Yusuf Kaplan: “Ekmek için yaşayan insan bilsin ki ekmek, aslanın ağzındadır. Hakikat için yaşayan insan bilir ki ekmek, Allah’ın arzındadır.”

“Hayat daha yaşanılır ama herkesin birbirini daha iyi anlayabildiği, adaletli, hakkın hakkaniyetin hâkim olduğu bir dünya mı kuruldu? Yaratıcı fikri yitirilmiş, hakikat titretilmiş, tabiat delik deşik edilmiş, dünyayı cehenneme çevirmişler ozon tabakasını delmişler, ilerleme bu mu? Bir düğmeye basarak bütün insanlığı yok edecek silahları keşfetmek ilerleme midir?” Hatice Kübra Ergür ile Esma Nur Altan’ın söyleşisi.

Yusuf Kaplan: “Ekmek için yaşayan insan bilsin ki ekmek, aslanın ağzındadır. Hakikat için yaşayan insan bilir ki ekmek, Allah’ın arzındadır.”

Yazar, çevirmen, akademisyen gibi çeşitli sıfatlarla bildiğimiz, sanat edebiyat felsefe gibi farklı alanlarda yazılarını okuduğumuz bir "Yusuf Kaplan" dışında kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Başımıza ne geldiğini anlamaya çalışan bir adam diyebiliriz. Dünyanın, coğrafyanın, ülkenin gidişatına ilişkin okumalar yapıyoruz. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket, başına ne geldiğini bilememesidir. Daha vahimi, bilemediğini de bilememesidir. En vahimi, celladına aşık edilmesidir! Şimdi, bu cümleyi başka bir toplum için kullanamazsınız; öteki toplumların başına ne geldiği belli. Ama bizim başımıza gelen şey belli değil! Yani o yüzden, “Yusuf Kaplan” diye anlattığınız tipin dışında “Yusuf Kaplan kimdir?” diye bir soru sorup cevap aramaya başladığımda, başımıza ne geldiğini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir adam olarak görüyorum.

İçinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı ise değiştirme iddiasında bulunamazsınız. Batı ne yaptı? “Çağ”ı kurdu. Bunları bilmeyen adam, çağı tanımıyor demektir. Tanıyabilen ancak tanımlayabilir. “Biz Müslümanız” demek o kadar ucuz değil! Hayatın ne kadar Müslümanca? Mesela, zihnin Müslümanca işliyor mu yoksa seküler bir zihne mi sahipsin? Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Bunları haykıran bir adam olma kaygısı güttüğümü söyleyebiliriz.

Benim öncü kuşağım kim? Bugün Nietszche’yi oturup tartışamayacak adama âlim demem. Kant’ı, Decartes’ı tartışacak, Picasso’yu anlatacak bana. Gazalî’nin, âlim olabilmesi için çatır çatır Aristo’yu Eflatun’u tartışması gerekiyordu. Onu yaptığı için Gazalî oldu.

Âlim dediğim adam, çağrısı çağını kuran adamdır. Entelektüel ise sadece çağının adamıdır. Çağrısı çağını kuracak adam olabilmesi için başka çağlara ve çağrılara açılabilmesi lazım. Bunun yolu nebevî soluktan nasiplenebilmekten geçiyor. Bu ne demek? Bakara suresi 143. ayette, “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık.” buyuruyor. “Vasat”, Arapçada merkez demektir. Dolayısıyla merkez ümmet, güneş ümmettir. Işığı ile aydınlatır, kalbinizi fetheder.

Ümmet, özü hür olduğu zaman ancak özgürlüğünü koruyabilir. Özünü koruyabilmesinin yolu, mahremiyetidir. Mahremiyetini koruyabildiği sürece kişi, özgürdür. Kişinin hayatına müdahale ettiğin zaman özgürlüğünü kaybeder, kendine özgü olmaktan çıkıp ortalık malına döner.  Yani “Birey” olur. “Birey” ile “Şahsiyet” ve “Fert” aynı kavramlar değildir. “Birey” nefsine teslim olan “Fert” nefsini teslim alan kişidir. “Fert” Allah’ın ismi, Peygamberin de sıfatıdır. Burada şu an işleyen Müslüman zihnidir. “Yusuf Kaplan” Müslüman zihnini konuşmaya, Müslümanca yaşamaya, çağını inşa etmeye çalışacak neslin tohumlarını ekmeye çalışan biri diyebiliriz.

