Bir kitap okuma grubumuz var -değerli arkadaşlarıma selam olsun-, belli dönemlerde bir araya gelip okuduğumuz kitabı değerlendiriyoruz. İlk okuduğumuz kitap, 20. yüzyıl edebiyat dünyasının önemli kalemlerinden biri olan Stefan Zweig’ın “Satranç” eseriydi. Zweig’ın trajik intiharından önce yazdığı son eser olan “Satranç”, Nazilerden zulüm gören Avusturyalı Dr. B.’nin, Hitler’i sembolize eden dünya satranç şampiyonu Czentovic’e karşı satranç tahtasında verdiği mücadeleyi anlatıyor. Zweig’ın kendi hayatından izler taşıyan ve derin psikolojik tahliller içeren bu kitap, hem ciddi bir faşizm eleştirisi yapıyor, hem de Zweig’ın ümitsizlik içinde yazdığı bir veda mektubu gibi duruyor.

“Satranç” kitabının değerlendirmesi ayrı bir yazı konusu olmalı. Ben bu yazıda, Zweig’ın farklı bir yönüne odaklanmaya çalışacağım. “Satranç” kitabında yer alan “Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı. Hazreti Muhammet’in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı” cümlesi okuyanların dikkatini çekmiştir. Bazı okuyucuların aklına, Zweig Miraç mucizesinden bahsediyor olabilir mi, sorusu gelmiş olabilir. Hayır, maalesef Zweig burada, Yahudilerin Peygamberimiz ile ilgili uydurdukları çirkin bir efsaneye atıfta bulunmaktadır. Bu efsaneye göre -haşa- Yahudi hahamları Peygamberimizi öldürmeye muvaffak oluyor, O’nun bedenini kesip pişirip köpeklere atıyorlar. Akabinde, bir eşeğin kalça kemiğini alıp “Kalça kemiği bu, bedeni de semaya yükseldi” diyerek, bu kemiği çelik bir tabuta koyarak “Bu, onun kalıntısıdır” diye yazıyorlar. Tabut yer ile gök arasında uçup Mekke’nin ortasında bulunan Mitşe’ye gidiyor, orada O’nun onun adına bir ev inşa ediyorlar ve Müslümanlar her sene bütün ülkelerden orayı ziyarete gitmeye başlıyorlar.

Doğrusu, Zweig hakkında araştırma yapana kadar ben de birçok kişi gibi onun Yahudi kimliğinin derinliği hakkında bilgi sahibi değildim. “Hümanist” Zweig’ın -ne yazık ki Müslümanları rencide etmekten çekinmeyerek- bu efsaneyi kitabına alması, onun Yahudi geleneğine bağlılığını gösteriyor. Zaten “Satranç” kitabının başka bir yerinde Ahd-i Atik’te geçen “Balam’ın Eşeği” kıssasına da atıfta bulunduğunu görüyoruz.

