühimi... Tek başına sebep... Vatanın korunması, milletin hayatiyeti, bayrağın dalgalanması, bayraktaki mânânın yücelmesi büyük olmayı icabettiriyor. Öyleyse büyük olmak mecburiyeti yerine büyük olmak memuriyeti mi demeliydim?”
Yalçın Topçu ile Türk Birliği Üzerine
Ahmet Değirmenci, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yalçın Topçu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Konu: Türk Birliği. Bu konunun konuşulacağı en isabetli isimlerden biridir Topçu. Hem duruşuyla hem de mili ve kültürel birikimiyle önemli bir değerdir Yalçın Topçu. Merhum Başkanımız Muhsin Yazıcıoğlu’nun yol arkadaşı olması da ayrı bir değerdir.
Söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Günümüzde küreselleşen dünyanın değişen ve gelişen şartlarında, ortak paydası olan ülkelerin birlikte hareket ettiklerini görmekteyiz.
“Globalleşme gereği büyük şirketler birleşiyor, büyük devletler birliktelik kuruyor. Kan, can, dil, din ve kültürde aynı kodlara sahip, mazisi bir, tarihi bir olan soydaş ve dindaş olduğumuz insanlarla birlikte olmaktan birlikte siyaset, ticaret yaparak dil, iş ve fikir birliği içinde beraber hareket etmekten daha tabiî ne olabilir?
Enerji kaynakları, insan potansiyeli ve stratejik önemiyle Büyük Türk Birliği ideali Türkiye ve Türk-İslâm dünyasına olduğu kadar bütün dünyanın refah ve barışına da büyük katkılar sağlar. Sınırlarla sınırlı değildir bizim idealimiz. Tek yürek, tek ses olarak dilde, fikirde, işte birliği sağlamaktır amacımız. Siyasî çerçevesi çok da mühim değildir. Onu zamanın şartları belirler zaten.
Çağımızın ve geleceğimizin hem mantık hem de manevî anlamda tek çıkış kapısı olarak gördüğüm Türk Birliği ülküsünü her daim gündemde tutmaya ve bu kutlu amaç için çalışmaya devam edeceğim. On altı yaşında şarkılarını, marşlarını, türkülerini söylediğim bu kutlu dâvâ uğrunda hedefe varmak, bugün de ve her zaman benim için en önemli ve en hassas gündem maddesi olmaya devam edecektir.”
“Kelimeler zamanla anlam dönüşümü veya anlam zenginliği yaşıyor. Turan kelimesi de böyle kelimelerden birisidir. Artık coğrafî anlamının üstünde ve ilerisinde bir anlam zenginliğine kavuşmuştur. Türk birliği olarak anlamlandırılıyor ki bence sakıncası yoktur. Sakınacak bir durum da mevzu bahis değildir. Almanların birleşmesine veya başka milletlerin birleşmesine ses çıkarmayan, sakınca bulmayan dünyanın Türklerin birleşmesine ses çıkarması ve suç isnat etme çabaları kesinlikle iyi niyetli değildir. Komplekse gerek yoktur, coğrafî anlamıyla da değerler manzumesi bakımından da hayatım boyunca Turan kelimesini büyük bir iştiyak, ruh ve heyecanla kullandım ve bu böyle devam edecek inşallah.”
“Model şahsiyetler üretmeliyiz. Tarihî kahramanlarımız var ama çağdaş temsilcileri de kıymetlidir. Model şahsiyet olmak noktasında günümüzün şartlarında seslenen şairler, yazarlar, düşünürler, akademisyenler kısaca ilim erbabı bizim gelişmemizin en önemli gücü olacaktır. Tarihimizde böyledir hep. Siyasî irade ile ilim meclisi aynı zaviyeden bakınca zirveler kendiliğinden gelir. Bu noktada var olan değerlerimize sahip çıkmalı, cesaretlendirmeli, gelişmeleri için fırsatlar oluşturmalıyız. Safi bir entelektüel veya duygusal çabayla sınırlı kıymeti haiz kişilerden öteye taşınmalı böyle değerlerimiz.”
Türk Birliği İdeali
Gönüllerin arzuladığı Türk birliği, dillendirildikçe yürekler genişliyor, iyi niyetler dua dua göğe salınıyor çünkü ideal bir birlikteliktir Türk birliği. Aslında dünyanın da ihtiyacı olan bir idealden bahsetmek mümkün. Atılacak sağlam adımlara ihtiyaç var. İlkay Coşkun, bu idealden bahsediyor yazısında. Tarihten, edebiyattan beslenerek yazılmış ve gönülden katılacağımız bir yazı kaleme almış Coşkun.
