Yusuf Vakkas: “Edebiyatın, insanlar ve genel olarak toplum üzerindeki güçlü, sürdürülebilir etkisi nedeniyle kendim ve göçmenler hakkında yazma girişimlerime başladım.”

“Avrupalılar, neredeyse tüm dünyayı sömürgeleştirdikten, kaynaklarını ve nimetlerini talan ettikten sonra lüks hayatlarına kavuşabilmişlerdi. Uzaktan gelen bir insan, farklı sloganlar altında verdikleri ve hâlâ kimseyle paylaşmak istemedikleri lüks hayatları üzerinde bir tehlike oluşturuyordu.” Peren Birsaygılı Mut’un söyleşisi.

Yusuf Vakkas: “Edebiyatın, insanlar ve genel olarak toplum üzerindeki güçlü, sürdürülebilir etkisi nedeniyle kendim ve göçmenler hakkında yazma girişimlerime başladım.”

Yazmaya ne zaman başladınız Yusuf Hocam? Çocukluktan ve gençlikten yazarlığa giden o yoldaki ilk hatıralarınızı paylaşabilir misiniz?

Aslında tam olarak ne zaman yazmaya başladığımı bilmiyorum ama hafızam beni çocukluktan başlayarak birden fazla ana götürüyor. Daha sonra ise 1996 senesinde İtalya’daki bir edebiyat yarışmasında, göçmen bir yazar olarak kazandığım jüri özel ödülünü hatırlıyorum. Bu benim İtalyanca yazdığım ilk hikayeydi ve onlara karşı uygulanan önyargıya şahit olduğum için Faslı bir göçmenin hikayesini yazmak istemiştim. Benzer şekilde yazmaya devam ettim. Göçmenlerin dünyasına daha fazla nüfuz ederek, yaşadıkları sorunları Türk yazar Aziz Nesin’in üslubuna benzer şekilde, yani ironik ve grotesk biçimde kaleme aldım. Daha önce ona ait “Havadan Sudan” isimli öyküyü Kuveyt’teki al-Arabi dergisi için Arapça’ya çevirmiştim. 

Ancak Toros Dağları’ndaki küçük bir köyden gelen annem ve Osmanlı birlikleri içerinde savaşmış dedemin anlattığı ve benim büyük bir ilgiyle dinlediğim hikayeleri düşünürsem esas ilham kaynağımın ilkokul yıllarına kadar uzandığını söyleyebilirim. Osmanlı ordusunun  Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgar ve Rumen cephelerinde verdiği savaşlara dair çokca hikaye dinledim. Annem, çocukken bize evlerin kapısını çalarak yiyecek dilenen yabancıların ya da deniz kızlarının şaşırtıcı hikayelerini anlatırdı. Cuma günleri, dedemi camiinin yanındaki evinde ziyarete giderdim ve ona Hz Ali Cenkleri’nden bazı bölümler okurdum. Ben kahraman İmam Ali’nin yaşadıklarını okurken, dedem yatağından fırlar ve eşi benzeri olmayan bir coşkuyla bağırırdı; “Aman Allahım, Haydi Kahramanım, Durmadan Saldır”. Sonra,  kahvelerde, çarşılarda, cami ve türbelerdeki dini törenlerde ve karanlık kış gecelerinde ortaya çıkarak insanların aklını başından alan garip yaratıklar hakkında anlatılan harikulada hikayeler vardı. Gizlice yaptıkları günahkar bir eylem sonucunda sonsuza dek unutulmak üzere lanetlenmişler ve vahşi doğada dolaşmaya başlamışlardı. Bütün bu hikayeler zihnimde bir çok soru uyandırdı ve beni araştırmaya sevk etti. Böylece, erken bir dönemde zamanımın çoğunu kitaplarla geçirmeye, büyük yazar ve filozofların fikirleriyle tanışmaya başladım.

Ancak babam öldükten sonra, ki ben o zaman 12 yaşındaydım, kardeşlerime bakmak için çalışmak zorunda kaldım. İlk işim, sınırı geçtikten sonra kafemize akın eden Türk hacılar arasındaydı. Geleneklerini, kıyafetlerini, farklı lehçelerini ve hepsinden önemlisi taze Suriye ekmeği, hurma ve yeşil soğanın yanında çay içme âdetlerini çok sevmiştim. Anlattıklarını dikkatle dinliyordum ve bana öyle şefkatle yaklaşıyorlardı ki… Ve çoğu şakacı bir üslupla takılıyorlardı bana; “Allah esirgesin, torunumuzun maşallahı var.”

