Yazarın bir derdi olduğunu görmemiz gerekir

Dünya Bizim olarak kültür sanat dünyamızın nabzını tutuyoruz. Kültür sanat söyleşileri dizimizde konuğumuz Açılım Kitap'tan Alperen Gençosmanoğlu… Mehmet Erken sordu.

Yazarın bir derdi olduğunu görmemiz gerekir

 Yayınevleri ile yaptığımız söyleşi dizisine Pınar Yayınları ile devam ediyoruz.

29 Nisan 2011 tarihinde, Pınar Yayınları'ndan Cevat Özkaya ile yayınevinin geçmişi ve zaman içinde yaşadığı seyrine dair bir mülakat yapmıştık.

Bu nedenle, diğer yayınevlerinden farklı olarak son söyleşi dizimizde Pınar Yayınları ile sadece yayınevinin bugünü, geleceğe dair planları, bugünün kültür sanat dünyası ve yayınevinin bir alt yayınevi olan Açılım Kitap üzerine Alperen Gençosmanoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Açılım Yayınları neredeyse 10. yılını dolduran bir yayınevi. Açılım Kitap'ın kuruluş amacı nedir? Pınar Yayınları neden böyle bir yayınevi kurmak ihtiyacı duydu?

Açılım Kitap 2002 yılında Cevat Özkaya ve Yusuf Kaplan’ın öncülüğünde kuruldu. Topluma müdahil entelektüel bir merakın ve fikrî derinliğin peşinde olarak kurulan yayınevi, Cemil Meriç'in deyişiyle “mütecessis fikir işçileri”nin kitaplarını yayınlamayı kendine hedef olarak koydu ve yola çıkarken ortaya konulan önemli ilkelerinden biri belli kalite değerini tutturamayan kitapları basmamaktı. Bu bağlamda ticari kaygıları mümkün oldukça göz ardı ederek “kendilerini bilge sanan kanaat teknisyenleri”nin, güncelin içinde kariyer yapmaya çalışıp bilgi üretimin önünü tıkayan televizyon ve gazete starlarının çalışmalarından uzak kalmayı önemsedik.

İlk olarak ‘Batı’ içindeki eleştirel düşüncenin önemli isimlerinden çevirilerle yola çıkan yayınevi, zamanla Türkiye’deki telif eserleri de çekebilecek entelektüel bir ortam oluşturmanın derdindeydi. Bu bağlamda bugün hâlâ eksik olarak anmamız gereken durumlardan biri, Açılım Kitap’ın yayın politikasının merkezini çeviri eserlerin oluşturması ama tabi bu bizim yayınevi olarak kendi başımıza aşabileceğimiz bir durum değil, bugün dönüp Metis Yayınları’na da baktığımız zaman çevirilere kıyasla telif eserlerin çok küçük bir yer tuttuğuna şahit oluyoruz.

Açılım Kitap’ın kuruluşuna geri dönersek şunu söylemek gerek, Pınar Yayınları’nın yanında böyle bir yayınevine duyulan ihtiyaç kendi başına nevzuhur bir heyecanın sonucu değildi. Yusuf Kaplan’ı bugünkü pozisyonuyla düşündüğünüzde bu söylediklerimi tam olarak anlamayabilirsiniz, bugün her ne kadar iktidara angaje bir köşe yazarı portresi çizse de Açılım Kitap’ın altyapısını hazırlayan süreç 2001-2003 yılları arasında editörlüğünü Yusuf Kaplan’ın yürüttüğü Umran dergisinin sağladığı fikrî hareketlilikti. Dönemin Umran dergisi sayılarını inceleme imkânınız olursa ne demek istediğimi hemen anlayacaksınızdır. İslami camia bugün süreli yayın konusunda ciddi bir kısırlık içinde ne yazık ki, Umran o dönem için özgün dosya konuları ve dünyanın pek çok farklı yerinden önemli isimlerin makaleleri ve röportajları ile merakla beklenen bir dergi konumundaydı. Birkaç isimle örneklendirmek gerekirse Jean Baudrillard, John Gray, Paul Virilio, Richard Sennett gibi önemli ‘Batılı’ düşünürlerin yanında, bugün hâlâ ciddi bilgi ve fikir alışverişi sıkıntısı çektiğimiz ‘Doğulu’ ya da ‘İslami’ mütefekkirler ile de ciddi bir bağ kurduğunu söyleyebiliriz; Hasan Hanefi, Muhammed Hüseyin Fadlallah, Hasan Turabi, Cevdet Said, Münir Şefik, Mustafa Akad… Bu anlamda ‘dergi çevresi’ olarak oluşan hareketliliğin Açılım Kitap’a etkisini gösteren önemli bir örnek; Stjepan Mestroviç, George Frankl, Seyyid Hüseyin Nasr gibi kitaplarını yayınladığımız isimlerin, daha öncesinde dergide makalelerini yayınlamıştık. Ancak daha sonrasında dergi daha farklı bir yayın politikası izlemeye başladı ve yayıneviyle olan karşılıklı beslenme ilişkisi akamete uğradı. Açılım Kitap olarak, başlangıçtaki hızlı ivmesini bir süre kaybetmekle birlikte son iki üç yıldır editörlerimiz Uğur Altun, İlhan Gündoğdu ve Selim Karlıtekin’in öncülüğünde tekrardan bir canlanma yaşadık.