“Özellikle İslâmiyet’e geçişle beraber Horasan erenleri ve Alp erenleriyle Türk kimliği mayasını bulmuştur. Bunun da öncesinde en eski Turanî bir kavim olduğumuz bir gerçek iken Türk kimliğinin temelleri Türkistan ve Horasan irfanı üzerinde daha da şekillendiği, gürleştiği görülmektedir. Türkistan’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyaya yayılmış olan fütüvvet hareketlerinin de bu kimliğin ruhunu oluşturduğu bir gerçektir. Kızılelma, Turan, Milliyetçilik gibi kavramlar tarih boyu hayatiyetini hep sürdürmüştür. Bahsi geçen bu milliyetçilik ifadesi ırkçılıktan belirgin bir şekilde ayrışmaktadır. Milliyetçilik değerlere bağlılık ve millete hizmet mânâsı içermekteyken, ırkçılığın ayrıştırıcı ve şiddeti besleyen bir unsur olduğunu belirtmekte fayda vardır.”
“Büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan biz Türkler hiçbir zaman ırkçılık üzerinde yol almadık. Türk milleti medeniyetinin, dininin, dilinin, kültürünün devamını sağlayarak tarihte farklı isimlerle de olsa devletler kurmuş ve yaşatmıştır. Cihan hâkimiyeti mefkûresi, hep ileriyi gösteren, terakkiyi şiar edinen içi dolu bir anlayıştır. Türk milliyetçiliğinin, Turan anlayışının özünde bu mefkûre vardır. Atasına, köklerine büyük değerler atfeden Türkler için kimlik çok önemlidir. Türkistan’a, Turan denmesinin de önem arz eden bu değerden geldiğini söylesek yanlış olmaz.”
Cehaletin İstilası
Büyük bir istila ile karşı karşıya kaldığımız muhakkak. Kişinin kendi içinden çıkan ve kendisini esir alan bir istila bu. Son zamanların iflah olmaz bir dert olan benmerkezcilik ne yazık ki insanı hakikati görmekten de alıkoyuyor. Erdal Kurtuldu Cehaletin İstilası’ndan bahsediyor yazısında. Kibrin örttüğü gözlerden… En çok da Yaratıcı’yla araya giren “ben”den bahsediyor Kurtuldu.
“Bugün modern insanın sürekli ‘ben’iyle uğraşması, durmadan kendini göz önüne getirip sahte bir ‘ben’ yaratma çabası, kendini unuttuğunun bariz bir itirafından ibarettir. Dikey boyutla ilişkisini yok sayan, menfaati dışındaki tüm hiyerarşilere düşman kılınmış insanoğlu yatay boyutu eşelemektedir. Kökünü bir türlü bulamadığı akılla hareket edip, zihnin ve bilincin yapısını nöronlarla açıklamaya çalışanlar, kuantum teorisiyle birlikte açıklanamayacak bir şeylerin olduğunun farkına varıp yine de bunu kendi kategorilerine uydurmaya çalışan günümüzün modernleri, gizemin büyüsünün içinde ufacık akılla ezilip büzülmeye devam etmektedir. Yatay boyutu eşelemelerinin sebebi köklerini veya kendilerini arıyor oluş değildir, meyve vermekten azade kılınmış bir ağacı, sırtını dayayabilmek adına bir zemine yerleştirme girişimleridir.”
“Bu bahsettiğimiz insan fikriyle, modernlerin merkezindeki insan fikri birbirine taban tabana zıttır. Çünkü modernin buradaki amacı hedefindeki bir takım nefsanî hazlara daha çabuk varabilme isteğinden ibarettir. İşte yatay bir çizgi ve noktalarını salt akılla keşfetmeye çalışmakla, gelenekte noktanın hakikatini bilip çizgiye vakıf olanlar arasındaki fark burada açığa çıkıyor. Birisinin merkezindeki ruh ve onun aydınlığı sebebiyle manevî bir perspektif ve aslının Tanrı'dan olması hasebiyle Rabbin bilinmesi, diğerindeyse merkezindeki nefsin ve bitmez tükenmez arzular bütünü olduğu için karanlıkların ve cehaletin istilâ. Modern dünyada kavramlar ve ahlâklar ters-yüz edildiği için bu karanlığı aydınlıkla lanse etme cüreti oldukça normaldir, çünkü cehaletin açığa çıkardığı şey cesaret ve kibirden ibarettir.”