Doğdunuz şehir Halep, tarihsel olarak önemli bir mirasa sahip. Bu büyük miras, kaleminiz üzerinde önemli bir etkiye sahip olmalı. Şehrinize dair en büyük esin kaynağınız ve sizi en çok heyecanlandıran şeyler nelerdir?

Mirasları, tarihleri ​​ve gelenekleri ile şehirler, yazarların hayatında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Orhan Pamuk'un İstanbul hakkında, Lorca'nın Granada hakkında yazdıklarını bu bağlamda düşünebiliriz. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Halep’te, Arap edebiyatının zenginleşmesine büyük bir katkı sağlayan şairler, yazarlar, doktorlar, astronomlar ve düşünürlerin doğmasına yol açan güçlü bir kültürel iklim vardı ve hepsinin eserleri halen varlığını sürdürmektedir. Ebû Firâs el-Hamdâni’nin şiirleri gibi. Bu büyük değerlerden sonuncusu “Arap Kaleminin Tarihi”nin yazarı Khayr al-Din al-Asadi’ydi. Yazması 30 yıl süren ve Halep'in kültürel mirasını hikmetler, atasözleri, gelenekler ve haberler açısından kaydettiği “Karşılaştırmalı Halep Ansiklopedisi”ni de kaleme almıştır. Bu miras, antik çağlardan günümüze şehrin tanık olduğu çeşitli uygarlıkların eşsiz bir karışımıdır. Belki yazılarımda doğrudan Halep'ten bahsetmiyorum, ama yazdığım her şeyde gizli semboller veya işaretler ve üslubumda yüzyıllar boyunca biriken derin kültürün özü her zaman var. Geçmiş dönemlerin etkileri, günlük alışkanlıklarda ve mimari üslupların çeşitliliğinde görülebilir. Selçuklu, Bizans, Memlük ve Osmanlı. Halep’ten bahsetmeden Arap ülkelerinin hiçbir yerinde sanattan bahsetmek mümkün değildir. Uzun süredir ayrı kalsam da sinema ve tiyatro ile tanıştığım ve ilk kez tramvaya bindiğim şehirle olan bağım hiç zayıflamadı.

Uzun senelerdir İtalya’da yaşadığınızı biliyoruz. İtalya’ya gidiş serüveninizden biraz bahsedebilir misiniz?

Geriye dönüp baktığımda, Milano'nun ara sokaklarında şaşkın bir şekilde yürüyen, yoldan geçenlerin yüzlerine merak ve sinir bozucu ısrarla bakan o genç çocuğu hatırladığımda gülümsemekten kendimi alamıyorum. İtalyan Rönesansı dönemindeki sanat eserlerindeki ya da Fellini, Antonioni, Pasolini gibi büyük İtalyan yönetmenlerin Yeni-Gerçekçi filmlerindeki insan yüzlerini arıyordum. Benim yolculuğum, kendini arama tutkusuna, daha doğrusu yeni dünyalarda kendini oluşturma tutkusuna dayanıyordu.