Sosyal bilimlerin önemli isimlerinin kitaplarını peş peşe yayınlamaya başladınız, Açılım Kitap'ın önümüzdeki günlerde yayınlamayı düşündüğü kitaplar nelerdir?

Burada az önce de adını andığım editörlerimizden Selim Karlıtekin’i tekrardan anmam gerekecek. Kendisinin editörlüğünde Açılım Kitap’ta üç yeni seri başlattık. Burada yeri gelmişken şuna değinmek isterim: Yayıncılıkta ara sıra ‘iyi’ kitap basmakla, belli sorular ve çerçeveler içerisinde seçkin çalışmalardan oluşturulmuş seriler yayınlamak arasında ciddi bir fark vardır. Kalitede belli bir süreklilik sağlayamazsanız bastığınız çok kıymetli kitaplar zayi olabiliyorlar. Bu bağlamda editörümüz Selim’in yüzden fazla kitaptan oluşturduğu listeyi yaptığımız toplantılar sonucu otuz civarı kitaba indirdik. Bu kitapları yeni oluşturduğumuz “1:1 Atlas”, “Basiret” ve “Devrim” serilerinden yayınlamaya başladık. Bu metinlerin tamamının ortak yönü olarak söyleyebileceğim bir şey, bütün yazarların sosyal bilim disiplinlerinin içinden gelen kişiler olmasıdır.

Şu ana kadar yayınlamış olduğumuz kitaplardan bir kaçını anmak gerekirse; “1:1 Atlas” serisinden daha önce hiçbir kitabı Türkçe’ye çevrilmemiş olan Colin Crouch’un “Neoliberalizmin Garip Ölümsüzlüğü” kitabını yayınladık. Crouch ‘kamusal entelektüel’ olarak nitelendirebileceğimiz, kamuya yönelik bilgi üretimini önemseyen bir şahsiyet. Bunun yanında kendisini daha önce İletişim Yayınları’ndan çıkan “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” kitabıyla tanığımız Timothy Mitchell’in çağımızın siyasetinin nasıl nesnelerin aktörlüğü etrafında şekillendiğini anlattığı, tarihsel derinlikle sosyolojik yaklaşımı birleştirdiği “Karbon Demokrasi” isimli kitabını ve sosyal bilimlerde yapı-aktör ikiliğine yeni bir yaklaşım kazandıran, çağımızın en önemli sosyologlarından biri olan Bourdieu’nun mülakatlardan oluşan “Sosyolog ve Tarihçi” isimli bir kitabını yayınladık. Bahsi gelmişken şunu da söyleyeyim: “Sosyolog ve Tarihçi”, Fransızca’dan sonra ilk kez Türkçe’de yayınlandı.

Bu serilerden yayınlayacağımız kitaplardan birçoğu oldukça güncel, çoğunlukla son beş yıl içinde yayınlanmış çalışmalardan oluşuyor. Şu an yayın aşamasında olan kitap çalışmalarımız arasında; çağımızın Weber’i olarak adlandırılan, tarihsel sosyolojinin önemli isimlerinden Michael Mann’ın “Yirmibirinci Yüzyılda İktidar” ve İtalyan filozof Maurizio Lazzarato’nun “Borçlandırılmış İnsanın İmali” kitaplarını sayabilirim. Yakın zamanda da oldukça ilginç antropolojik çalışmalar yayınlayacağız; Saba Mahmood’un “Takva Siyaseti” (Politics of Piety) ve Sherine Hamdy’nin “Vücutlarımız Allah’ındır: Mısır’da İslam, Organ Nakli ve Haysiyet Mücadelesi”. İki isim de ilk kez Türkçe’ye çevrilmiş olacak.