Kardelen’den Bir Hikâye
Vildan Poyraz Coşkun- Zor Günler
“Dışarısı büyük bir fırtınaya gebeydi. Evin içinde duyulan uğultulardan belliydi şiddeti. Fırtına öncesi sessizlikte olan kuşlar, korkuyla saçakların altına tünemişlerdi. Benim içimdekine benzer bir bekleyiş içerisindeydiler hepsi. Rüzgâr önce derinden bir soluk çekiyor içine, ardından da göz hizamda olan karşı sokağa öfke ile üflüyordu. Dışarıda az da olsa kalan insanların, savrulmamak için sokağın demirbaşlarına tutunma çabalarını izledim bir süre. Hayat hep bir mücadele hep bir telâş. Salon camının kenarına ilişip ayaklarımı altıma çektim. Ayakta duracak gücü bulana kadar öylece kalmak istiyordum. Hattâ küçülüp küçülüpunufak olmak istiyordum öylece. Yüzümü dövercesine cama çarpan yağmur, sokak aralarını yıkadığı gibi yıkasa ya içimi?”
“Tüm bu olanları anlamakta zorluk çektiğim zamanlardı. Her şeye mantıklı bir cevabı olan ben, aklımın beni terk edip gittiğine şahit oluyordum. Aklımla birlikte algı yeteneğimi de yitirmiştim. Uzun süre kendime gelemedim. Kızgın ve oldukça öfkeliydim. Bu yıkımın ardından ne mi oldu dersiniz? Hesap sormalar başladı. Yemedim yedirdim. Giymedim giydirdim acıtasyonlarıyla devam eden, nasihat içeren söylemler, söylemler…”
“Gelecekle ilgili yeniden plânlar yapabilmek için silkinmeliydim. Bunu yapmadığım müddetçe, bu sabah huzurlu kalkmamın bir anlamı yoktu. Bunu başarırsam eski ben, eski biz olabileceğimize olan inancımı diri tutmak istiyordum.”
“Zar zor mutfağa geçtim. Biraz sakinleşmek için bir bardak su içtim. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum ki telefon aklıma geldi. Bir yandan ellerimin titremesine engel olmaya çalışırken, bir yandan da rehberde Ayşe’mi bulmaya çalışıyordum. Telefon kapalıydı. Sandalyeye yukardan düşer gibi oturdum. İçimdeki endişe, korkuya dönüşmüştü ve katlanarak artıyordu ki acımasızca basıldığı belli olan kapı ziliyle irkildim. Koşar adımlarla kapıya yöneldim ve kapıyı açtım.
Kucağı en sevdiğim kır çiçekleriyle dolu Ayşe’mdi gelen. Bir de mis gibi kokan ve çayla buluşmak için sabırsızlanan simitler...”
Kardelen’den Şiirler
Nice yıldır yüreğinde dert elem
Tatsız gördüğünüz gün ile ay hem
Ah şu yarasına sürülse merhem
Sahibine bırakılsın Karabağ!
Yurdu tuttu yağlı kara fitnesi
Dermanı yok, yaralıdır sinesi
Dost elinden gelmelidir hoş sesi
Sahibine bırakılsın Karabağ!
Karabağsız kalpler olmaz mı zulmet
Zalim oğlu zalim eder eziyet
Karabağ kurtulsa sevinir elbet
Sahibine verilmeli Karabağ
Gülriz Şarapova
Bir köşede yalnızım, cananım yok.
Geceleri kâbus gördüm, muskam yok.
Bu hayattan daha başka isteğim yok.
Sessizlikte çaresizim, umudum yok.
Ben kim idim, ne oldum, bilemedim.
Gönül sözümü kimselere diyemedim.
Şu feleğin oyununu çözemedim.
Yâre varmak isterim de gücüm yok.
Mevsimleri sezip durdum deliklerden,
Hiçbir haber alamadım çiçeklerden,
Özlemin acısı duyulur kemiklerden,
Nasıl yer bu? Gelişim var, dönüşüm yok.
AbduqadirJalalidin
Ay Sayıklamaları
Gözlük Dergisi 7-8. sayısı ile okuyucularını selamladı. Oldukça göz dolduran bir içerik ve özenle hazırlanmış bir dergi Gözlük. Sloganları da gayet içten ve ironik; “Görmek isteyene gözlük” Bir dergi ancak bu kadar estetik hazırlanır denen bir sıcaklığı var derginin. Edebî metinlerin seslendirilmesi de ayrı bir güzellik katmış dergiye. Yapılacaksa böyle yapmalı diyeceğimiz bir emek var derginin her sayfasında. Başta Yunus Yeniçeri olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum.