“Ümmîleşme”nin ikinci tarifi daha esaslıdır. Birincisi; çağın ağlarından, bağlarından, bağlamlarından, çakıl taşlarından kurtulmasıdır, dalga kırmasıdır, dedik. İkinci tarif; dalga olma anlamlarını içerir. Mekke süreci, kitap sürecidir; Medine süreci, mizan sürecidir. “Andolsun Biz peygamberlerimizi açık kanıtlarla gönderdik, beraberlerinde kitap ve adalet terazisini de indirdik ki insanlar hakkaniyete uygun davransınlar.”[1] Mekke’de kitap indirildi yani hakikatle buluştu insanlık. Hayat, hakikat buldu. Hakikatin hayatı, hayat buldu.

Medine sürecinde hayatın hakikati, hayat oldu. Bu, derin ve felsefî bir ifadedir. Mekke’de birlikte yaşama ortamı yani çağları kuruldu. Bakın kendi kelimeleriyle dans ediyoruz ama dikkat edin burada Müslüman zihni işliyor. Sünneti kesinlikle devre dışı bırakmadan ancak sünnet üzerinden Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabileceğini de gösteriyorum. Bu çok önemli bir şey. Kur’an-ı Kerim epistemolojik kaynaktır, sünnet ontolojik kaynaktır. Kur’an asıldır, sünnet usuldür. Asıl olanın hakikati vusuldür, vusul varmaktır. Usul yoksa fusül, sapma, savrulma vardır. Usul olmadan, vusul gerçekleşmez. Mekke süreci, melekût âlemden mülk âlemine hakikatin akış, Medine süreci hakikate bakış ve hakikati hayata geçiriş, Medeniyet ise akıştır. Benim anlattığım şey, Mekke artı Medine eşittir medeniyettir, Sünnet-i Seniyye’dir. Kendi kavramlarınız üzerinden ancak kendi dünyanızı kurabilirsiniz. Şehir insandır, Müslüman şehir Peygamberdir, insan-ı kâmilin modelidir.

“Peygambersiz İslâm” ve “İslâmsız İslâm” projeleri önümüzdeki yüzyılların projeleridir. Bunlar İslâm’ı tarihten, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştıracak projelerdir. İngilizlerin şark meselesidir. Osmanlı gitti, Müslüman Hindistan çöktü. Müslüman Hindistan diyorum çünkü Müslüman Hindistan yaşamış olsaydı, Pakistan, Bangladeş diye paramparça etmemiş olsalardı, bugün dünyanın en büyük devleti Müslüman devleti olurdu. İslâm’ı tarihten uzaklaştırdılar. Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırdılar. Bunu da dini protestanlaştırarak yani Peygamberi devre dışı bırakarak Peygambersiz bir din icat ederek yapıyorlar.

İslâmsız İslâm ne demektir?

Peygambersiz İslâm anlaşılıyor da İslâm’sız İslâm ne? Hazreti Mevlâna üzerinden İslâm’dan koparılmış ayrı bir din olarak Mevleviliği ilan etmeye çalıştılar. Özellikle tasavvuf üzerinde böyle operasyonlar çekmeye çalışıyorlar. Yani tasavvufu İslâm’dan koparacak, apayrı bir din hâline getirecek, İslâm’ın ruhî, manevî boyutunu çökertecekler. Tasavvuf, İslâm’ın manevî boyutudur.  Tasavvufsuz İslâm çok fakir olur, yoksul olur. Dolayısıyla protestanlaşmaya çok rahat hâle gelir. Mevlâna üzerinden bunu başarmaya çalıştılar, başaramadılar. Çünkü Mevlâna çok büyük, keramet sahibi bir adam. Ne diyor? “Men bende-i Kur’ânem eger can darem”, “Ben Kuranın tozu toprağıyım.” Kur’an’ın tozu toprağıyım diyen bir adamı sen Kur’an’dan nasıl koparabilirsin?

Şimdi burada üzerinde durulması gereken mesele şu: Kur’an’ı Kerim epistemolojik, Sünnet-i Seniyye ontolojik bir kaynaktır demiştik. Ontolojisi olmayan bir din, epistemolojisini koruyamaz ve kuramaz. Yani Medine’si olmayan bir din, Mekke ile ayakta duramaz. Sünnet derken Mekke ve Medine diye ayırmıyoruz ama sünnetin öne çıktığı mekân yani İslâm’ın hayat olması, tam anlamıyla dört dörtlük yaşanması Medine ile oldu.

