Eleştiri
Karabatak dergisinin 42. sayısı çıktı. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Emine Batar’a ait “Eleştiri” adlı denemeden olacak. Batar yazısında birçok yazarın görüşleri ışığında eleştiri kavramını işlemiş. Hem adı geçen yazarların düşünceleri hem de Emine Batar’ın düşünceleri birleşince yazıda açılımlı bir deneme çıkmış ortaya. Hüseyin Su, Nermi Uygur, Çehov, Enis Batur, Ferit Edgü, Salah Birsel yazıda adı geçen yazarlar.
“Eleştirmenin bilgi ve donanım yanında dürüst ve donanım hakkaniyet sahibi olması da gerekir. Eleştiri getireceği konuyla ilgili kat kat bilgiye sahip olmalı ki söyledikleri onu gülünç duruma düşürmesin.”
“Bugün hangi yazara sorsanız edebiyatımızın ilerlemesinden eleştirmen eksikliğinin payı olduğunu söyler. Fakat kendilerinin eserleri üzerine “kitap tanıtımı” mahiyetinde yazılan methiyeleri zevkle ve teşekkürle paylaşırlar; kendimi de bu konuda günahsız saymıyorum. Hepimiz ağzımıza sürülen bir parmak balla oyalanıp duruyoruz.”
“Üretime teşvik etmeyen, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi dallardan faydalanmayan, belli bir sistemi, kuram değerlendirmesi, metin anlayışı olmayan ama adı eleştirmen olan birikimsiz insanların yaptığı, Çehov’un da dediği gibi, ‘vızıldamaktır.”
Türkçe ve müzik
Kanun sanatçısı Bekir Reha Sağbaş ile yapılan bir söyleşi yer alıyor Karabatak’ta. Söyleşiyi Ercan Yılmaz gerçekleştirmiş. Sağbaş’ın müzik hayatı, kanunla tanışması, yaptığı çalışmalar, etkilendiği isimler, Mevlevilik ile olan bağı, Cinuçen Tanrıkorur ile bağı gibi birçok konu işleniyor bu uzun soluklu söyleşide.
“Tabii kanun almak yetmiyor. Bir öğretmen bulmak lazım. Hiç tanımadığınız bir sazı kendi kendinize öğrenmeniz imkânsız bir şey. Birkaç hoca arama girişimimiz başarısız oldu. O dönemde ne bunu öğreten kitaplar ne hazır notalar ne de öğretmen var; hiçbir şey bulmak mümkün değildi. Söylediğim dönem fotokopi makinesinin Türkiye’de olmadığı zamanlar. Dolayısıyla ben hoca ararken geçen zamanı zayi etmedim. Kanunu kendi kendime kurcalayarak, akort ederek, seslerin bozuk olduğunu görerek, o bozuklukları yine kendi kendime düzelterek artık bildik müzikleri çıkarmaya başladım. Artık bunun ismine çalmak değil çıkarmak diyelim.”
“Türkçenin güzel kullanılmadığı bir müzik, Türk olmaktan çıkar. Mesela ‘Mihrabım diyerek sana yüz vurdum.’ Türkler bin yıl boyunca böyle bir şey söylemediler. Mihraba yüz vurulmaz, yüz sürülür. En basit bir misal verdim. Binlerce, on binlerce söyleyebilirim. Bir de Cinuçen Bey’in verdiği misallerden birini vereyim. Çok ünlü bir pop şarkıcının çok ünlü bir şarkısı varmış. Billahi bugüne kadar dinlemiş değilim. ‘Kıl oldum abi.’ Halbuki klasik âsarda buna benzer bir şarkı vardır: ‘Kul oldum bir cefakâre.’ Aradaki nefaseti, nezaketi, nezahati ölçmeye gerek bile yok! Ölçülemez. Bir Türkçeyse diğeri olsa olsa argodur.”
“Şiire özel bir merakım yoktu. Güzel Türkçeye vardı ama şiire yoktu. Musikiden dolayı şiir biliyordum, klasik Türk şiirinin vezinlerini biliyordum. Fakat Güngör Fahri Tüzün, Memduh Cumhur ve Mehmet Turan Yarar gibi kıymetli şairlerin pek çoğunu Cinuçen Tanrıkorur vesilesiyle tanıdım. Çünkü onun arkadaşlarıydı bu saydıklarım. Bu isimler, yaşayan Türkçeyle, güzel Türkçeyle mükemmel şiirler yazabileceğini gösterdiler.”
