Fuat Sezgin’i unutmayalım
Şehir ve Kültür dergisinin 55. sayısında Fuat Sezgin ile ilgili bir yazı görünce hocanın yazılar aracılığıyla da olsa unutulmamasına son derece mutlu oldum. 2019 yılının Fuat Sezgin Yılı olduğu da düşünülünce bu tür yazıları dergilerde daha sık görmek isteriz.
Muhsin Duran’ın yazısından dikkat çekici noktaları paylaşmak istiyorum. “Fuat Sezgin, Türk milletinin teslimiyetçiliğinden faydalanarak sanki tarihin derinliklerindeki Nuh’un gemisinden haberi yokmuş gibi asırlar boyunca donanmalar yapan insanları, devletleri bilmiyor kabul ederek suyun kaldırma gücünü Arşimet’e bağlayan anlayışa, onu sevdirmek için uydurulmuş hamamdan sokağa fırlatan mitoloji anlayışına gerçek bilim tarihimizle cevap vermiş bir bilim adamıdır. Kısacası Fuat Sezgin, Türk milletinin ve İslam dünyasının 400 yıldan bu yana her türlü geri kalmışlığıyla moralinin bozuluşuna karşın bir yeşil vadiyi ayaklarının altına sererek milletine, ön yargılardan arınmış ilim adamlarına ‘Yarınki Türkiye’yi yarınki dünyayı’ hedef gösteren bir bilim adamıdır.”
“Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm bilimlerinin kaynaklarına inebilmek için 27 dil öğrendi. Yanlış duymadınız 27 lisan. 1960 askeri darbesi iktidarınca üniversiteden atılan 147 akademisyenden birisi de Fuat Sezgindi. Frankfurt Üniversitesi’ne kabul edildi. Araştırmalarını orada yaptı, profesör oldu. Farklı devletlerden çok sayıda ödül aldı. İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı bir eser olan Arap İslâm Bilim Tarihi’nin ilk cildini 1967 de tamamladı. Bugün 18 cilt olarak tamamlanmıştır. Hocası Şarkiyatçı Ritter bu eseri için böyle bir çalışmayı daha önce kimsenin yapamadığını ve bundan sonra da hiç kimsenin yapamayacağını ifade ederek Fuat Sezgini kutladığını ifade etmiştir.”
“Prof. Dr. Fuat Sezgin, İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki binada olağanüstü gayretleri ve çalışmalarıyla yaklaşık 700 eserin olduğu tamamına yakını kendi çabalarıyla bağış olarak kazandırılmış olan İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni 2008 tarihinde yetkililerin girişimi ve teşvikiyle ikinci bir müze olarak açmış, milletimize armağan etmiştir. Bu müzedeki aletleri tanıtıcı mahiyette yine kendisi tarafından yazılmış, İslâm’da Bilim ve Teknik adlı katalog eser bulunmaktadır. Ayrıca Fuat Sezgin Hoca 2010 yılında, İstanbul Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nı kurmuştur. Bu güzel faaliyetlere ilaveten Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde de Prof. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü 2013 yılında faaliyete başlamıştır.”
Ekonomiyi israf çürütür
Tanzim satışların, yükselen fiyatların gündemi meşgul ettiği bir dönemde kimse israftan bahsetmiyor. Kış mevsiminde patlıcan, biber, domates nereden çıktı diyen yok. Sınırsız bir şekilde tüketme hırsı aklı, fikri, ruhu kaplamış durumda. Prof. Dr. Nazif Gürdoğan Hoca Şehir ve Kültür’de Ekonomiyi İsraf Çürütür adlı yazısında israfın ekonomi ve israf konusuna değiniyor.
“İnsanlar ekonominin nesnesi olurlarsa, kişilikleriyle birlikte sorumluluklarını da yitirirler, ekonomik hayatın her boyutunda yolsuzluklar, haksızlıklar ve soygunlar katlanarak artar. Ayrıca şans oyunlarına gösterilen ilgi ve alkollü içkilerle olan düşkünlük, inanılmaz boyutlara ulaşır. Bir toplumda insanların ekonominin öznesi olma özeliklerini yitirmeleri, o topluma savaşlardan çok daha büyük zarar verir. Toplumun bütün kurum ve kuruluşlarıyla alt üst olur.”