Mekke sürecinde melekût âleminden süt emildi. Medine sürecinde mülk âleminde insanın meleksi melekeleri geliştirildi. Bakın burada iki eksenden bahsediyoruz: Mekke ekseni ve Medine ekseni. Bu, Fussilet Suresi 53. Ayetin uyarlamasıdır; “Onlara kendi çevrelerinde (Afakta) ve kendilerinde (Enfüste) bulunan kanıtlarımızı göstereceğiz.” Mekke süreci enfüsî,
dikey eksen; Medine süreci afakî, yatay eksen. Dolayısıyla Mekke süreci çok felsefî bir şeydir.

Bütün dinlere bir bakın, dogmaları, akideleri hiçbir şekilde evrensel değildir. Daha doğrusu bütün medeniyetlerin dinleri, kültürleri, kültürlerin dinleri, medeniyetlerin dinleri, felsefelerin dinleri vs. evrensel cümlelerini akideleri üzerinden kurmazlar. Hristiyan akidesi üzerinden bütün insanlığı kuşatıp kucaklayacak, insanı gerçek anlamda özgürleştirecek cümle kuramazlar. Bu, Yahudilik için de Budizm için de böyledir. İslâm’ın dışındaki bütün dinler, evrensel cümlelerini, dogmalarını akidelerinin dışındaki alanlarda kurarlar. İslâm’ın evrensel cümlesi, akidesidir. Bu Müslümanları aşağılık kompleksinden arındıracak bir şeydir.

La ilahe illallah Muhammedün Resulullah nedir? La ilahe illallah Mekke süreci, enfüsî boyut, dikey eksen; Muhammedün Resulullah Medine süreci, afakî boyuttur. Bunları birbirinden ayıramayız. La ilahe illallah artı Muhammedün Resulullah olmak zorundadır, başka türlü olmaz. Dikey eksen ve yatay eksen, yaratıcı ve ruh koruyucu iradedir. Yaratıcı ruh, ilâhî şiar; koruyucu irade nebevî şuurdur. O da bizi beşerî şiire götürür.

Benim Medine’m, başka medeniyetlerin Mekke’sidir. Benim kurduğum medeniyetin içinden herkes nefes alıp verebilmiştir. Hiç kimsenin inancına, dinine, inançsızlığına karışılmaz. İslâm’da, bir problem teşkil etmedikleri, zarar vermedikleri, kendi hâllerinde kaldıkları sürece hiç kimsenin hiçbir şeyine karışılmaz. Bu muazzam bir adalet sistemidir. Müslümanların evrensel cümlelerini akideleri ile kurması nasıl olur? La İlahe illallah, kişinin eşyanın, zihnin, zeminin, zamanın, çağrıların tasallutundan kurtulmasını sağlayan anahtardır. Muhammedün Resulullah, kişinin eşyaya, maddeye, zihne, zemine, zamana, çağlara ve çağrılara tasarrufta bulunmasını sağlayan kapıdır. İnsan, özünü hürleştirdiği ölçüde özgün cümleler kurabilir.

Peygambere boşuna saldırmıyorlar. Peygamber devre dışı kaldığında dinin kısa devre yapacağını Hristiyanlık tarihinden biliyorlar. Ben Luther’in Vamberk Kilisesi’ne gittim. Orada girişe büyükçe bir levha asmışlar. Daha doğrusu pano diyeceğimiz kadar büyük. Almanca, “Artık ben de İncil’i anlayabileceğim.” yazıyor. Hayır, öyle değil. O kitaba muhatap olan her insan o kitabın manasını anlar ama ne anlar? Anlamaktan maksat, onu hayata dönüştürmek, oradan bir dünya inşa etmek, matematik, tıp, fıkıh, kelam, tasavvuf çıkarmaktır.

Akleden kalp diye bir şey var

“Ümmet” kavramının biraz anlaşıldığını düşünüyorum. Şimdi ayetteki, Peygamberin şahitliği kısmına değineyim. Peygamberin dolayısıyla Ümmet-i Muhammed’in şahitliği için üç vasıf, üç şahitlik sayılmıştı. Bir, hakikatin şahitliği, peygamber ve dolayısıyla ümmetinin şahitliği. İki, Âdem’den bu yana geliştirilen bütün çağrıların ve yaşanan çağların şahitliği. Âdem bize bütün insanlık tarihine şehadet edelim diye anlatılıyor. Şahit olmayan insanın, müşahede, gözlem gücü olmaz. Eşyanın künhüne vukûfiyet kesbedemez. Yani bir şeyin manasına tam anlamıyla nüfuz edemez. Görür ama kördür, okuyamaz. Şöyle bir cümle vardır: “Kalbini yitirmişsen gözüm var deme boşuna, göremezsin.” Demek ki akleden kalp diye bir şey var. Üç, içinde yaşadığı çağın ve çağrısının şahidi. Mesela, Türkçeyi Türkçe yapan şey, Kur’an Arapçasıdır. O yüzden Türkiye’de devrimlerle birlikte işlenen en büyük cinayet, harf devrimi değildir, dil devrimidir. Harf devrimi lafızla ilgilidir, dil devrimi mana ile ilgilidir. Harf devrimi bedenle ilgilidir, dil devrimi ruhla ilgilidir.