Zweig, Yahudi bankacı bir ailenin kızı olan bir anne ile Yahudi tekstil imalatçısı bir babanın oğlu olarak 1881 yılında dünyaya geliyor. O dönemde Avrupa, ekonomi, sanayi ve kültürün geliştiği istikrarlı bir çağı yaşamaktadır. Zweig da birçok burjuva Yahudi gibi o dönemde iyi bir eğitim almış, kültür ve edebiyat alanında kendini geliştirmiştir. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenmiş, Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe öğrenimi görmüştür. 1904’te doktora derecesi almıştır. Zweig, öğrencilik yıllarında Viyana’nın ana gazetesi olan Neue Freie Presse’nin edebiyat editörü olan siyonizmin kurucusu Theodor Herzl ile tanışarak yakın bir ilişki içinde olmuştur.  İlk şiir kitabının yanı sıra çeşitli yazılarını burada yayınlatmıştır. Theodor Herzl, genç Zweig’e akıl hocalığı yapmıştır. Zweig, I. Dünya Savaşı’nda önceleri savaşa taraftarken, savaşın dehşetini görünce bir değişim geçirmiş ve pasifist bir yaklaşıma kaymıştır. Savaş sonrası Arthur Schnitzler, Sigmund Freud, Auguste Rodin, Rainer Maria Rilke, Romain Rolland, W.B. Yeats, Luigi Pirandello, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hofmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Maurice Ravel, Arturo Toscanini ve Richard Strauss gibi birçok ünlü şair, yazar, sanatçı ve bilim adamlarıyla tanıştı. Üretken bir yazar olan Zweig, birçok konuda denemeler, kısa öyküler, romanlar, lirik şiirler, trajedi ve dram türünde sahne eserleri ile biyografi alanında önemli eserler kaleme almıştır. Stefan Zweig’in dünyası, 1933’te Hitler’in Almanya Şansölyesi olmasıyla yıkılmıştır. Zweig’in yüksek profili onu korumakta yeterli olmamış, Almanya’da kitapları yasaklanmış ve yakılmıştır. Avusturya’ya yayılan faşizm ortamında, polis 1934’te Zweig’in evini aramaya gelmiş; akabinde Zweig Avusturya’dan ayrılıp İngiltere’ye taşınmıştır. Zweig, 1937’de ilk karısı Frederike’den ayrılıp daha sonra Lotte Altmann ile evlenmiştir. Zweig, İngiltere hükümetinin göçmen vatandaşlara uyguladığı olumsuz yaptırımlardan dolayı eşi Lotte ile birlikte İngiltere’den ayrılır ve 2. Dünya Savaşı sırasında New York, Arjantin, Paraguay ve Brezilya’ya gider. En sonunda Brezilya’ya yerleşmeye karar verir. Ancak, Avrupa’nın geleceğine yönelik hissettiği umutsuzluk, yaşadığı hayal kırıklıkları ve belki de karamsar ve sabırsız karakteri nedeniyle 1942 yılında karısı Lotte ile birlikte intihar eder. İntihar mektubunda “Entelektüel emeğin en saf neşe ve kişisel özgürlüğün dünyadaki en yüksek iyilik anlamına geldiği bir hayatı zamanında ve dik bir şekilde bitirmenin daha iyi olacağını düşünüyorum” ve “Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” ifadelerine yer vermiştir.

Zweig, kitaplarının önemli bir kısmında Yahudi kimliğine atıfta bulunan temaları işlemiş ve bunu “Hayatım boyunca Yahudi sorunlarıyla hayati derecede ilgilendim.” ve “Bilincine vardığımdan beri içimdeki Yahudi kanının son derece farkındayım.” sözleriyle belirtmiştir.

1901’de yayımlanan “Karda/Kar Altında”, Orta Çağ Almanya’sında dini fanatik bir grup olan Flagellantlardan kaçan ve karlar altında donarak can veren Yahudi cemaatinin yaşadıklarından bahseder.

1903 yılında yayımlanan “Hayatın Mucizeleri”, küçükken Hıristiyanların şiddet eylemlerine maruz kalan Yahudi bir genç kız ile yaşlı bir Hıristiyan ressam arasındaki dostluğu anlatır. 

1917 yılında yayımlanan “Yeremya”, cephede yaşanan acıyı ve dönemin trajedisini anlatır, rüyalarında Kudüs’ün yok oluşunu öngören “ağlayan peygamber” Yeremya’dan bahseder.

1922 yılında yayımlanan “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu”, ismi bilinmeyen bir kadının ölmeden önce, ömrü boyunca âşık olduğu adama yazdığı mektubu konu alır. Avrupalı ​​Yahudilerin gelişen trajedisine işaret eder.

1927 yılında yayımlanan “Bir Yüreğin Çöküşü”, kimlik bunalımı yaşayan ve ailesi ile tüm dünyaya yabancılaşan yaşlı Yahudi iş adamı Salomonsohn’un hikâyesini anlatır.

1929 yılında yayımlanan “Sahaf Mendel”, Galiçyalı bir Yahudi olan, sadece kitaplardan oluşan dünyasında kendi halinde yaşayan, kitapları dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği için I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini bile fark etmeyen Mendel’i konu alır.

1930 yılında yayımlanan “Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor”, Eski Ahit’teki Rahel ile Yakup’u konu edinir.