Yine bu isimler gibi ilk kez Türkçe’ye Açılım Kitap üzerinden kazandırılacak ilginç bir kişi ise İsrailli mimar Eyal Weizman olacak. Weizman’ın “Metruk Diyar: İsrail’in İşgal Mimarisi” adlı kitabı siyasal antropoloji ile mimarinin mündemiç hale geldiği oldukça önemli bir metin. Türkiye polis akademilerinde Foucault’nun, İsrail ordusunda ise Deleuze’un okutulduğunu ara ara duyarız. Bu kitapta İsrail ordusunun nasıl Deleuze’ün fikirlerinden esinlenerek bir savaş mimarisi kurguladığına şahit oluyoruz. Bu kitabı şu sebeple de önemsiyoruz, maalesef Türkiye’de “Ortadoğu” ve “İslam coğrafyalarına” yönelik ciddi bir hamaset var. Hem coğrafi konum, hem tarihsel arka plan dolayısıyla “Ortadoğu”yu çok iyi bildiğimizi zannediyoruz ama en ufak bir krizde (IŞİD vb.) hiçbir şey bilmediğimizi görüp, televizyon ekranlarındaki analistlere mecbur bırakılıyoruz. “Metruk Diyar” gibi kitaplar bu anlamda önemli bir çabayı temsil ediyor.

Yine Weizman’ın yayınlayacağımız bir diğer kitabı ise Thomas Keenan ile birlikte kaleme aldıkları “Mengele’nin Kafatası” (Mengele’s Skull) isimli adli antropoloji tartışmaları üzerinden giden oldukça etkileyici bir metin. Bu kitabı önemli kılan bağlamlardan biri; Türkiye gibi devlet şiddetiyle, faili meçhullerle, asit kuyularından çıkartılan kemiklerle hesaplaşılmaya çalışan bir ülkede “bilgi üretmek” üzerine kurgulanmış yayınevlerine düşen bazı görevler olsa gerek diye düşünüyorum. Aslında burada hem Pınar Yayınları’nın hem Açılım Kitap’ın varlığını anlamlı kılan bir mesele olarak toplumsal sorunlara gündeliğin ötesinde müdahil olma misyonunu da hatırlatmakta fayda var. Tabi bu kadar güncel metinler basmanın da çeşitli handikapları olabiliyor. Bunu yine Mengele’s Skull kitabı üzerinden açıklamak gerekirse; Türkiye antropoloji camiasında şu an antropolojinin geldiği yer fiziksel antropolojiden sosyo-kültürel antropolojiye dönüş şeklinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi tarihsel koşulları dolayısıyla bu çok geç kalınmış tartışmalar ancak bugün yapılabiliyor ama Mengele’s Skull kitabı bize nasıl nesnelerin tekrardan sosyal bilimin kurucu aktörleri haline geldiğini, kafataslarının “süper özne”ye dönüştüğünü gösteriyor. Yani bugün gelinen noktada fiziksel antropoloji-kültürel antropoloji ikiliğinden çok daha öte bir noktadayız ama Türkiye’de tartışma önemli bir kesim için hâlâ buradan yürüyor. Bu da yayınladığınız kitabın henüz ‘erken’ olması gibi sonuçlar doğurabiliyor.

Cevabımı kısaca “Basiret” serisine de değinerek sonlandırmak istiyorum; bu seriden İslam hukuku, İslamcılık, İslam şehir mimarisi, İslam’da Kadın gibi son ikiyüz yılın kronik soruları halindeki tartışmalara dair alternatif, fikir açıcı ya da daha doğrusu yeni sorular sorduran kitaplar yayınlayacağız.

Pınar Yayınları, 30 yıldan fazla süredir pek çok kitap yayınladı. Bugün, Türkiye ve dünyada kültür alanında, düşünce alanında bir tıkanma yaşandığı söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yayınevi bu duruma karşı nasıl bir tavır takınıyor? Türkiye ve dünyada bu açmaza yayınevi olarak nasıl müdahil olmak niyetindesiniz?