“Yeni dünya da ekonomi insanı değil, insan ekonomiyi nesneleştirmelidir. Ekonomi de israf insanı nesne etik özne kılar. Yeni dünya yeni ekonomi gerekir. Ağaç büyürse içinden çürür Ekonomiyi israf çürütür.”
İstanbul’un muhafızı Beyazıt Yangın Kulesi
Şehir ve Kültür’ün kapağını da süsleyen Beyazıt Yangın Kulesi Nidayi Sevim’in anlatımıyla yer buluyor dergide.
“Galata Kulesi ve Kız Kulesi gibi pek ön plana çıkmamış olsa da İstanbul’un tarihinde, kültüründe önemli, hatta -hayati derecedeönemli bir yer tutmuş kulelerden birisi de yine bu kampusun içerisinde yer alır. Beyazıt Kulesi olarak bilinen yapının ilki Küçükpazar’da çıkan büyük yangının ardından, 1749 yılında İstanbul’daki yangınları gözlemlemek ve acil çağrı yapmak maksadıyla ahşap olarak inşa edilmiştir. Lakin itfaiyeciliğin kurumsallaşma tarihi daha gerilere doğru gidiyor. Tarihi içinde en fazla yangın geçiren şehirlerden biri olan İstanbul’da şehri yangınlara karşı korumak üzere ilk defa Damad İbrâhim Paşa tarafından 1720 yılında Tulumbacı Ocağı kurulmuştur.1749’da yaptırılan kulenin adı “Harik Köşkü”dür. Bu dönemde yangın kulesi olarak adlandırılır. Ne hazindir ki, 1774’teki Cibali yangınında, bir vesile kendi kaderi de yangınla kesişmiş ve kule tamamen yanarak kül olmuştur. 1826 yılında Sultan II. Mahmud tarafından yeniden ahşap olarak yaptırılan kule, Yeniçeri Ocağı’nın buna bağlı olarak Tulumbacı Ocağı’nın dağıtılmasıyla ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle yıktırılmıştır. Ancak iki gün sonra çıkan bir yangın yeniden bir kule yapılmasının gerekli olduğunu gösterince yeni bir ahşap kule yaptırıldı. 21 Haziran 1826’da tamamlanan bu kule de kundaklanarak yakılınca 1828 yılında Vezir Ağa Hüseyin Paşa tarafından Balyan ailesinden Senekerim Balyan’a, İstanbul Üniversitesi yerleşkesinin tarihi giriş kapısı arkasındaki bahçenin içerisine şimdiki kâgir kule yaptırılmıştır.1849 yılında kulenin ilk şekli değiştirilmiş, bekçilerin bulunduğu bölümün üstünde kalan ahşap kısım tamamen kâgir yapılmış ve kule bugünkü biçimine kavuşmuştur. Bu tadilat sırasında yangın kulesi işlevini Süleymaniye caminin üç şerefeli minarelerinden birinin gördüğü kaynaklarda yer alır.”
“Restorasyon çalışmalarına kadar kullanılamayacak durumda olan kule iki yıl süren çalışmalar sonucunda eskiden olduğu gibi tekrar faaliyete geçti. Pek çok kimse bilmese de günümüzde halen düzenli bir biçimde yangın, gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu hakkında İstanbul halkını bilgilendirmektedir. Kule, 2013 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından ‘Özel Müze’ olarak tescillenmiştir. ‘İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kulesi Anıt Müzesi’ olarak faaliyet gösteriyor.”
Makas’ta Akif İnan var
Yedi Güzel Adam’la yoluna devam ediyor Makas dergisi. 6. sayının kapağında M. Akif İnan var. İnan’ın biyografisinden sonra M. Atilla Maraş “Bir Yol Arkadaşı Akif İnan” yazısıyla yer alıyor dergide.