1936 yılında yayımlanan “Gömülü Şamdan”, Yahudiliğin kutsal emanetleri arasında yer alan ve bulunduğu topraklardan çıkarılan Menora’nın yolculuğunu anlatır. Menora, Ahd-i Atîk’te, nasıl yapılacağı bizzat Rab tarafından Hz. Mûsâ’ya tarif edilen yedi kollu kutsal şamdandır. Menora’nın yolculuğu, Yahudilerin yüzyıllardır süregelen diaspora hayatıyla özdeşleştirilir. Zweig, bu öyküsü ile, kayıp şamdanın bulunarak kutsal topraklara götürülmesi ile sürgün hayatlarının biteceğine inanan Yahudilere şamdanın tekrar bulunacağı ve güzel günlerin geleceği yönünde umut aşılar.

1939 yılında yayımlanan “Sabırsız Yürek”, Yahudi engelli bir genç kızın Hıristiyan bir subaya âşık olduğu, subayın kıza acıdığı, ancak onu sevmediği bir aşk hikâyesini anlatır.

1942’de yayımlanan “Dünün Dünyası”, Zweig’ın kendi yaşamını, onun istikrar, savaş, faşizm ve sürgün dönemleri ile Avrupa’nın çöküşüne şahitliğini anlatır. Zweig, bu kitapta genç ve gelecek vadeden bir yazar olarak Theodore Herzl’den aldığı desteğe de yer verir. Kitabın adı, Zweig’ın, kozmopolit edebiyat ve sanat dünyasının 1933’te bitmesine de işarette bulunmaktadır.

Zweig’ın 1930’lu yıllarda kaleme alıp yaşamının son 10 yılında üzerinde çalıştığı ama yayımlamadığı “Postacı Kız (Değişim Rüzgârı)” romanı, Avusturya’da bir taşra postanesinde çalışan yoksul bir genç kadının beklenmedik bir şekilde zengin teyzesi tarafından Alpler’de lüks bir tatile davet edilmesini anlatır. Postacı kız, gittiği yerde güzel yaşamın tadını çıkarırken, kısa bir süre sonra teyzesi aniden onu geri gönderir ve rüya sonlanır. Postacı kız, Avrupalı ​​Yahudilerin bir temsili durumundadır.

Zweig’ın, Yahudi kimliği ile birlikte başlangıçta evrenselliğe, hümanizme ve Avrupacılığa inandığını ve siyonist hareketi reddettiğini görüyoruz. Zweig, Yahudi olmanın kendisine insancıl değerlere göre hayatını sürdürme fırsatı verdiğine inanıyor ve fanatik milliyetçi hareketlere katılmayı reddediyordu. Zweig, Yahudilerin, tarihleri ve kaderleri dolayısıyla belirli bir ülke veya dile bağlı olmadığını, ülkelerinin evrensel ve manevi boyutta olduğunu, diasporanın aynı zamanda bir fırsat olarak görülebileceğini, söz konusu manevi boyutun kurulacak bir Yahudi devleti içinde kaybolacağını düşünmekteydi. Zweig, I. Dünya Savaşı ortasında ünlü Yahudi filozof Martin Buber’e yazdığı 24.1.1917 tarihli mektubunda Yahudilik ve Siyonizme karşı tutumunu açıklamıştır: “… Bir Yahudi olarak duygularıma gelince milliyetçi yanılgıların olduğu günlerde kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Yahudiliğin yeniden bir ulus haline gelmesini asla dilemediğim ve böylece kendisini günümüz gerçekleriyle rekabet etmeye indirgediğim gerçeğiyle sizden ve destekçilerinizden ayrıldım. Diasporayı, hem idealizmi hem de insani ve evrensel çağrısı nedeniyle seviyorum ve arkasındayım.

Tek gerçek ortak noktamız olan ruhtan başka bir birlik istemiyorum, bir dilde, ulusta, gelenek ve alışkanlıklarda asla; güzel ama tehlikeli sentezler.

Şu anki durumu insanlık için en iyisi olarak görüyorum: Bu dilsiz, bağsız, vatansız sadece varlığın aurasıyla birleşmiş tek bir varlık. Daha yakın ve daha somut bir birleşme, bana bu eşsiz durumun bir küçülmesi gibi görünüyor. Güçlendirmemiz gereken tek nitelik, bu durumu aşağılama olarak görmek değil, benim gibi sevgiyle ve tam farkındalıkla kabul etmektir…”