Dergiden yapacağı m ilk paylaşım Özay Erdem’e ait Ay Sayıklamaları isimli yazıdan olacak. Dünyanın uydusu olan aya yüklediğimiz derin anlamlar üzerine yazmış Êrdem. Bir öykücünün kaleminden ay güzellemesi diyebileceğimiz incelikte bir yazı.
“Çocukken dede derdim ben ona. Yetişkinler böyle öğretmişti. Gökyüzünde yaşardı kendisi ve güneşin hükümranlığı sona erdiğinde ortaya çıkardı: Aydede. Derin bir saygım vardı ulaşılmaz olmasına. Balkonda meyve yediğimiz akşamlarda gözlerim onu arardı.
Okula başladığımda işler değişti. Aydede’nin dünyamızın uydusu olduğunu ve Güneş’ten aldığı ışıkla bizi aydınlattığını öğrendim. Böylece, ışığı kendisine ait olmayan bu gök cismi gözümden düştü. Üstelik cüsse olarak da Dünya’dan küçüktü. Artık yaz akşamları balkona çıkınca onu bulmaya çalışmıyor, sporcu kartları ve taso koleksiyonumu yere yayıp bunlarla ilgileniyordum.”
Ergenlik dönemimde tanık olduğum bir olay ise edebiyatın sınırlarını görmemi sağladı. Yine Aydede’nin başrolde olduğu bir hadiseydi, anlatayım. Lisede kırık bir arkadaşımız vardı. Kendi aramızda ona böyle diyorduk, deli manasında. Sevdiği kıza güzel bir şiir yazabilmek için her akşam evlerinin terasında oturuyor ve bir saat ayı seyrediyordu. Bulutlu zamanlarda ise babasının arabasına atlayıp manzarayı yakalayabilmek için şehir dışına çıkıyordu. Nihayet bir gün bitirdi şiirini. O sabah sınıfa girdiğimizde tebeşirle tahtaya yazılmış beş kıta vardı. Dostumuz ayı seyrederek ruhunda biriktirdiklerini gün yüzüne çıkarmıştı. Sevdiği kız ise bu mısraları yanımızda gözleri dolu dolu okumuş ve sonunda kendini tutamayarak ağlamıştı. “Kimse bugüne kadar benim için böyle bir şey yapmamıştı, bu çok etkileyici.” Bütün sınıf “Güzel ve Çirkin” masalı gerçek oluyor diye düşünmüştük o an. Ama kızımız ağlaması geçip de kendisine gelince “Şiir çok iyi olsa da âşık olmak için bu yetmiyor!” demişti. Kelebeğin Rüyası daha çekilmemişti o zamanlar. Ne diyordu orada Behçet Necatigil rolündeki Yılmaz Erdoğan: “Bir kızın şiiri beğenmesi şairini de beğeneceği anlamına gelir mi? Valla ben gelmediğini gördüm.”
…
Masallarımıza da sızmıştır o. İmkansızı isteyen yanımızı temsil eden biricik kahramanımız Keloğlan’ı hatırlayalım. Padişahın kızına âşık olur ve Aykız’ı tarhana içirerek iyileştirir. Sanırım “sorunlarımızın çözümü Anadolu’da” mesajı vardır bu metaforun arkasında. Sonra efsanelerde kendisine yer bulur. Dolunayda kurda dönüşen adamlar çıkar ortaya. Yine bilimde, dolunayın tesiri ile denizlerde gelgitler meydana geldiği tespit edilir. Bundan yola çıkarak “gözlerin ruhumda gelgitler doğurur” diyen melankolik gençler, bilimin bu tespitini edebiyata bahane eder. Tekrar Kelebeğin Rüyası’na dönersek, Rüştü Onur rolündeki Mert Fırat’ın dediği gibi: “Kız, bizim bahanemiz. Aşk, bahanesidir şiirin.”
İslam Mimarisinde Geometrik Desen Uygulamaları
Serap Ekizler Sönmez ile İslam Mimarisinde Geometrik Desen Uygulamaları konulu bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Sönmez, görsel sanatlar alanında çalışmaları olan bir isim. Gözlük’te İslam mimarisi üzerine düşüncelerine ulaşıyoruz Sönmez’in. Özellikle geometrik şekillerin muhtevası ile ilgili konular dikkat çekici.