Bildiğimiz gibi hepimiz içimizde diğerlerinden sakladığımız bir İthaka (İthaka adasına dönebilmek için büyük güçlüklerle dolu bir yolcuğa çıkan Ulysses’in destanına gönderme yapılmaktadır) var. Ömrümüzü onu aramaya adıyor ve bazen bulmak için risk almaktan çekinmiyoruz. Türkiye sınırına yakın küçük kasabamdan yola çıktığımda, birdenbire çok okuduğum için bildiğimi sandığım ancak aslında herşeye sıfırdan başlamam gereken bir dünyayla yüzleştim. Başlaması hiç ​​kolay değildi ve hala da kolay değil ancak hemen fark ettim ki bu bina ormanının kalabalığında ve savurganlığında kaybolmamak için amansızca savaşmak ve mevcut tüm çıkışları denemek zorundaydım.  Elbette böylesi bir ortam ve kendini kanıtlama telaşım birçok sorun yarattı. Bir anda kendimi hayal gücümün çok ötesinde bir dünyanın içerisinde buldum. Orman kanunları tarafından yönetilen o vahşi dünyada zayıflara yer yoktu. İnançlarımdan vazgeçmeden, cesaretle yola devam ettim. Bu zorlu yolculukta annemin o uysal bakışı ve dedemin çoşkusu bana sürekli eşlik etti. Öyle ki kritik bazı zamanlarda, onların bana öğrettiklerine aykırı bir şey yapmak zorunda kaldığımda çok acı çektim. Vicdan azabıyla göğsümü sıkan acıyı hafifletmek istedim. Ve pek bir çok sorunla karşılaştığım uzun bir yolculuktan sonra, 2005 senesinde tekrar Suriye’ye dönmek zorunda kaldım. Ancak 2011’de halkımın barışçıl isyanının acımasız bir savaşa dönüşmesinin ardından, 2016 yılında yine İtalya’ya geldim. Bu arada Türkiye’de 1,5 sene Antalya’da otellerin önündeki taksilerde ve İstanbul’daki emlakçılarda çalıştım. 

Gayatri Chakravorty Spivak, ünlü makalesinde şu sorunun cevabını arıyordu; Madun konuşabilir mi? Mültecileri günümüzün madunları olarak kabul edersek tıpkı sizin hikayelerinizde olduğu gibi edebiyat, madunların sesini duyurmada en güçlü etken değil midir?

Duyarlılık duygusuna sahip bir yazarı, diğerine yönelmeye, bu konuyu ciddiye almaya ve hatta yazılarının odak noktası haline getirmeye iten pek çok neden vardır. İlk başta bu insanlarla tanışarak, endişelerini ve hikayelerini yakından tanımak zorunda kaldım. Hepimiz birbirimizin gözlerinde umut arıyorduk. Ve polisler, kış soğuğundan korunmak için sığındığımız tren istasyonundan bizi kovmaya geldiğinde dehşete düşüyorduk. Dört bir yana kaçışırken, kimse bize kolay kolay elini uzatmaya cesaret edemiyordu. Bu olaylardan sonra göçmenlere dair oluşan bu görüntünün, konu hakkında çok az şey bilen ya da hiçbirşey bilmeyen diğer insanlara  nasıl aktarılabileceğini düşündüm. Edebiyatın, insanlar ve genel olarak toplum üzerindeki güçlü, sürdürülebilir etkisi nedeniyle bunu yapmanın başka bir yolu olmadığını anladıktan sonra, kendim ve onlar hakkında yazma girişimlerime başladım. Belki de bu konuda yazdığım en iyi hikâye, tercüme edilip Türk okuyucuya da ulaşacağını umduğum “Ebu Bekir Cennete Gidiyor” hikâyesidir.

Sanırım hala İtalyan vatandaşlığı almamış olmanıza rağmen yaşadığınız ülkede Suriye asıllı İtalyan bir yazar olarak kabul ediliyorsunuz çünkü öykülerinizi İtalyanca yazıyorsunuz. Ve bu öykülerinizin büyük çoğunluğu İtalya’daki göçmenlerin hayatları ile ilgili. Daha önce İtalya’ya seyahat etme fırsatımız olmuştu ve Afrikalı göçmenlerin yoğun olarak bulunduğu bir bölgede kalmıştık. İtalyan toplumunun bu göçmenlere bakışından biraz bahsedebilir miyiz?

Evet, doğru. Henüz İtalyan vatandaşlığı almadım ve muhtemelen başlangıçtaki öfkeli halimden, zorlu yolculuklarım sırasında yaptığım birçok hatadan dolayı ve başka diğer nedenlerle asla da alamayacağım. Aynı şekilde Yunanistan veya Yugoslavya vatandaşlığı da. İronik olarak hala Suriye kökenli bir İtalyan yazar olarak kabul ediliyorum. İtalyanca yazma tercihim, ilk etapta kendime meydan okumaktan ve ikinci olarak İtalyan okuyucuya doğrudan erişebilme kolaylığından kaynaklanıyor. Farklı üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmenlerin çektiği acılar ve onları yerel halktan ayıran uçsuz bucaksız uçurum en başından beri beni dehşete düşürdü. Kelimeler, anlatmanın en etkili ve güçlü yoluydu, hala da öyle. Avrupalılar, neredeyse tüm dünyayı sömürgeleştirdikten, kaynaklarını ve nimetlerini talan ettikten sonra lüks hayatlarına kavuşabilmişlerdi. Uzaktan gelen bir insan, farklı sloganlar altında verdikleri ve hâlâ kimseyle paylaşmak istemedikleri lüks hayatları üzerinde bir tehlike oluşturuyordu. Bu ülkeleri turist olarak ziyaret ederler, farklı kültürlere ait gelenek ve görenekleri bir arkeolog gibi incelemeyi severler ancak onları kolay kolay aralarında istemezler.