Doğduğunuz, yetiştiğiniz ve kişiliğinizin oluştuğu ve yetiştiğiniz ortamı bize kısaca özetleyebilir misiniz?

Benim hayatım biraz göç hayatı gibi. Sivas’ın Şarkışla İlçesi'nde doğmuş, çocukların eğitimi için bir yaşına gelmeden Kayseri’ye taşınmış bir ailede hayata gözlerimi açtım. İlkokul, ortaokul, imam hatip eğitimi sonrası İzmir’de Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon bölümünü bitirdim. Ailenin baskısıyla tıp fakültesi yazmıştım.

Sorularımızdan biri de buydu hocam. Aileniz sizin tıp fakültesinde okuduğunuzu zannediyordu fakat siz?

Ailem tıp fakültesine devam etmediğimi 3. senede televizyonda, reklamlardan öğrendi. Sinema okuyacaktım, kafaya koymuştum. Ailem biraz anlamak istemedi ama bütün hocalarım destekliyordu. Niye tıp okuyayım diye düşündüm. Hastanelerde doktorlar var zaten ama toplum hasta. Bu toplumu hastalıklı hâle getiren şey ne?  İki kanal var: Birincisi eğitim sistemi, ikincisi medya. İkisi üzerinden bir şey yapmam lazım. Sinema, felsefî derinliğin kazanılacağı estetik alan olduğu için en önemlisi. Ailem, Tıp Fakültesi’ne gittiğimi zannederken ben İzmir’de Sinema Televizyon bölümüne başladım.

Kitapları hayatınızda bu denli önemli kılmaya vesile olan başlangıç hikayeniz veya sizi okuma aşkına sürükleyen biri var mı? Kitaplarla olan ilişkiniz nasıl başladı?

Aile ve çevrenin etkisi var. Mesela, anne tarafından dedemi İmâm-ı Âzam’a benzetirim. Onun üzerimde büyük bir etkisi oldu. Köye gittiğim zaman ki manzara etkilemiştir beni. Şarkışla’da bir arazisi var, çalışan insanları var. 30-40 kişilik bir aile. Sabah namazına kalkılır, sonra halkalar kurulur, Kur’an-ı Kerim hıfzedenler hıfzeder, Arapça çalışanlar Arapça çalışır. İmam falan değil ama öğrenmiş bir şekilde. Millet derslerini çalıştıktan sonra dünyevî derdiyle uğraşmaya başlıyor. Asıl dert: Ders!

Dedemden kalan Arapça, Osmanlıca kitaplar vardı. Dedemin 8 tane çocuğu varmış. Annem üçüncü sırada. Dedemin Arapça kitaplarını annem, “Bunları benim oğlum Yusuf okuyacak.” diye almış. Dedeme vefat etmeden önce biz baktığımız için biraz da hak etmişiz.

100 kitaplık tavsiye listenizi oluştururken temel ölçütünüz neydi? Bunu çok sık anlatıyorsunuz ama bize de özetle söyleyebileceğiniz nedir?

Şunu mutlaka vurgulamam gerekiyor. Derdim bir üniversite oluşturmak. Arkadaşlar bu kitap listesini bitirdiklerinde donanımlı, zihinleri açılmış ve daha işlek olacaklar. Mevcut eğitim sisteminin ne kadar sömürgeci ne kadar mankurtlaştırıcı olduğu anlaşılacak.

Peki hocam, o zaman okuldan bahsetmişken Medeniyet Tasavvuru Okulu’nu nasıl tanımlarsınız?