“Çalıştığım alanda geometrik desenlerin kurallarını zorlayarak üst düzey çalışmalara imza atan bilim-sanat insanlarını anlayabilmeniz, takdir edebilmeniz ve güncelleyebilmeniz de ancak o asgari teknik bilgi ve buradan hareketle edindiğiniz göz ile mümkündür. Aksi takdirde tüm tasarımlar aynıdır, birtakım çizgilerden oluşmuş şekillerin tekrarı…”
“Noktadan kozmosa insanı insan yapan fizik (madde) ve metafizik (mana) unsurlar bir bütün olarak ele alındığında insanın ürettiği “şey”ler anlaşılabilir. İslam içinde kendini tanımlayan insanın (medeniyetin) çevre ile kurduğu ilişki, Tanrı ile kurduğu ilişki, onlara yüklediği anlamlar bütünü “şey”lerin anlamına da yansıyacaktır şüphesiz. Sanat eseri olan “şey”ler düşüncenin madde ile dışavurumudur. Belki de en açık ifadesidir. İslam düşüncesinin nasıl ve ne şekilde cisimleştiğini anlayabilmek için anlamamız gereken meselelerden bir diğeri de fetihler vasıtası ile yerleşilen topraklardaki düşünce dünyasının (sanatının), var olanı nasıl etkilediği ve daha doğrusu nasıl harmanlandığı konusudur ve komplike bir konudur. Kısaca İslam felsefesini anlamadan İslam sanatının felsefesini bir zemine oturtmak mümkün değildir. İslam felsefesini anlamak ise bilim tarihinin gelişim sürecini de beraberinde anlamayı gerektirir.
Bunların dışında kadim olan sanatları bugün uygulanış biçimiyle yeniden masaya yatırmak gerekir. Geçmişte bir fonksiyona sahipken ve bütünde bir anlamı varken minyatür, hat, tezhip gibi tüm bu başlıkları bütünden ve dolayısı ile fonksiyondan çıkarıp duvara astığınızda yeni bir tanımlama ve değerlendirmeye muhtaç bir durumla karşılaşıyoruz. Modern dünyanın icat ettiği sanat anlayışının dönüştürdüğü bu “bize ait” işlerin bizatihi kendisi ile birlikte sosyolojik karşılığı üzerinde durulması gereken bir diğer konudur.”
“Mesela en çok karşılaştığımız beşgen motifi neyi temsil ediyor? Aslına bakarsanız geometrik formların kendisinde sembolik açılımlar yok. O formlar ve formlardan oluşmuş desenlerin bütünün bir parçası olduğunu bilmek ve Allah’ın yarattığı sonsuz dillerden biri olduğunun göstergeleri olduğunu bilmek ve evreni anlamak adına geometri dilini öğrenmek konusunu önemsiyorum sadece. Ama elbette tarih boyunca insanoğlu bazı formlara anlamlar yüklemiş, altı köşeli yıldız ve swastika formları mesela. Üstelik bu formlara hemen her medeniyet yaklaşık olarak benzer anlamlar yüklemişler.”
“Geometrik desenlerin bir bilim ve sanat sahası olduğu kabul edilerek bu konunun öncelikle tekniği üzerinde çalışmalar yapacak kurumların oluşturulması gerek. Üniversitelerde bu alanın yeri yok. Verdiğini söyleyen bazı fakültelerde dersi verenler de maalesef teknik bir bilgiye vakıf değil. Dönüştürmek önce bilmek ister. Bildiğiniz, içselleştirdiğiniz bir şey bu çağın insanı olarak bugünün dilinde başka tasarımlara dönüşür. Ve sadece bireyin bilmesi de yetmez, sistemsel olarak bilenlerin sayısının artması gerek. İşte bunun için devlet destekli – özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı destekli kalıcı sağlam projelere ihtiyaç var.”
Bastığın Yeri Kilim Deyip Geçme
Gülsüm Suyer, kilim üzerine bir yazı ile Gözlük’te. İronik bir başlıkla kilime dikkat çekiyor. Renginden desenine, geçmişten günümüze rengârenk kilimler arz-ı endâm ediyor yazıda. Desenlerin diline de kulak veriyoruz Suyer’in rehberliğinde.
“Bastığın yeri kilim deyip geçme. Geçme çünkü kilimin bir ucu atalarımızın ayaklarına, diğer ucu da bugün mirasçısı olan bizlerin ayaklarına kadar uzanıyor. Böylesi tarihler aşan kilimler önemli birer kültür taşıyıcısıdır. Nereye, ne yöne serilseler kendisini dokuyan ellerden izler taşırlar. Nerede dokunduysalar o yörenin ikliminden esintiler saçarlar. Dışarıda toprak ne ise evlerimizde kilimler de odur aslında. Olumsuz enerjiyi alır götürürler şayet besmeleyle dokunduysalar. Kendilerine nasıl dokunulduysa kalplere de öyle dokunurlar.”