“Berlin’e Giden Yol” romanınız, savaştan kaçan bir grup Suriyeli’nin Berlin’e ulaşma çabaları esnasında tuttukları günlüklerden oluşuyor. Sanırım bu İtalya’da yayınlanmış Suriyeli mültecilere dair nadir edebi eserlerden birisi, öyle değil mi?

Berlin'e Giden Yol… Romanın kahramanı ve ruhunda şiddetli bir düalizmden mustarip Milad bin Kenan’ın Almanya’ya doğru giden bir mülteci grubunun başındayken savaşla ilgili gördüğü gerçek kabuslardan oluşuyor. Bu, kahramanımızı kaçınılmaz bir gerçeklikle yüzleştiren, kendisi gibi yüzbinlerce insanı topraklarını terk ederek başka ülkelere sığınmaya zorlayan tüm o vahşetin köklerini anlama arayışına ve geçmişle hesaplaşmaya iten bir yolculuk. Geçmiş ile günümüz arasında gidip gelen dairesel ve parçalı bir yapıda, karakterlerin özelliklerini ve başlarına gelenleri sürekli değiştirerek, onlara her bölümde farklı bir tarihsel dönem içerisinde rol veren bir anlatımı var. Korinth şehrinin ortaya çıkışı, Osmanlı ve Avrupa donanmaları arasında gerçekleşen tarihi İnebahtı Deniz Savaşı ya da Rus kaçakçılarının sahnede olduğu bir silah satışı esnasında Milad’ın Bogdanowicz olarak doğuşu, bu dönemlere ışık tutmayı amaçlayan bazı örnekler. Ve savaşın seyri, karakterlerin kırılgan psikolojik yapısını ciddi şekilde etkiliyor.

Fırtınalı iniş çıkışlar arasında sürekli olarak eline düştüğü cellatlardan kurtulmaya çalışan Suriyeli Nadya karakteri, bu anlamda başka bir örnek. Görüşünüşe göre, aslında Fiji Adaları'nın Büyükelçiliğini havaya uçurmak için üstlenilen gizli bir görev için çıkılan bu yolculuk esnasında, karakterler tuhaf varlıklarla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Rakka şehrindeki Peder Paolo Dall 'Olio ya da Milad'ı istemeden Nadya'yı öldürmeye iten ölüm meleği Azrail gibi… Ayrıca, kitap Arap halklarının özgürlük, adalet ve hukukun hakim olduğu bir sivil toplum inşa etme mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan Filistin meselesine değiniyor. Ve Suriyeli göçmenlerin trajedisinden bahseden ilk İtalyanca roman olarak kabul ediliyor.

Hocam, siz hem kendiniz bir göçmensiniz hem de göçmenlerin hayatını anlatan edebiyatının en önemli temsilcilerindensiniz. Bu nedenle özel bir tecrübeye ve yere sahipsiniz. Tıpkı Naci el-Ali’nin Hanzala’yı tamamen kendinden esinlenerek çizdiği gibi, öykü ve romanlarınızdaki karakterleri yazarken kendinizden esinlendiğiniz oluyor mu?

Aslında, edebi yazılarımda hangi karakterin beni tasvir ettiğini belirlemek çok zor. Ancak her karaktere mutlaka kendimden bir şeyler katmış olmalıyım. Örneğin ıstıraplarımdan ve daha iyi bir hayata kavuşmak için çaresizce bulunduğum girişimlerden.  Bunu hikayelerimde sık sık görebilirsiniz.