Ben bunun klişe bir söylem olduğunu düşünüyorum. Bu tür genellemeci ve bağlamsız cümleler bizi bir yere götürmez. Bugün Türkiye’deki yayınevi sayısı, basılan kitapların çeşitliliğine baktığımızda özellikle çeviriler anlamında oldukça zengin bir düşünsel hareketlilik olduğunu görüyoruz. Bir de tabi işin şöyle bir boyutu var, dönemlerin nitelikleri genelde üzerinden belli bir vakit geçtikten sonra daha iyi görülebiliyor. Bu anlamda dünyada düşünsel bir tıkanıklık olduğunu söylemek bana anlamsız geliyor ama dönüp Türkiye’ye bakarsak ve telif eserler üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışırsak daha tutarlı şeyler söyleyebiliriz sanırım.

Az önce de söylediğim gibi Türkiye yayıncılık ortamında oldukça fazla sayıda ve kaliteli kitapların çeviriler yoluyla kazandırıldığını söyleyebiliriz. Tabi burada da sorulacak çeşitli sorular var; çevirilerin kalitesi, yayınlanan kitapların belli bağlamlar içerisine oturtulması gibi durumlar üzerine ayrıca konuşmak gerekir. Türkiye’de telif eser piyasasına baktığımızda ise öncelikle ‘edebiyat-dışı’ alana ilişkin konuştuğumu söylemem gerekir. Bizim yayın politikamızda edebi ve kurmaca eserler basmamak gibi bir kuralımız olmasa da aslî ilgi alanlarımızın dışında kalıyor. Edebiyat dışı telif eserler konusunda özellikle fikrî derinliği olan eserler bulup basmak konusunda zorluk çektiğimizi konuşmanın başlangıç kısmında da söylemiştim sanırım. Bu konuda yaşadığımız bir deneyimi paylaşmak isterim.

Biz Açılım Kitap’tan Seyyid Hüseyin Nasr ve Oliver Leaman’ın editörlüğünü yaptığı oldukça önemli bir yazar kadrosuna sahip olan 3 ciltlik “İslam Felsefesi Tarihi” kitabını bastık. Editörümüz Uğur Altun yaptığı inceleme sonucu, bu önemli çalışmanın boşlukta bıraktığı bazı tarihsel dönemler ve şahsiyetler olduğunu ve bunun da kısmen İslam Felsefesi’ni Şia merkezli bir okumaya tabi tutmaktan kaynaklandığını fark etti. Bu boşluğu kapatmak ve Nasr ile Leaman’ın çalışmasıyla karşılaştırılmalı olarak okunma imkanı olabilecek editoryal bir kitap projesi yapmaya karar verildi. Kitaba dair editoryal bir çalışma yapıldı ve taslak çıkartıldı. Daha sonra belirlenen sorular, dönemler ve şahsiyetler üzerine Türkiye’de yazabilecek isimlerin bir listesi çıkartılarak temas kurulmaya başlandı. Karşılıklı değerlendirmeler ile makale başlıkları ve içeriklerine dair ana hatlar belirlendi. Ancak ‘makaleler’ yayınevine gelmeye başladığında söylemesi biraz acı ama bir fecaatle karşılaştık. Wikipedia’dan hazırlanmış bölümler, kendi içinde düşülen bariz mantık hataları, anakronizm, hamaset… Maalesef projeyi rafa kaldırmak zorunda kaldık. Burada isim vermek olmaz ama bu bahsettiğim garabete imza atanlar önlerinde akademik titri olan, ismi bilinen edilen insanlardı. Şimdi buradan düşününce ciddi bir problem ile karşı karşıyayız.