“Mehmet Akif İnan’la aynı toprakların çocuğuyuz. Bir ideal uğruna o mübarek topraklardan gurbete çıktık. O benden dokuz yaş büyüktü ve benden daha erken çıktı “Peygamberler Şehri” Urfa’dan. İlk durağı Ankara oldu. Ömrünün sonuna kadar da bu şehirde kaldı. Ve tekrar ilk çıktığı toprağa Urfa’ya geri döndü. Bir gün takıldım kendisine, “Ömrümüz gurbette geçip gidiyor. Allah geçinden versin, bir gün emri Hak vaki olunca seni nereye gömelim?” dedim. Bir an durdu, sonra, “Ya hu Atillacığım, beni bırak, mesela sen ölünce nereye gömülmek istersin?” dedi. Ben hiç tereddüt etmeden “Tabii ki Urfa toprağına, doğduğum yere, hatta Çift Kubbe Mezarlığı’na, annemin babamın yanına” dedim. Sonra tereddüdü geçti, rahatladı ve şöyle dedi: “Buralarda ölür kalırsam Urfa’ya götürürsünüz ya hu…”
“Akif Ağabey’le öyle herkes rahat konuşamazdı. Ben konuşurdum. Çünkü benim asker arkadaşımdı. Askerliği kısa dönem olarak 1975 yılında, İzmir-Bornova’da beraber yapmıştık. Ondan çok şey öğrendim. Haksızlıklar karşısında öfkelenmeyi, kükremeyi onda açık bir şekilde gördüm. Bir Osmanlı beyefendisiydi. Yeri doldurulamayacak bir aydındı. Biriyle selamlaşırken yahut bir ikram karşısında sağ elini kalbinin üstüne götürüp mütebessim bir eda ile muhatabına mukabele etmesini ilk onda gördüm ve ondan öğrendim. Bir yazar arkadaşımız, yeni çıkmış bir kitabını imzalayıp kendisine takdim ettiğinde, kitabı alır, öper, alnına koyardı. Kitaba karşı bu denli saygıyı ilk onda gördüm, ondan öğrendim. Vefatının üzerinden tam 18 sene geçti. Onu bir Ramazan gecesi, 6 Ocak 2000 tarihinde, saat 02.00’de kaybettik. Bu dünyadan yitip giden, bir gün hiç kuşkusuz öbür tarafta dostlarıyla buluşur elbet. Önden gidenlere selam olsun…”
Halil Solak da Akif İnan’ın kızı Banu İnan’la bir söyleşi gerçekleştirmiş. Akif İnan’ın gölgesinde yetişmenin ne büyük bir kazanç olduğunu anlıyoruz Banu İnan’ın cümlelerinden.
“Babamı zaten hep okuyup yazarken gördüğüm için kanıksamıştım; o her zaman yoğundu. Evimize babamın üstadı Necip Fazıl gelip kalırdı. Onunla ve yedi güzel adamla birlikte bizim evimizde sohbet ederlerdi ve bende bu sohbetlerde bulunma şansına eriştim. Hepsi ile ayrı ayrı anılarım vardır. Mesela dört beş yaşlarındaydım. Necip Fazıl bizde kalmıştı. Onunla evcilik oynadık, sonra ben ona oyuncak bebeğimi sallatıp ninni söyletmiştim. O sırada bakkalda olan babam eve dönünce çok şaşırdı, “Aman Üstadım estağfurullah!” diyerek elinden tutup kaldırmak istedi ama Necip Fazıl “Bu çocuk bir dahi Akifçiğim, hiç bozma oynuyoruz evlatla” demişti.”
“Babamla ben lisedeyken sınav öncesi edebiyat dersine çalışırdık. Gazelleri aruz ölçüsüne göre okurdu. Ayrıca bana küçükken Yunus Emre ve Karacaoğlan’ın şiir kitaplarını hediye etmişti. Her gün bir şiir ezberleyip kendisine okumamı ister, ezberleyince de beni ödüllendirirdi. Bana, ‘Yunus Emre’nin bir şiiri okunduğu zaman onun şiiri olduğunu bilmelisin’ derdi. Ben de babam sayesinde Yunus Emre ve Mevlana hayranı oldum.”
“Babam 1992 yılında EğitimBir-Sen’i kurdu ve genel başkanlığını yürüttü. Aynı zamanda bu konularda yazıları ve konferansları da vardı. Babam sendikayı çok zor şartlarda kurdu ve çok emek verdi. Bu çalışmalar kendisini çok yormuştur ama onun kurduğu sendika, şimdi en çok üyeye sahip büyük bir sendika oldu. O zaman otobüsle il il dolaşıp konferanslar verirdi, eve gelince de böbreklerinde taş olduğu için çok sancılanırdı. Sendikanın mitinginde zatürre oldu ve hastalandı. Hak ve adalet arayışı adına verdiği mücadele için ona çok şey borçluyuz. Sendika babamın adına Ankara’da Mehmet Akif İnan Vakfı kurdu. Bunlar çok gurur verici işler… İnşallah onun misyonunu doğru şekilde sürdürürler.”