“Kilimlerde bereket ve bolluğu simgeleyen birçok motif kullanılmıştır. Nar, üzüm, kavun, karpuz, incir, dut gibi meyveler; ejder, boğa, yılan, koç, kelebek, geyik, balık gibi hayvanlar; yapraklar, çiçekler ve ağaç motifleri bereketi simgeler.”
“Bereket temennisinin yanında atalarımız korkularını da kilimlere dokumuşlardır. İşledikleri akrep ve yılan motifleri zararlı hayvanlardan, kurt motifi ise kötülüklerden korunmayı ifade eder. Bela ve tehlikelerden korunmak için artı ve çengel sembolleri işlerler. Bununla birlikte muska ve pıtrak denilen tarla dikenlerinin kilimlere dokunması kem gözden korunmak içindir.”
Gerçekliğin Yitimi
Yunus Yeniçeri, Baudrillard’ın bakış açısıyla bizi simülasyon kuramına götürüyor. Hayat hızlandıkça ve dijital kuşatma dört bir yanımızı sardıkça içine düştüğümüz cendere çıkış yollarını kapatıyor. Özellikle batı toplumları kapitalist bir kurguyu dünyaya yaymak için tüm kozlarını oynuyor. Bunlara karşı Baudrillard’ın kuramı var. Bizse iki arada bir derede kalmış talihsizler olarak yaşamak denen sanrıyı tüm sosyal ağların gölgesinde yerine getirmeye çalışıyoruz.
“Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, televizyon ve radyo gibi teknolojik aletlerin hemen hemen herkesin evine girmesi ile Batı modernizminin ürünü olan bireyde çeşitli değişimler meydana gelmiştir. Bu değişim Batı insanı tarafından sorgulanmaya değer bulunmuş ve var olan durumu ortaya koymak adına eleştirel fikirler öne sürülmüştür. Bu eleştiriler içerisinde Jean Baudrillard’ın gerçeklik eleştirisi Batı toplumlarında büyük yankı uyandırmış ve modernizmin temelini oluşturan saf gerçeklik sorgulanmaya başlanmış ve gerçekliğe karşı şüpheci bir tutum ortaya çıkmıştır. “Sıkı bir modernizm eleştirmeni olan Jean Baudrillard, söylemlerinde modernizmin dolayısıyla Batı toplumlarının, tüm değerleri ile birlikte çöktüğünü iddia etmektedir. Batı’nın gelişme olarak adlandırılan tarihsel sürecinin bir başarısızlık olduğunu ve kapitalizm sonrasında yeni bir toplum tipi oluşturduğunu iddia etmektedir. “
“Tüketim toplumlarında insanlar aldıkları ürünlerin onlara ayrı bir sosyal statü vereceğine inandırılmıştır. Çeşitli hediyelerin insanlar için sevginin göstergesi olduğu gibi birçok manevi değer de bu sahte gerçekliğin içinde yerini almıştır. Bunlar Baudrillard’ın kuramında bahsettiği mananın yok oluşunun indirgemeci örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır.”
“Dünyada var olan savaşların, krizlerin ve her türlü olayın aslında hiç var olmadığı kısaca yapay olaylar, senaryolar, uydurma-kurmaca olaylar olduklarını anlatan Baudrillard, tüm dünyayı etkileyen bir simülasyon örneğini daha kitabında özellikle vurgulamaktadır. Nükleer silahlar ona göre dünyanın son yüzyılda ürettiği en büyük simülasyonlardan biridir.”
“Jean Baudrillard, modern Batı toplumlarının içinde bulunduğu duruma karşı eleştirel bir bakış açısı getirmiş ve modernizmin temelini oluşturan aklın ve gerçekliğin temele alındığı bir dünya görüşünü ortaya attığı simülasyon kuram ile derinden sarsmıştır. Baudrillard’a göre bu çağın nihilizmi simülasyondur. Var olan tüm gerçeklik algısı, kopyaları karşısında çaresiz kalmış ve gerçeği ayırt edecek düzeyden uzaklaşmıştır. Gerçekliğin kitle iletişim araçlarını kullanan kapitalist sistem ve siyasal iktidar tarafından ortadan kaldırıldığını ve geriye sadece gerçeklik olarak algılanmak istenen simülakrların kaldığını ifade etmiştir. Teknolojinin ilerlemesi, günümüzde sosyal ağların da hayatımıza girmesi ile Baudrillard’ın bahsettiği yapay, gerçek olmayan yaşantılar ve davranışlar herkes tarafından açıkça fark edilmeye başlamıştır. Artık herhangi bir itkiye gerek duymaksızın kendini devam ettirebilecek bir simülasyon evreni düzeyine ulaşmıştır.”