Önümüzü açacak, öncü kuşakların tohumunu ekecek bir okul, medeniyet fikriyatını inşa edecek bir ekol olmasını istiyoruz. 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek, buna kararlıyım. Medeniyet Tasavvuru Okulu 3 senelik bir program. 81 vilayette 60 küsur ülkeden insanlara ulaşıyoruz. Şu an Türkçe üzerinden ulaşıyorum.  Arapça, İngilizce dersi veriyoruz. 3. senede İbranice ve Çince de öğreteceğim. İlerde Grekçe, Latince, Farsça hepsini öğreteceğim. Felsefe ile yoğunlaşacak kimsenin kesinlikle Grekçeyi, Arapçayı çok iyi bilmesi lazım. İster İslâm edebiyatı ister Batı edebiyatı olsun edebiyat ile uğraşacak kimsenin Farsçayı, Latinceyi bilmesi lazım. Latince Batı hukukunun ve kültürünün, Grekçe Batı uygarlığının felsefesinin, Arapça bizim medeniyetimizin asıl kurucu dilidir. Osmanlıca şu an öldürüldü, hayatımızdan uzaklaştırıldı. Osmanlıcanın şu an Arapçadan daha İslâmî bir dil olduğunu söyleyebilirim. Osmanlıca, İslâm medeniyetinin zirvesini inşa etmiş bir medeniyet tecrübesinin Müslüman dilidir. Dolayısıyla Kur’an Arapçasından beslenmiştir. Arapça omurgasını oluşturur ama semantiğini, anlam dünyasını, gramerini tabii ki Türkçe oluşturur.

Dil konusunda girmişken dil öğrenimi konusunda gençlere neler tavsiye ediyorsunuz?

İlk önce zihnin inşa edilmesi lazım. Zihni iyi inşa edemeyen, entelektüel ilgilerin fikrî derinliğini kazanamayan, kavramlar üretemeyen insanlar dili kolay öğrenemez. Öğrenir ama kuru bir dildir o. Dili dönüştürecek şekilde kullanmak lazım. Dil, bir dünya kurmak için öğrenilir. Kendi ana dilini adam gibi bilmeyen, iyi kullanamayan bir insan yabancı dil öğrenemez. Türkçeyi iyi bilen, Türkçe zevki oluşan, entelektüel bilgileri gelişmiş insanlar dili daha iyi öğrenirler. Ben bunu yaşadım. İngilizce, Fransızca, Almanca, Latince, Arapça bütün bu dillerin hepsini kendim öğrendim. Hiçbir kursa gitmedim, kursa giden insanlara acıyorum.

Tüketim dinine prim vermemek için hazzı ortadan mı kaldırmalı yoksa çözümü hazzı terbiye etmek mi?

O haz, bizdeki zevktir. Bizdeki zevk, aklı selim, kalbi selim ve zevki selim olarak tezahür eder. Dolayısıyla zevk zirvedir. Süflî olanın alanı, hazdır. Ulvî olanın alanı, zevktir. Bu ikisini iyi ayırt etmek lazım. Kanaat, azla yetinmektir diye güzel söylediniz fakat burada şöyle bir cümle kurayım: Ekmek için yaşayan insan bilsin ki ekmek aslanın ağzındadır. Hakikat için yaşayan insan bilir ki ekmek, Allah’ın arzındadır.

“Dünyada olmak ama dünyadan olmamak” gibi bir hedefimiz var. Bu ikilem arasında yaşadığımız çağ ile uyumumuz nasıl bir ölçüde olmalı?

Bu çağda yaşayan ama bu çağı yaşamayan, çağrısının bilincine ulaşan, bütün dünyaları, kültürleri, medeniyetleri, felsefeleri, tanıyan ve dolayısıyla onları aşarak başka çağlara ulaşan insanlar... Bu baya uzun, felsefî, derin bir mesele. 3 tür tavır geliştirmek gerekir: Birincisi, “Göre”, ikincisi “Karşı”, üçüncüsü “Rağmen” tavrıdır. Batıya göre gittiğinizde, Batıyı özneleştiriyorsunuz, kendinizi nesneleştiriyorsunuz. Batıya karşı gittiğinizde, Batıyı dolaylı olarak özneleştiriyorsunuz, kendinizi dolaylı olarak nesnelleştiriyorsunuz. Bizim izlememiz, benimsememiz, geliştirmemiz gereken tavır “Rağmen” tavrıdır.