Londra sokaklarında Namık Kemal’i aramak
Namık Kemal’in Londra yıllarına okurları götürüyor Halil İbrahim İzgi. Üç yıl süren Londra hayatına dair notlar var yazıda.
“Namık Kemal Britanya Müzesi’nin okuma odasına üye olmak istediğinde bir form doldurması istenmiş. Milliyet kısmına İslam yazmış. Bunu kabul etmeyince Osmanlı yazmış. Bunu da kabul etmedikleri zaman Türk yazmış. Bu aynı zamanda Türkiye’deki üç temel fikir akımının köklerinin nereye dayanabileceğini gösteren ilginç bir örnek.”
“Üç yıl boyunca Londra’da kalan büyük ama çok büyük bir yazarımızı bulmak için talihimize güveniyoruz. Dahası yıllardır Londra’da yaşayan Türklerin bu edebi mirastan haberi yok. Herkesin okullarda ismini, eserlerini öğrendiği bir edebi kişiliğin mirası işte bu kadar yalnız.”
“Namık Kemal’in izini sürerken büyük hayallerle başladığım yolculuk teatral bir drama dönüştü. Başımda fesim ve boynumda papyonumla Namık Kemal’i görme umudum suya düştü. Fotoğraflar bir türlü zihnimde canlanmıyor. Namık Kemal’in İngiltere’den büyük umutlarla İstanbul’a dönüşünü ve Londra tiyatrolarından aldığı ilhamla Vatan Yahut Silistre’yi kaleme almasını hayal ediyorum. Namık Kemal’le Londra’da karşılaşmamızın sebebi onun Londra’dayken bile vatanını içinde yaşatması olabilir mi? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.”
Selfi çeken Montaigne
Suavi Kemal Yazgıç, Montaigne’nin denemelerini bir selfiye benzetiyor. Deneme; “yazarın kendisiyle konuşması” olduğuna göre kelimelerle kendine ayna tutan şair tam da Yazgıç’ın ifadesiyle kendisini anlatarak 500 yıl önce selfi çekmiş oluyor.
“Bir 16. yüzyıl entelektüeli Montaigne. Babası bir dönem Bordeux’un belediye başkanlığını yapmış. Ana dili olan Fransızcadan önce Latinceyi öğrenmiş. Çünkü Fransızca bilmeyen dadısı ona Latinceyi öğretmiş ve Latin klasiklerine vâkıf olmuş. Zamanın en iyi kolejlerinden birinde Yunanca öğrenmiş ve eski Yunan’ı okumuş. Yani kültürel köklerine nüfuz etmiş. 38 yaşında işlerini bırakıp şatosundaki o meşhur kuleye çekilmiş ve “Denemeler”ini yazmaya başlamış. Fransa’da mezhep savaşlarında büyük katliamlar yaşanırken o kulesine ve kendisine dönmeyi tercih etmiş. Katolikleri alttan alta eleştirmiş. Herkesin kesin bilginin kendisinde olduğuna emin olduğu ve kılıcına davrandığı o günlerde “Ben böyle düşünüyorum” diyerek aykırı bir tutum benimsemiş.”
“500 yıl önce kelimelerle “selfi” çeken Montaigne’yi okumak ilginç bir tecrübe elbette. Bazen onda like toplayan bir instagram fenomeninin bazen de “kanalıma abone olun” diyen Youtuber’ın teknoloji ile tanışmamış hâlini buluyorum. Montaigne’nin gücü ve zaafı da tam olarak bu özelliğinde toplanıyor bence…”
Âşık Revai
Şehir dergisinin 26. sayısı şiir gibi bir başlangıç yapıyor ve Molulu Âşık Revai ile açıyor sayfalarını. Rasim Deniz Âşık Revai’nin hayatına şiirler eşliğinde bir yolculuğa çağırıyor bizi. Taşlama şiirleri ile halkın gönlünde yer eden bir halk âşığı Revai. Onların dertlerine, sıkıntılarına şiirleriyle derman olmaya çalışıyor.