Gözlük’ten Hikâyeler
Gamze Özden – Mehlika
“Düşüme girdin. Oysa ben hazırlıksız yakalanmıştım bu misafirliğe. Sadece adını lütfettin. İsminle uyandım günler boyu, ismini soruşturdum her yerde. İsminden anlamlar, gizler ve belki de güzler yakalamaya çalıştım. Merak ettim acaba bir daha misafirim olacak mısın diye. Bekledim, beklemek kaderidir insanın çünkü.”
“Ne yapmalıyım şimdi? Karlı bir gece vakti yanıma altı yaren almalıyım, yedincisi ben olmalıyım. Karlı olmalı o gece, evet; masum bir niyetle yola çıkmalıyım, niyetim basmaya kıyamadığım karlar kadar bembeyaz, kalbim pamuk gibi yumuşacık olmalı. Gece olmalı, çünkü aydınlık bir sabaha ulaşmadan önce karanlığın kıymetini bilmeliyim. Dediler ki görmek için gitmek gerek Kafdağı’na. Dediler ki, orası kaldı sadece masallarda. Dediler ki, orası ulaşmak isteyenler için değil, sırrını bulursun ancak kayboluşlarda.”
“Yol boyunca ağladım, kendime ağladım, için için ağladım. Köpeklerle karşılaştım. Korktum, ama umursamadım. Dedim bırakın beni yürüyeyim, bıraktılar beni yürüdüm.
Kendimle konuştum yürürken, bu seferki sessizdi. Bir ben için için ağlıyordu, diğer ben onu teskin etmeye çalışıyordu.
Dedim ben nereye gideyim; harita yok, tren yok, bir atım dahi yok.”
Uyandığımda Kafdağı’ndaydım. Zümrüdüanka’yı aradı gözlerim semada. Gök ıssızdı benim gibi… Derinlerden gelen bir su sesiyle heyecanlandım. Baktım bir kuyuya. Kervanını bekleyen bir han sahibi gibi sakiliğe susamıştı. Ama su çok derindeydi. Ama çıkrığı yoktu. Su içmek isteyenin önce canından geçmesi gerekti. Sol yanıma baktım, “benim kuyum da burası” dedim. Gözlerimi kapattım, Mehlika’nın sırrını aradım. Yağız bir at tüm ihtişamıyla yamacıma kadar geldi, “sırtıma atla” dedi, “seni istediğin yere götüreceğim, hem de dört nala.”
Canan Coşar - Koridor
“Asansör on üçüncü kata çıkarken kardeşinin elini bir an olsun bırakmadı. Sanki bir daha düşecek ve bu sefer tutamayacaktı. Hastane asansörleri bu kadar yavaş mı hareket ediyordu? On üç değil sanki otuz üçüncü kata çıkıyordu. Feride, bir an önce çocuğun kalacağı odaya gitmek istedi. Sara nöbetleri geçirirken en azından hemen yardıma koşan birileri olacaktı. Nihayet asansör durdu. Hastabakıcı sedyeyi servise götürüyordu. Onun hızına yetişmek içinde milli koşucu olmak gerekirdi sanırım. Ya da kendisini yarış pistinde zannediyordu. Feride arkalarından hızlı adımlarla onlara yetişmeye çalışıyordu bir taraftan. Koridorun sağdan dördüncü odasına girmişlerdi.”
“Genç adamın hayatında her şey güzel miydi? Öyle ise babasının ruh ve sinir hastalıkları servisinde ne işleri vardı bilinmez. Ama sakindi, huzur doluydu karşısına da aynı huzuru yansıtıyor, güven duyduruyordu kendisine. Feride genç adamın elinden çayı alırken elinin sıcaklığını hissetmişti, çaydan gelen bir sıcaklık değildi bu. Samimi, insana güven veren bir sıcaklıktı. Feride elini genç adamın elinden çekmeden önce odada yatan kardeşine baktı, sonra üzerine çay dökülmüş en çok sevdiği pantolon eteğine. Sığınmak istiyordu bir kalbe…”
Emine Yiğit – Son Bakış
“Kadın ölüme bir ayna gibi bakınca içinde bir kılavuz uyandı. Sanki asırlık bir sandığın mührünü kırdı. Artık her şey hem başlamış hem de bitmişti. Doktorlar son kontrolleri yaparken taburcu edeceklerini söylediler. Bu yalancı bir haşr idi.