Şimdi iki soru soracağım: 1. Avrupa neresi, İslâm nereye düşer? Avrupa özne, İslâm nesne burada. Avrupa’ya göre İslâm’ı tanımlıyorum. 2. İslâm neresi, Avrupa nereye düşer? Burada İslâm’a göre Avrupa’yı tanımlıyorum. Benim buraya geçmem lazım. Ben eğer “Müslümanlar Neden Geri Kaldı?” diye bir cümle kuruyorsam, ilerleme diye bir put icat ediyorum ve ilerlemenin ne demek olduğunu bilmiyorum. İlerlemenin dinin yerine geçtiğini, insanların ilerlemeyi, teknolojiyi, bilimi putlaştırdığını, dinin yerine yerleştirdiklerini, kutsadıklarını görüyorum.

Hayat daha yaşanılır ama herkesin birbirini daha iyi anlayabildiği, adaletli, hakkın hakkaniyetin hâkim olduğu bir dünya mı kuruldu? Yaratıcı fikri yitirilmiş, hakikat titretilmiş, tabiat delik deşik edilmiş, dünyayı cehenneme çevirmişler ozon tabakasını delmişler, ilerleme bu mu? Bir düğmeye basarak bütün insanlığı yok edecek silahları keşfetmek ilerleme midir? Bir Müslüman böyle silahlar yapamaz. Nükleer teknoloji yapamaz. Ama yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca mecburen yapacak.

Çağın büyük düşünürlerinden Heidegger’in teknolojiyi, vahşi canavar diye tarif etmesi her şeyi özetliyor. Şu an oraya gelmedik mi? Hümanizmden posthümanizme. Hümanizm, insanın her şeyin ölçüsü hâline getirilmesi, insanın tanrılaştırılmasıydı. Post hümanizm ise insanın devre dışı bırakılması. İnsan arızî, yaratılan bir varlıktır. Sen insanı yaratan konumuna yerleştirdiğin zaman, yaratanı da yaratılanı da yerinden edersin, ikisine de kaybedersin. Gerçekten son geldiğimiz nokta orası. “Everything with in goes: Her şey mubahtır, her şey gider.” Nihilizm de atezim de çok tehlikeli bir şey.

Yusuf Kaplan günde kaç saat uyanık kalır?

Şimdi 5-6 saat uyuyorum önceden daha azdı. 1984’ten itibaren 2017 yılında ağır bir felç geçirene kadar hiç sabah namazından önce uyumadım. Vakti değerlendirmeye çalışıyorsun, az uyuyorsun, yeme içmene dikkat ediyorsun. Fakat burada miktar, kemmiyet değil keyfiyet önemli.  Bir ayet okudum o ayet beni mahvetti, uykularımı kaçırır oldu. Enfüs-afak diye bahsettiğimiz, Fussilet Suresi 53. ayet. Çok istisnai durumlarda uyuyakaldım. İngiltere’den döndükten sonra yirmi sene bütün Anadolu’yu karış karış dolaştım. Bütün üniversitelere gittim. Bir yere bir konferans için gidiyorsun ama 7-8 tane program yapıyorsun. 1 günde 3-4 tane şehre gittiğimi hatırlıyorum. Allah Teâlâ bana sorduğunda, “Ey Yusuf Kaplan sen ne yaptın?” Ben hiç olmazsa şunu söylerim diyordum. Onun için koşturuyordum. Bu ülkenin pırlanta gibi çocuklarına değdim. Fakat onlar yanacak mı yanmayacak mı, bu onların sorunu.

Yaşamayı en sevdiğiniz şehir hangisidir?

En nefret ettiğim ve en sevdiğim şehir, İstanbul. İstanbul mahvedildiği için nefret ettiğim. Bunun için nefret kelimesi ne kadar doğru bilmiyorum ama insanın yüreğini parçalıyor. İstanbul kâinatın merkezi diye bir laf etmiştim çünkü bizim için burası Peygamberin emanetidir. İsmail Hakkı Bursevî Efendi Hazretleri, Esmâü’l Hüsnâ üzerinden ilginç bir şehir felsefesi yaparak Allah Teâlâ’nın “el-Câmi” ism-i şerifinin mazhargâhıdır diyor. “el-Câmi”; toplayan, toparlayan, toparlanılan, etrafında toparlanılan demektir. Kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu bir şehir İstanbul.

Hocam bir fırsatınız olsaydı tarihin hangi döneminde bulunmak isterdiniz?

Bu dönemde.

Söyleşi:

Hatice Kübra Ergür

Esma Nur Altan

Dipnot:


[1] Hadid Suresi, 25

YORUM EKLE
YORUMLAR
Hasibe
Hasibe - 2 yıl Önce

Yüreğinize gönlünüze sağlık hocam çok etkileyici