Yaşadığı yıllarda halkın baş belası olan, keyfine göre para toplayıp azını devlete verip çoğunu kendi alan “kabzımal” dedikleri vergi memuru, Mustafa Revaî’nin varı yoğu bir tek keçisini alıp gider:
Kabzımal keçimi haciz eyledi
Yavrularım ayran diye ağladı
Gözyaşları yüreğimi dağladı
Bu dünyanın zebanisi kabzımal
Revavî bu haller sürüp gidemez
Adaleti kimse inkâr edemez
Amirler zorbayı yedip güdemez
İnsanlara baş belâsı kabzımal
Mustafa Revaî, zengin Molu Köyü’nde, fakir bir insan olarak yaşamış, Tanrı emri olduğu için daima çalışmış, her fırsatta okumuş, kültürlü bir halk şairidir. Elinde bulunan bir eşeği ile her gün Karasaz’a gidip berdi biçer ve hasır örüp satarak geçimini sağlardı. Çoluk çocuğunu kimseye muhtaç etmemek için durmadan dinlenmeden çalışır, kendisine hor bakanlar için de:
Revaî aç kalır sanma arkadaş
Bedenimde sağlam kaldıkça bu baş
Başıma dikilir bir gün iki taş
Onlar da namıma taç olur benim
der ve bir eşeğinle çalışa çalışa ne yapacaksın diyen mal mülk sahibi zengin köylülerine de çalışmayı öğütler, bunun Tanrı emri olduğunu söylerdi:
Vatan, millet, Tanrı aşkı üçü yek
Ana baba sevgisi de buna denk
Ulu Tanrım yaratmamış bizi tek
Yaşamanın bütün yolu çalışmak
Ulu Tanrı’m buyurmuştur Kur’ân’da
İnsanlara, Tanrı emri, çalışmak
Anadolu’da Türkler tarafından telif edilen ilk kitap Keşfü’l Akabe
Şehir dergisini takip etmeye başladıktan sonra Kayseri ile olan muhabbetim de ister istenmez artmaya başladı. Kayseri’nin tarihine, kültür ve sanatına olan aşinalığım da bu ölçüde yoğunlaşmaya başladı. Anadolu’nun çok önemli bir medeniyet şehrinin yeni özelliklerini tanıdıkça bu zengin coğrafyanın kültürünün de herkes tarafından bilinmesinin önemli olduğunu Şehir dergisinin her yeni sayısını okudukça daha iyi anlıyorum.
Mustafa Cingil dergide Keşfü’l Akabe’den bahseden bir yazı kaleme almış. Bu eserin önemi anlatılıyor yazıda.
“Keşfü’l Akabe, Danişmendlilerin Kayseri Şehir Muhafızı olan, Kayserili ‘İbnü’l Kemâl’ diye ünlenen ‘İlyas bin Ahmed’ adındaki bir hemşehrimiz tarafından Farsça olarak kaleme alınmıştır. Keşfü’l Akabe adlı eserini 1101-1105 yılları arasında yazarak devletin kurucusu Danişmend Melik Ahmed Gâzi’ye sunmuştur. Astronomi ve felsefeye dair bir eserdir. Bilinen tek nüshası, İstanbul Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesinde olup, 5426 numara ile kayıtlıdır.”
“Anadolu’da Türkler tarafından telif edilen ilk eser, Kayseri’de yazılmış olan ‘Keşfü’l Akabe’dir! Danişmendli Meliki Gümüştekin Ahmed Gâzi’ye sunulan bu eserin önsözü çok önemli ve ilginçtir. ‘Pek çok filozoflar, faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler, o yüce zata yöneldiler. Her biri sahip oldukları ilimlerini yaymaları ve uygula - maları ölçüsünde o hazretin cömertlik denizinden pay aldılar.’ denilmiştir.”
“Eser 4 makaleden oluşmuştur. İlk makale madde âlemi hakkında olup bunların ispatını ele almıştır. Bu bölüm kendi içinde 13 fasıldan oluşmuştur. İkinci makale cennet ve cehennemin şekli hakkında olup kendi içinde iki fasıldır. Makale III İnsan ruhu hakkında filozofların görüşlerinin karşılaştırılması ve Aristo’nun fikirlerinin savunulması hakkındadır. Makale IV İnsan ruhunun saadet ve mutsuzluğu hakkındadır.”