Sizin aynı zamanda önemli bir tercüman olduğunuzu biliyorum. İbn Tufayl'in “Hayy bin Yakzan” da Arapça’dan İtalyanca’ya çevirdiğiniz eserler arasında. Gerçekten büyük bir mesai. Yazarken ya da tercüme yaparken belli rutinleriniz var mıdır?

Aslında belirli bir yazma ritüelim yok. Kafeler, metro vagonları gibi gürültülü yerlerde bile her an yazarım. Bazen halk kütüphanelerine gidiyorum ancak bu atmosferi sıkıcı buluyorum. Evde veya halka açık parklarda, çocuk gürültüleri, Latin Amerika veya Doğu Avrupa'dan gelen göçmenlerin heyecanlı tartışmaları arasında olmayı daha çok seviyorum. Bunların hepsi hayatın çeşitli yüzlerini gösteriyor bana. Kimi zaman şiddetli kimi zaman ise alabildiğine nazik… Ayrılığın ardından gözyaşlarını silerek birbirlerinden uzaklaşan bir çiftin, kısa süre sonra tekrar kucaklaştıklarını görüyorum bazen. Bütün bunlar hayatın değişkenliğine dair inancımı güçlendiriyor. Mevsimler birbirini takip ediyor ve zamanı tüm neşesi ve karanlığı ile yaşamamız gerekiyor. Hayata gerçekten hak ettiği gibi bakmazsak üstesinden gelemeyiz.

Gerek öykülerinizde، gerekse romanlarınızda çok güçlü tarihsel öğeler var. Daha önceki bir röportajınızda şunu söylüyordunuz; Benim tarihe olan ilgim Suriye-Türkiye sınırında yaşadığım kasabadaki çocukluk günlerime dayanıyor. Sizce ortak tarihimizden çıkarmamız gereken en büyük ders nedir?

Yüzlerce yıllık ortak bir tarihimiz olmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra çağdaş dünyaya adapte olmaya çalışırken, aramıza üstesinden gelinmesi zor gibi görünen engeller konuldu. Sonra Suriye'de savaş patlak verdi ve her iki taraf da dil ve mutfaktan, küçük alışkanlıklara kadar onları birleştiren birçok faktör olduğunu keşfetti. Bu keşif, ilk mülteci grubunun Türkiye sınırını geçmesi ile başladı. 1-2 yıl içinde Türkiye’deki mültecilerin sayıları 3,5 milyona ulaştı. Bazı çatışmalar yaşanması kaçınılmazdı. Bunu bahane ederek Suriyeli mültecilerin varlığına karşı şiddetli propaganda yapan partiler var. Ancak kendilerini bağlayan güçlü bağlar göz önüne alındığında, her iki tarafın da çoğunluğunun, eğitim alanını da unutmadan, özellikle ticaret ve iş alanında olmak üzere, birden fazla alanda barış içinde bir arada yaşama ve işbirliği yolunu seçtiğini görüyoruz. Bu, bence sadece Suriye ile Türkiye arasındaki değil, tüm ülkelerde farklı kültürlere hoşgörüyle yaklaşan yeni nesiller doğmasına yardımcı olacak. Gerginliği artıran bazı siyasi meselelerin olduğu doğrudur, ancak bunlar mevcut durumla ilgilidir ve krizin çözülmesi ve iki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasıyla birlikte kaçınılmaz olarak değişecektir. Suriye'deki savaş, tüm taraflar için büyük bir ders oldu ve bu nedenle tüm noktaların yeniden gözden geçirilmesini ve iki taraf arasında karşılıklı saygıya dayalı bir ilişkinin başlatılmasını zorunlu kıldı.

Bugün Suriye halkı, tarihin gördüğü en büyük trajedilerden birinin kurbanı olarak karşımıza çıkıyor. Suriyeli edebiyatçıların çoğunun sürgünde yaşadığını biliyorum. Bunun zaman alan bir şey olduğunu biliyorum. Ancak sizce bu edebiyatçılar, Suriye’de yaşananları dünyaya duyurmada yeterli güce sahipler mi? Ve özellikle son 10 senede ortaya konulan eserleri nasıl buluyorsunuz?