“Hayatımın hiçbir gününde yeni bir şey öğrenmeden yatağa yatmadım. 43 sene olmuş diyelim, 43 senedir yeni bir icra yapmadan, yeni bir şey öğrenmeden, yeni bir şey keşfetmeden asla rahat etmedim. Bir ilke olarak kabul ederseniz, bu özelliğimin bilinmesini isterim.”
Karabatak’tan şiirler
kabuğunu soymadan yiyenler bildi sırrın
köpüğüyle kabarıp kahvesin içmeyenler
pabuçları damlara atılmışken yalnayak
gölgesiyle kaçanlar terk edip gövdesini
şiirimde tarçın var kokusun bilen gelsin
maşrapasına düşsün sıcak ülke kuşları
vezninde ağırlarken kıvama gelen beyaz
şarkısıdır içinde salebin eskimez kış
Ali Ural
kılıç var kan tutuyor, ölü yok elde kefen
ve gergin bir avluda gezinmekte serçeler
küstüğün acıları anımsatan gözlerim
belki de seni artık üzmeyi bildiğimden
Dursun Güzel
Aklım benim, ilk çarem, sevgili öğretmenim
Önce imladan geçir yol öğret kaçır beni
Sonra kendime getir tutup da defterimden
Yenilmem diyor şeytan, insan tüyü var bende
Kanat bulsam da uçsam kurtulsam dertlerimden
Hüseyin Akın
adil ve merhametli elinin sıcaklığı
dokunacak olsa şu beyaz kara
bu deniz böyle kabarıp üstüme gelmez
yarıya indirilmiş rüzgârsız bayrakları
ellerimle dalgalandırabilirim
benim de ellerim
ütülü bayrakları havalandıran
maharetli ve inanan olur
Şafak Çelik
ben
belki durmalıyım belki daha çok kaybolmadan
kaçırdığım şeylerin kapısında
nereye seğirmeli, vurmalıyım ya da
durmalıyım kimseler de görmeden, hem
bırakılmış yüzünde senin, bir şey var iz diyemem
bağlanmış bileklerinden, kimseye faydam yok, kendimle
öyle değil mi kuruntum
Firdevs Aparı
bıraktım, bırakın gövdeler çekirdeğinden ayrılsın
çöle emanet edilebilir demek etmeden hesap ben de edeyim
çöle söz oyunu etmesi zor etmeden hesap geriye döneyim
Meryem Kılıç
Türklük mücahidi Ahmet Kabaklı
Türk Edebiyatı dergisinin 544. sayısı çıktı Şubat 2019’da. Birçok dergide görmek istediğimiz türden kaynak niteliğinde yazılar Türk Edebiyatı’nın öncelediği yazı türlerinden. Ahmet Kabaklı Hoca’nın dergiyi çıkarma amaçlarından bir de bu olsa gerekti. Hoca’nın oluşturduğu havanın dergide devam ediyor olması da bir vefanın capcanlı yaşıyor olduğunun bir kanıtı.
İsa Kocakaplan, Ahmet Kabaklı üzerine bir yazı kaleme almış. Kabaklı’nın Azerbaycan ve Bahtiyar Vahapzade ile olan muhabbetini anlatıyor Kocakaplan. Geniş anlamda daha büyük bir coğrafya var yazıda. “1990 yılının Ağustos ayı sonları ve eylül başlarını kapsayan muhtemelen 10 günlük Özbekistan ve Azerbaycan gezisi, Hocanın Türk dünyası ile vuslatını gerçekleştirir.”
“Aslında Kabaklı’nın Azerbaycan ile ünsiyeti eskidir. 1970’li yıllarda H. Ahmed Schmiede vasıtasıyla şiirlerini ve yazılarını yayımladığı Bahtiyar Vahapzade ile önce mektuplaşmış, yıllar sonra da onunla görüşmek nasip olmuştur. Ekim 1987 tarihinde, Kültür Bakanlığının davetlisi olarak I. Milli Kitap Fuarı için Türkiye’ye gelmeyi başaran Vahapzade, 19 Ekim 1987 Pazartesi günü- Türk Edebiyatı Vakfı’nı ziyaret etmiş ve burada da bir konuşma yapmıştı.”