Savaş Barkçin’le sohbet
Mustafa İbakorkmaz Şehir dergisinde Savaş Barkçin ile gerçekleştirdiği söyleşiden paylaşımlar yapmak istiyorum.
“Biz kendimizi kaybettik. Kendini kaybeden zaten yolunu ve yönünü kaybeder. Aklı başında olabilir, ama aklı kendisinin değildir. Bizim aklımız kendi aklımız değil. Mesela şu anda Kur’an’la en çok haşır neşir olan, onu anlamaya, anlatmaya çalışan insanlar bile, Kur’an’daki akletmeyi emreden ayetleri kendi aklımız gibi anlamıyorlar. Bir Batılının aklı gibi anlıyorlar. Batılı da demeyelim, mü’min olmayan birisinin aklı gibi algılıyorlar.”
“Kalbin aklı var, aklın da kalbi var. Mü’minler için böyledir bu iş. Biz iki yüz yıldan beri bunları bölüyoruz, bunun da çare olduğunu düşünerek bölüyoruz. Kalp zaten bizde var diyoruz, elde var bir. Bizde akıl yok, o zaman ne yapalım? Akılla uğraşalım. Aklın gereği ne? Modern bilim ve bilimsel düşünme, rasyonel olma. Aslında bizim şu anda akıl diye bahsettiğimiz şey, Allah muhafaza etsin, küfrün aklıdır. Çünkü af edersin merkebin de o kadar aklı var. Merkebi de şuraya salsak yiyeceği otu, yemeyeceği otu ayırt eder. Dolayısıyla Müslümanlarda bu ayrım giderek tasavvufu fıkıhtan ayırma, fıkhı tasavvuftan ayırmaya varıyor. Ben ona şöyle diyorum, şeriatsız tasavvuf, tasavvufsuz şeriat; ikisi de çıkmaz, ikisi de bela. Mesela bir kısım tasavvuf ehli geçinenler var. Neden böyle diyorum, çünkü şeriata bağlı olmayan tasavvuf batıldır.”
“Her ilmin usulü var, aslı var ve insana behredar olan, insanı besleyen, hayrına olan veya hayrına olmayan ürünleri var. Bu marangozlukta da böyledir, havacılık veya silah sanayiinde de böyledir. Hangi ilmi alırsan al. Mesela uçak imal ediyorsun, insanları bir yerden bir yere taşıyorsun; insanların hayrına vesile olursun. Ama aynı havacılık sektöründe bombardıman uçağı yapıyorsun, masum insanların başına bomba attığın zaman o da büyük bir zarara yol açıyor.
Musiki de öyledir. Bir usulü var. Kişilerin musiki aracını, ilmini, nimetini çünkü ilimlerin her biri bir nimettir ve ilahi kaynaklıdır- mana olarak bilmek gerekiyor. Dolayısıyla Allah-ü Teâla hiçbir ilmi ne boşuna yaratmıştır ne de insanların zararına yaratmıştır. Her şeyi nefsler çarpıtır. Allah’ın kelamı bile nefsine göre çarpıtanlar tarafından yanlış sonuçlara yol açıyor. Bunun gibi musikide de bugün çok güzel örnekler var, kötü örnekler de var. Geneline baktığımız zaman musikinin giderek ticarileşmesi, çok yaygınlaşması ve artık kirlilik haline gelmesi karşımıza çıkıyor. Şu anda dünyada bir müzik kirliliği var. Artık müziksiz bir yerde bulunmak neredeyse mümkün değil. Bu çok yanlış bir şey. Çünkü beyin seçicidir. Mesela biz her yerde sürekli akşama kadar yemek yesek, mide de sindirim sistemi de iflas eder. Üstelik bir zevki de kalmaz. Hâlbuki kulağımız da böyle. Biz kulağımıza onun sindirim sisteminin sevdiği sevmediği, arzu ettiği etmediği, uyan uymayan, o andaki haline şifa olacak olmayacak bütün sesleri doldurursak hazmedemeyiz, iflas ederiz. Şimdi müzik kirlilik olarak çok fazla. Hâlbuki çokluk tek başına kötü bir şey değil, bereket olursa başka bir şey. Bugün müzikte bereket yok ama çokluk var. Müzik insana Rabb’ini ve kendini hatırlatan bir nimettir. Hakiki ehli de çok azdır. Öyle olunca menfaati de az oluyor. Diğer taraftan ise suiistimali çok oluyor.”