Leyla Coşan, Zweigın eserlerini incelediği konuya ilişkin makalesinde, Avrupayı sarsan faşizm ve buna bağlı olarak gelişen siyasî olayların, zaman içerisinde Zweigın kendi Yahudi kimliğine yönelik bakışının değişmesine neden olduğunu belirtir. Zweig’ın Yahudi kimliği, I. Dünya Savaşı ve faşizmin bütün Avrupa’ya yayılması gibi siyasi olayların etkisiyle zaman içerisinde değişkenlik gösterir ve Siyonizme daha çok yaklaşır. “Kar Altında”, “Yeremya” ve “Gömülü Şamdan” eserleri, bu değişimi açıkça göstermektedir. Zweig erken dönem eseri kabul edilen “Kar Altında” hikâyesinde kaçmayı tercih ederken; son dönem eserlerinde mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaya başlar.  “Yeremya”da Yeremya, insanları şu sözlerle teselli etmeye çalışır: “Tanrı, şehri kalplerimizde yeniden inşa edilsin diye yok etmiştir… her yerde onu bulacağız… kalplerde inşa edelim Kudüs’ü… ebedî Kudüs’ümüzü…” “Gömülü Şamdan” ise, Zweig’ın Hitler tarafından kendisine dayatılan Yahudi kimliğini benimsemesi olarak okunabilir. Zweig bu eseriyle, Siyonizme ve Siyonistlere yaklaşır. “Gömülü Şamdan”da, şamdanın oradan oraya zorunlu göçü sembolik olarak Yahudilerin göçüyle özdeşleştirilir. Zweig, menoranın gizli, bilinmeyen bir yere gömülmesini ve huzura kavuşmasını sağlar. Aynı biçimde, Yahudilerin diasporadan sonra tekrar kutsal topraklara döneceğine dair umudu tamdır.

Zweig’ın ilginç biyografisinden önemli dersler çıkarılabileceğini düşünüyorum:

  • Hangi iş yapılırsa yapılsın, üretken olunmalıdır.
  • Kimlik bilincinin yeni nesle aktarılabilmesi, bir millet için en güzel kazanımdır.
  • Zweig’ın hümanizmi, Yahudiliğin gölgesi altında bir hümanizmdir.
  • Kültürel sermaye, çok önemlidir. Görünen boyutuyla (şeffaf olmayan taraf ayrıca ele alınmalıdır) Yahudilerin evrensel başarısı, ekonomi, sanat, edebiyat, bilim gibi çok farklı dallarda edindikleri kültürel sermaye ve Yahudi kimliği bilincinin sağladığı dayanışma ruhuna dayanmaktadır. Ayrıca, başarılı sayılmanın “parlatılma” biçiminde öznel boyutu olduğu da dikkate alındığında, küresel ağa sahip birlikteliklerin (Yahudilerde olduğu gibi) birbirini desteklemesinin önemi unutulmamalıdır.       
  • Nicelik kadar nitelik arayışında da olunmalıdır. Hatta denebilir ki, nitelik, nicelikten önemlidir.
  • Yahudilerin, yaşadıkları ülkelerin dil ve kültürleri ile kendi inançları arasında kurdukları denge dikkatle incelenmelidir.
  • Tehdit altında olan kimlikler zamanla katılaşır ve ılımlıdan radikale doğru bir seyir izlerler.  
  • Sabırsızlık, karamsarlık ve intihar, ne kadar kötü tutum ve davranışlardır. Zweig, biraz daha sabredebilseydi, savaşın kendi istediği yöne evrileceğini görebilecekti.

KAYNAKÇA

Meral Y. ve Melammed U., Hz. Muhammed’e Dair Bir Yahudi Efsanesi: Ma’ase Mahmat Adlı Risalenin Yeniden Tahkik ve Tercümesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 53:2 (2012), ss.1-21

Coşan L., Stefan Zweigın Eserlerinde Yahudi Kimlik Bilincinin Uyanışı, Mediterranean Journal of Humanities VII/1 (2017) 77-86

Aberbach D., Stefan Zweig never recovered from being humiliated as a Jew, The Jewish Chronicle, 01 Temmuz 2021. https://www.thejc.com/comment/opinion/stefan-zweig-never-recovered-from-being-humiliated-as-a-jew-1.518285

https://gizra.github.io/CDL/#/2E410E15-5403-8D01-B232-146BF004FBDC

https://mahlerfoundation.org/mahler/contemporaries/stefan-zweig/

Erdinç Tekbaş