“Kabaklı Hoca Bakü’de Ebülfeyz Elçibey, Hasan Hasanov, Memmed Aslan, Nebi Hazri ve daha başka Azerbaycanlı devlet adamı, yazar ve şairlerle de görüşme imkânı bulur. Elçibey’le yaptığı görüşmeden edindiği şu izlenimler asla hatırından çıkmamıştır Hocanın:
Elçibey’i de çok sevdim. Gençler ona hayranlar. Çünkü derin, kâmil, muhtevalı bir şahsiyet. Genç olmasına rağmen, Kuran’ı Kerim’i, hadisi, tasavvufu kavramış olduğunu gördüm. Böyle bir lideri Türkiye’de de görsek severiz. Elçibey Fuzulî’den okuyor, Yunus’tan okuyor, Mevlana’dan okuyor. Esirliğin azabını anlatıyor.”
“10-13 Eylül1995 tarihleri arasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yapılan Moğolistan ziyareti, Kabaklı Hoca’nın ilk ataları ile buluşmasını sağlar. 13 Eylül 1995 Çarşamba gün Hoca, Bilge Kağan’ın huzurundadır.”
Bir muallim olarak Mehmet Âkif
Mehmet Âkif hakkında sayısız çalışma yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Elbette biliyoruz ki Âkif daha fazlasını hak eden bir ömür sürmüş dava adamıdır. Ben Mehmet Âkif’i Mustafa Özçelik’ten okumayı ve dinlemeyi seviyorum. Çünkü Özçelik bu anlamda yaptığı çalışmaları kendine bir görev addettiği için yapıyor ve her cümlesindeki samimiyet de buradan geliyor. Türk Edebiyatı’nda muallim Mehmet Âkif’i anlatıyor Özçelik.
“Mehmet Âkif’in yaptığı resmî tahsil itibariyle asıl mesleğinin veterinerlik olduğunu biliyoruz. Fakat o, özel eğitimi ve şahsi çabalarıyla kendini ilim, dil, din, kültür ve edebiyat sahalarında da çok iyi yetiştirerek ‘yazar’, ‘şair’, ‘mütercim’, ‘müfessir’ ve ‘fikir adamı’ kimlikleri de kazanmıştır. Hatta bu özelikleri dolayısıyla bu kimlikleri bu meslekte çok başarılı olmasına rağmen veterinerlik kimliğinin önüne geçmiştir.”
“Âkif’in öğretmenliğinde lügat ayrı bir önem taşımaktadır. Bu yüzden öğrencilerinden mutlaka metinle birlikte lügatten yararlanmalarını, kelimeleri anlam dünyaları, farklı kullanışları itibariyle öğrenmelerini istemiştir.”
“Âkif, yazı ve şiirlerinde planı ne kadar önemli görmüşse de okulda müfredata dayalı ders vermek istememiş, resmi plan ve programın dışına çıkarak öğrencinin seviyesini dikkate alarak onları bulundukları seviyesinin üzerine çıkarmayı amaç edinmiştir.”
“Özellikle dil öğretimi konusunda çok hassastır. Yabancı dil öğretiminde o dille yazılmış gramer kitaplarının okunmasını bir garabet olarak görmektedir.”
Mehmet Kaplan’a göre tahlil
Ölümünün 33. yıldönümü anısına Türk Edebiyatı’nda Mehmet Kaplan konulu bir yazı kaleme almış Mahmut Babacan. Hocayı rahmetle anarken hocanın tahlilde izlediği yöntemi ortaya koyan bir bölümü paylaşmak istiyorum.
“Ona göre tahlil, o zamana kadar yapıldığı gibi, meselâ bir şiirin veznini, nazım şeklini ve edebi sanatlarını bulup söylemek değildir. Bu gibi teferruat ise sanatkârın kâinat, hayat, toplum, tabiat ve insan karşısındaki tavrını keşfetmeye yardımcı olduğu kadar önem taşır. Kaplan’ın bu konuda ilk denemesi olan Şiir Tahlilleri’nin ‘Ön söz’ünde, tahlillerden ulaştığı sonuçların herhangi bir kesinlik ifade etmediğini ileri sürer. Bu tavır, edebî esere farklı açılardan bakılabileceğini gösteren bir geniş ufukluktur. Bu ön sözde çok sevdiği ve yazılarında sık sık andığı Valery’nin bir sözünü nakleder: ‘Edebî eserin değeri, her şahsa göre ayrı bir tefsire meydan vermesindedir.’ Gerek bu gerekse diğer kitaplarının ön sözlerindeki ifadeler bir ilim adamı için, başka fikirlere de saygı göstermenin etik bir davranışıdır.”