Sürgündeki Suriyeli yazarların son on yılda ürettikleri edebi eserler gerçekten şaşırtıcı. Şiir ve roman gibi anlatılar ile sınırlı değil, aynı zamanda önemli sinema çalışmaları da dahil olmak üzere diğer tüm sanatları da içeriyor. Suriye'deki siyasi durum nedeniyle bastırılan bu birikim, diaspora ülkelerinde kendisine çıkış noktası buldu. Bu büyük birikimin,  yaratacağı etkileri değerlendirmek için belki henüz erken ama meyvelerinin baharın başındaki tomurcuklar gibi hemen hemen tüm yabancı ülkelerde oluşmaya başladığını söyleyebilirim. Yazar ve sanatçılar, önlerindeki birçok engele rağmen bu yolda azim ve tutkuyla ilerliyorlar.

Ülkemizde çok sayıda Suriyeli aileyi misafir ediyoruz. Bir arada olmamız bize göre büyük bir zenginlik. Ve aynı zamanda bizler için büyük bir fırsat. Çoğu zaman şunu düşünmekten kendimi alamıyorum.  Kim bilir şu anda ne kadar büyük edebi yetenekler ülkemizde ancak belki de haberimiz yok. Sizce bu yetenekleri keşfedebilmemiz için bizlere düşen görev nedir? Türkiye’ye göndermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Türk kültürü ve Arap kültürü gibi iki kadim kültürün birleşmesinin ne kadar zengin bir kültür ortaya çıkaracağı aşikar. Hiç şüphesiz, İtalya'da ve diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de  keşfedilmeyi veya en azından onlara yardım eli uzatılmasını bekleyen birçok yetenek var. Örneğin İtalya'da Emilia-Romagna eyaletinde bulunan bir kültür derneği ve küçük bir yayınevinin girişimi sayesinde, bir edebiyat yarışması düzenlenerek farklı ülke ve kültürlerden pek çok genç yazar keşfedildi. Aynı şey Türkiye’de de yapılabilir. İtalya’daki bu yarışmada çıkan sonuç tüm beklentilerin üzerindeydi. Öncesinde 90’ların başındaki büyük göç dalgalarından sonra, yine bazı yayınevleri İtalyan gazeteciler Carla de Girolamo ve Daniel Miccione ile işbirliği kurarak pek çok yeteneği gün yüzüne çıkarmıştı. Faslı Mohamed Boshan'ın “Benim Adım Ali” ve Tunuslu Salah Mathnani'nin “Göçmen, Senegalli Bab Khoma’nın “Fil Satıcısı” ve  Senegalli Saidou Moussa'nın “Hammadi’nin Sözü”romanları gibi edebi çevrelerde büyük yankı uyandıran birkaç roman yayınlanmıştı. Bu metinler, çoğunlukla biyografik veya otobiyografik olmakla birlikte, aynı zamanda, İtalyan halkıyla doğrudan iletişim kurma ve seslerini şiddet, ırkçılık ve iki taraf arasında artan yabancılaşmaya karşı yükseltme konusunda büyük bir ihtiyacı yansıtıyordu. İtalyan edebiyatının küreselleşmesinde yeni yazarların eserlerini önemli bir etkisi vardır. Edebiyatlarının biçim ve içerik açısından yenilerek zenginleşmesini kast ediyorum. Roma'daki La Sapienza Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü olan Armando Nieschi, ülkesindeki mülteci kalemler hakkında şöyle söylemişti; “Farklı kültürlerden yazarların eserleri, İtalyan edebiyatını güçlendireceği ve küresel olarak yayılmasına neden olacağı için çok şanslıyız. Sayelerinde yeni bir edebiyatımız olacak.”

Yusuf Vakkas kimdir?

1955 yılında Suriye’nin Halep şehrinde doğan ve yaşamını İtalya’da sürdüren Yusuf Vakkas, göçmen edebiyatının önde gelen yazarlarındandır.  Roman ve öykülerinin yanı sıra Arapça dilinden yaptığı edebi tercümelerle de tanınan Vakkas’ın hayat hikayesi, RaiTre kanalı için tarafından yapılan bir televizyon dizisine ve İtalyan İsviçre Televizyonu tarafından üretilen bir belgesele ilham verdi. Ayrıca göçmenler üzerine kaleme aldığı öyküler, birden fazla ödüle layık görüldü.

Söyleşi: Peren Birsaygılı Mut

YORUM EKLE