Tabi burada yeri gelmişken şuna da değinmek gerekir. Türkiye’de tarihsel süreci de katarak düşündüğümüzde, özellikle İslami camia için, düşünsel çeşitliliği, fikrî derinliği oluşturan insanların akademi dışından olduğunu görüyoruz. Batı’da ise tam tersi şekilde okuduğumuz insanların neredeyse tamamı akademinin içinde bulunmuş insanlar. Akademinin özgür, eleştirel düşünceyi sınırladığı gibi eleştiriler yapılabilir ama burada şunu görmek gerek, akademi bilginin ve yeni üretimlerin sürekliliğini sağlayan bir şey, belli bir ciddiyetin ve kalitenin zorunluluğunu sağlıyor. Ancak Türkiye’de maalesef akademi bir tür kadro savaşına ve devlet memurluğuna dönüştüğü için doçentlerin, profesörlerin gülünesi yazılarına bolca şahit oluyoruz. Ancak Türkiye’de telif eser işini iyi yapabilen yayınevleri olduğunun da hakkını vermeliyiz. Bu bağlamda adı anılması gereken İletişim Yayınları’dır. İletişim Yayınları akademiyle kurduğu sıkı bağlantılar ve çıkardığı dergilerle oluşturduğu entelektüel ortam dolayısıyla sürekli olarak kaliteli telif eserler basıyor. Tabi bu işin kendine göre bir handikabı da oluyor. Yayınevine bir çevre oluşturabilmek ve yeni isimlerin üretime geçebilmesi için imkan sağlamak niyetiyle pek çok tezden bozma kötü eserin piyasaya çıkmasına da neden olabiliyor. Yine de önemli bir iş yaptıklarını söylemek gerek, bu bağlamda İslami camiada telif eserlerle anabileceğimiz yayınevinin ise Dergah olduğunu düşünüyorum. Belki bazılarının aklına Timaş Yayınları da gelebilir ancak bu yayınevinin kendisi, kendi emekleriyle telif eserler çıkarmaktan ziyade ticari bir şirket olarak rüştünü ispat etmiş isimleri transfer ederek yol alıyor. Bu ayrımı yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Cevat Hoca ile 2011 yılında uzunca bir mülakat gerçekleştirmiştik. Geçen 3 sene içinde yayınlanan, özellikle zikretmek istediğiniz, sizin için diğer kitaplarınızdan ayrı bir yere koyabildiğiniz eserler var mı?

Açılım Kitap’ı az önce konuştuğumuz için, burada yakın zamanda Pınar Yayınları’nda yaptığımız önemli çalışmaların birkaçından bahsetmek isterim. Öncelikle İslam düşüncesinin önemli klasiklerinden biri olan İbn Kayyum El-Cevziyye’nin “İ’lâmü’l Muvakki’în” adlı dört ciltlik eserini Türkçe’ye kazandırmış olduğumuzu söyleyeyim. Bildiğiniz üzere Pınar Yayınları olarak İslam düşüncesi içindeki ya da ‘gelenek’ diye bir kelimeden bahsedeceksek, ‘gelenek’ dediğimiz bütünün içindeki önemli bir çizgi olan Selefi fıkıh çizgisinin izini sürmeye çalışıyoruz. Bu eseri de bu bağlamdaki önemli çalışmalardan biri olarak yayınladık.

Pınar Yayınları’ndan “100 Yıl Önce Dünya” isimli yeni bir seri başlattık. Bu seride bir asır önce dünyadaki sosyal, siyasal olaylara tekrardan bakmaya çalışıyoruz. Döneme bire bir tanıklık eden ve bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış eserler varsa bunları da yayınlamaya çalışıyoruz. Mesela çok önemli bir metin olan, Ahmet Cevad tarafından kaleme alınan “Kırmızı Siyah Kitap”ı yayınladık. Bu kitap basıldığı dönem “Türk’ün Kara Kitabı” olarak adlandırılıyordu; Balkan Savaşları’na dair birincil dereceden bir şahitlik olan bu eser, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlamak için oldukça önemli bir çalışma. Yayınevimizde kolektif bir çaba sonucu ortaya çıkan ve belki de Türkiye’deki ciddi sözlü tarih çalışmalarından biri olarak anılacak “Binyılın Sonu: 28 Şubat Süreklilik ve Kopuş” kitabını da anmak gerekir. Üç ciltlik bu çalışma 16 kişilik bir ekip çalışması sonucunda oluşturuldu. 28 Şubat dönemine dair birincil şahitliklerden oluşan bu eser, aynı zamanda Türkiye’de İslamcılık çalışmaları için de atlanılmaması gereken bir çalışma oldu. Bunu indekse baktığınızda kolayca göreceksiniz ki çok zengin bir çalışma oldu, çünkü sadece televizyon yüzleriyle değil, aynı zamanda öğrenci hareketlerinin, örgütlerin, cemaatlerin içinden pek çok farklı isimle kendi hikayelerinin başlangıcından itibaren konuşmaya çalıştık. Son olarak da bastığımız bazı seyahat kitaplarını anabilirim burada. Adem Özköse’yi ve Demet Tezcan’ı anmamız gerekir.

Gerek telif, gerekse tercüme; yayınlayacağınız kitaplarda bulunmasına dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir?