Cahit Külebi ve Niksar
Şehirlerle anılan bazı isimler vardır. Bursa Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul Yahya Kemal gibi. Tokat’ın Niksar ilçesi için de gönül rahatlığı ile Cahit Külebi ismini şehrin hizasına yazabiliriz.
Önder Kaya Türk Edebiyatı’nda Cahit Külebi’nin Yurdu Niksar isimli bir yazı kaleme almış. Niksar’dan ve Niksar tarihinden geniş bir şekilde bahsediyor Kaya. Hatta görsel bir şehir rehberi de sunuyor okuyuculara.
Daha sonra sözü Cahit Külebi’ye getiriyor. Zile’de doğan, gençlik yıllarına kadar Niksar’da bulunan Külebi’nin birçok şiirinde Tokat’ın ve Niksar’ın izini görmek mümkün.
Siz baksanız bir şey göremezsiniz
Benim yurdumdur orası
Ardıçlar, gürgenler, tozlu yollar
Tokat’la Niksar arası…
“Külebi’nin çocukluk ve gençliği Niksar’da geçmiş, şiire de ilk olarak buradayken başlamıştır. 1917-1997 yılları arasında yaşayan şair, hayata gözlerini Ankara’da yummuş ve Asri Mezarlığa gömülmüş ise de 2010 yılında kemikleri Niksar’a getirilerek burada kendisi için yapılan anıt mezara defnedilmiştir.”
“Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce”
Yolcu dergisi 93. yürüyüşünde. Her sayfası ve her cümlesi ile varlığını hissettiren bir yürüyüş bu. Merakla bekleniyor Yolcu’nun her yeni sayısı. Dergilerle içli dışlı biri olarak şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki Yolcu, edebiyat dünyamızda duruşu ile en özel dergi. Sadece kapak tasarımı ve mesajlarıyla bile zihinlerde yer eden bir varlığı var.
93. sayı “doğuda bir baba vardı batı gelmeden önce” seslenişi ile çıktı. E. İbrahim aynı isimli şiirinde içimizde koparılmak istenen köklere bir ağıt gönderiyor.
Doğuyduk biz, aynı babanın çocukları yani
billur vakitlerinde seherin
göğümüz kararmadan
Batı gelmeden önce
babamız önderimizdi bizim
izini sürdüğümüz toprağımız
ısındığımız ocağımızdı
bağrında büyür gölgesinde şeref bulurduk
bilinsin ki bir masal değildir doğuda oğula duran baba
- oysa bunu bilmez batılılar -
bir de
gün döner bahar gelir
gökten bir rahmet düşer toprağa
babaya oğul olma şerefine erenler
bilirler
babaya oğul olmak tohum olmak gibidir toprağa
baba olur oğullar dikerler sonra
sosyal yabancılar çağının tam ortasına
Mahallenin yıkılması ve baba rolünün silinmesi üzerine
Yolcu’nun kapaktaki seslenişini tamamlayan bir yazı kaleme almış Lütfi Bergen. Yitip giden yanlarımıza derin bir ah! var yazıda. Elimizden kayıp giden ne varsa derin bir boşluk bırakıyor bize. Yeni gelen ne varsa boşlukları dolduramıyor bir türlü.
Kapitalizm, kentleşme, Türkiye’nin yaşadığı hızlı değişim, bu değişimden payını alan şehirlerimiz, değişen yapılar, değişen insanlar, göç ile yaşanan toplumsal yapı gibi daha birçok konu var yazıda. Türkiye’nin son 50-60 yıllık süreçte yaşadığı hızlı değişim sebep-sonuç eşliğinde veriliyor.
“1960-1980 yılları arasında kent çeperlerinde tutunan hanelerin grup psikolojisi ile hareket etmesi, sadece “devlet & gecekondu” ilişkileri açısından bir savunma hattı oluşturmamış, aynı zamanda sağ & sol terör gruplarına karşı da dayanışma değerlerini canlı tutmuştur.”
“Köyden kente çekilen toplum, yoksulluğu göğüslemeye çalışan hane fertlerini birbirine kenetlemekte ve erkek/kadın rollerini gelenekteki gibi yeniden üretmektedir. Baba figürü, kentteki yerleşme düzenini tesis eden kişi olduğu kadar geçimliği de sağlaması gereken bir rol modeli temsil etmektedir. Baba, bebek için pirinç lapasına, bir iki meyveye anca yetecek kadar para kazanabilmekte, üstelik bu kazanç için uzun yollara işçi gitmektedir.”