Yürümeliydi ama kime ve neye tutunarak? Koma yorar, koma aç bırakır, koma su bile içmene izin vermez . Ateşler suu diye celallenirken sen miraçlara yükselir; hakikati seyre dalarsın. Yalnız sadece bir an hayatının muhasebesini yaparsın. Hep merak ederdim ; ömürlük bir hesap çok kısa bir sürede nasıl görülür diye , hayat bir tatbikat toprağı. Gördüm!”
“Neyse işin esasına gelelim: son bakış! İşte o son bakış o karanlık, puslu sevgiye düşman o son bakış bana asla yapmayacağım şeyi yaptırdı . Sabrım biraz daha olgunlaşabilseydi manevi bir makam kazanabilirdim ama bir anda bir şeylerin bağlantısı kesildi. İşte bütün bunların suçlusudur o son bakış. Karanlık derin bir kuyuya attı beni o son bakış. Emeklerime, geçmiş bir sürü anıma, tüm masumiyetime ipek mendil salladı o son bakış. Kalbin ihtiyaçları var, zaafları, naz ve niyazları; bunlara ezip geçersen helalleşmektir, kandili söndürmektir o son bakış. Dikkat etmek lazım çok önemlidir sakın ha unutmayasın; bir cümlenin kalbidir o son bakış!
İşte şimdi yollar ayrıldı! Şimdi kime bakacak , kimi vuracak, kimi cezalandıracak o son bakış?”
Muhittin Kanbur – Bilyeci
“Annesinden dayak yiyeceğini bile bile yatsı ezanına az kala, bir tur daha taso oynamaya koyuldu. Zarardaydı. Mahalleye nam salmışım koçum, size mi bırakırım tasoları?
Usulca girdi yatağına. Annesi, efkârının beşinci günündeydi ya... Baba eve girmeden uykuya dalması kalmıştı bir tek... Ertesi sabah teneffüste tasoları öğretmene kaptırdı. Biraz özgüven olsa tüm sınıfın önünde patlayacaktı hocaya. Hoca üç gündür soluk siyah takım elbisesinin altında inadına cilalı “ruganlarını giymişti. Koca dolma kalem nakışlı kravatını tutup hocayı boğma arzusu iliklerini ateşledi. Sen dur hoca, bu da iki oldu... Radyoda istek parça istedim de sözlüye çalışmayışımı ona bağlayıp sınıfta rezil ettiydin ya beni.”
Anası duyunca dellendi. Günlerin efkârlı suskun kadını çığlığına bin küfür katıp girişti oğluna. Daha 3 aylık bebesini yeni düşürmüş, çok ağlamıştı. Oğuz’una kıymamak için çok kıydı nefsine ama olmadı. Oğuz, yediği dayağın bıraktığı ağrıyla dört gündür evden çıkmayadursun, Hafızların bayat bisküvi kokulu dükkanı da dört gündür kapalıydı...”
Gözlük’ten Şiirler
Zamanla yarıştık hiç usanmadan,
En zorlu yolları seçtik de geldik.
Kızıl kor ateşle olup imtihan,
Hem yârdan hem serden geçtik de geldik.
Kaç kez kurban olduk Hakk’ın yoluna,
Canımız set oldu zulmün seline,
Sade dosta değil düşman iline
İnsanlık, adalet saçtık da geldik.
Korku neymiş, ecel neymiş bilmedik,
Bin kez öldük, bir kez olsun yılmadık,
Meydan-ı gazâdan geri kalmadık,
Zafer şerbetini içtik de geldik.
Bestami Yazgan
Kurutulmuş papatyaları kır çiçeklerini
Bantlıyor çocuk boş koltuklara
Her çiçek bir ruhun yerine bırakılmış
Her çiçek göçmüş bir ruhun
Pencerede ıslak yağmur tomurcuklu
Damlaları var salasız anıtlara
Toplu ölümlere ezan okuyor şimşekler
Çocuk, çiçek bırakıyor her boş koltuğa
Kuru, kokulu ve dökük papatya bırakıyor en çok
Veda etmeye fırsatı olmayanlara
Vakti gözünde açık kalanlara
O gözden el sallıyor
Tebessümlü çiçekler bırakıyor çocuk
Her biri boş koltuklara
Halime Erva Kılıç
Sokağında çalar "leylim ley" türküsü,
Tozu toprağı bitmez beton avlusu,
Saçlarından yayılır papatyaların kokusu,
Soğuktan çatlamış ellerin öpülesi annem.
Yıkık dökük duvarları, sıvar durur kireç ile,
Suyu yoktur evinin, çeker durur kuyu ile…
Sıcak, soğuk demez ekmek eder ocak ile,
Soğuktan çatlamış ellerin öpülesi annem.
Fatma Narin
Teşekkürler...