Daha önce verdiğim cevaplar aslında bu soruyu da kısmen karşılıyor diye düşünüyorum ama yine de birkaç şey söylemek isterim. Bizim bir şeyi basmamız için yazarın bir sorusu, bir derdi olduğunu görmemiz gerekir. Yani bu kitap neden kaleme alınmış, bir tezi var mı? İkinci kriter ise emek ve ciddiyet meselesi. Kitap yayınlamak sorumluluk gerektiren bir iş; yazar bir konu üzerine kalem oynatacaksa, o konu üzerine daha önce kaleme alınmış, söylenmiş sözlerden haberdar olmalı, metninde onlarla hesaplaşmalı ve kendi içinde tutarlılığı olan bir izlek sunmalı. Diğer türlüsü bizim hem okurlarımızı hafife almamız hem de bu konuda dirsek çürüten, kafa patlatan insanların emeklerine saygısızlık yapmamız anlamına gelir. Yazar pozisyonundaki insanların bir kısmında da anlaşılmaz bir özgüven ve umursamazlık hali var; hiç çekinmeden bir teorisyeni alıp salatada malzeme olarak kullanabiliyor, bizim bu tür ciddiyetsizlikleri basmak gibi bir lüksümüz olamaz.

Tabi yayınevlerinin dışarıdan bakınca gözükmeyen pek çok derdi oluyor. Mesela siz bizim sadece bastığımız kitapları görürsünüz, reddettiklerimizden çoğunlukla haberdar olmazsınız, ya da kitapların sadece son haliyle karşılaşırsınız. Hem çeviri hem telif eserler için yayına hazırlıklarda ne tür zorluklar çekildiğinden; tashih ve redakte çalışmalarının niteliğinden çok da haberdar olmazsınız. Burada çok dikkatli okuyucuları istisna olarak ayırıyorum. Bunlara ilaveten İz Yayınları’nın “Tüm kitaplar bir kitabı daha iyi anlamak için okunur” mottosunu benimsemiş bir yayınevi olarak, İslam’a “küfreden” kitapları da yayınlamayız. Ancak buradan eleştirel metinlere yer vermeyiz gibi bir yanlış anlaşılmaya kapı aralamayalım. Bu açıdan bir çok yayınevine göre daha açık olduğumuzu söyleyebilirim. Genelde Türkiye’de işleyiş şu şekilde oluyor; İslami camiadan sayılabilecek yayınevleri çeviri eser yayınlarken ‘solcu’ları basmayı çok da dert etmezler ama iş telif esere döndüğünde yayıncılık dünyasında bir tür kutuplaşmadan bahsedebiliriz. Biz bu tür tedavülden kalkması gereken bariyerleri mümkün oldukça geçersiz kılmaya çalışıyoruz. Düşünsel kaliteyi belirleyen kesinlikle yazarların kimliksel adlandırmaları olmuyor. Bu sebeple yazara değil, metne bakmayı tercih ediyoruz.

Geçenlerde Kemalizmi bir ilahiyat olarak gündelik tezahürleriyle birlikte okuyan “Dekalog” isimli oldukça önemli bir eleştiri yayınladık. Bu kitabın yazarı Osman Özarslan örgütlü sol içinden gelen, hatta bu sebeple cezaevi tecrübesi bulunan biri, ancak bizim için yukarıda saydığımız kriterlerdir önemli olan ki kendisi bunların hakkını vermiştir. Bu söylediklerime ilaveten özeleştirel birkaç şey de söylemek isterim. Gönül ister ki hiçbir zaman kötü kitap basmıyoruz diyebileyim ama maalesef çeşitli sebeplerden dolayı bunun istisnaları oluyor. Bu sebeplerden biri ticari kaygılar; yayıncılık piyasasında popüler kitap basmadan ‘idealist’ bir yayıncılık yapmak gerçekten çok zor. Bu sebeple ara ara ekonomik sebeplerle bastığımız kitaplar oluyor. Bir de yayınevleri kişilerden uzak bürokratik, profesyonel kurumlar değil, zaman içinde yayınevine çok ciddi emekleri olan pek çok insan var ve bazen kişisel ilişkiler, hatır gönül ilişkileri dolayısıyla kitap basılmak durumunda kalınabiliyor. Ama tabi bu tür durumları mümkün oldukça azaltmaya çalışıyoruz.

 

Mehmet Erken konuştu

YORUM EKLE