“Mahallenin yıkılmasıyla “baba” ve koca” değerleri de yıkılmıştır. Kadına ve aileye barınak sağlayan aktör artık “erkek” değil üç kurumlu bir konsorsiyumdur. Belediyelerin imar kararları alarak, bankaların finansman (kredi) sağlayarak ve emlâk üzerinde yapı imal eden kadroların (müteahhit, mimar, emlâk komisyoncuları) tüketicinin kredi kabiliyetine göre konut arz ederek oluşturduğu bu konsorsiyum ile baba/erkek kimliğinin aile ve kadın üzerinde anlamı silikleşmektedir. Kadının da eğitim sürecine dahil olarak edindiği meslekler, bu konsorsiyumun içinde bir vazifeyle yer almasını mümkün kılmaktadır. Konsorsiyumda yer alan mesleklerin tamamı kadına para/teknoloji/planlama konusunda yer açmaktadır. Dolayısıyla modernleşme programı ve kentleşme süreci kadına “erk” vererek mekân üzerinde bireyleri atomize eden, eski/geleneksel toplumun kolektif ruhunu dağıtarak özneleşmesini sağlayan “egemen”liği bahşetmektedir. Topluluktan kendi “özne”liğini bulmak için ayrılan “kadın”, mekânı tasarlayarak “erk”leşirken, dağılmasını arzuladığı Cemaat-Gemeinschaft’tan “insancıklar” imal edilmesinden rahatsızlık duymamaktadır.”
Derin devlet
Bülent Sönmez, derin devlet kavramının açılımıyla ve ifade ettiği anlamlar ile başlıyor yazısına. Derin devlet yapılanmasının devletler içindeki yerinden ve oluşum alanlarından bahseden Sönmez, şu ifadeyi ilk paragrafa bırakarak aslında yazısının temelini tek cümle ile özetliyor; “Her toplumda kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutan menfaat şebekeleri vardır.”
“Derin Devletin son çehresi Fetöcülük, Kemalizm’in, milliyetçiliğin ve dinsel dünya kurma söylemlerinin hepsine sahip çıkarak bir biçimde Batının kendi içinde ürettiği yabancı değerleri ile bütünleşmiş bir dindarlık üretmeye çalışmıştır.”
“Derin devletin etkisinin zayıflatılması için üç tane yol vardır: Birincisi ahlaki ilkeler ile bezenmiş insan yetiştirmek ahlaki değerleri öne çıkaran insanlara sahip çıkmak. Çünkü ahlaki dejenerasyonun olduğu yerde derin devlet kendisine daha fazla alan kazanmaktadır. İkincisi devlet kademelerinde hukuku üstte tutmak (inancı siyasi tercihi ne olursa olsun) ayrım yapmayarakişi ehline teslim etmek. Üçüncüsü şeffaf ve esnek olmak. Eleştiriye açık ve ifade özgürlüğünün önünü asla kapatmamak..”
Yolcu’dan şiirler
İngilizce nasıl havlar köpekler
Hav ne demek e söyleyin bebekler
Kumpas kurmuş hile ile desise
Fıkhiyeye mülkiyeye çökmüşler
Cevat Akkanat
Ama ben ey yabancı, ayrılmalıyım
Teğet geçmeliyim yazılan okumaları
Bir değirmenin dişinden bilenmeliyim
Ki ağlamaklı olmasın aşınmış duâlarım
Ve bir savaş mağduru kotarmalıyım duâma
itibar görsün yanmalarımdan sızılan
bu bağnaz yakınmalarım..
Müslüm Kılıç
bir damla zamanda boğulur insan
dönmez bilmez demez kendini
zamandır itiraf eden hakikati
herkes kendi bilecek
gelip gittiğimiz tarih
yarınımız anıların düşlerinde
inanarak tutsak oynadığımız
tarihte herkesi gördüm küçüktüler
büyüklenerek yaşayanlar da
İsmail Delihasan
Saçlarım tarazlanmış bir yalınlık,
Senin ellerin serin bir deniz
Âsanı suya vursan her yer Kızıldeniz,
Dudakların sitayişten bir bahar senin
Benimse kulaklarım kargışlardan kötürüm…
Hikmet Kızıl