Yardımı sen kendin vereceksin!

Kurumlardan batıp gideceğiz bir gün! Yardım derneği üzerine yardım derneği kuruluyor. Nereye varacak bu işim sonu?

Yardımı sen kendin vereceksin!

Abdurrahman Arslan'la sohbetimiz devam ediyor:

Abdurrahman ArslanLiberalizm hem dine saygılıdır, hem de dinin altını oyar

Modernlikte üç şey tartışılmıştır. Bu iş o kadar mesele değil. Liberalizm bizzat dinin kendi içinden filizlenip çıkıyor. Yani dışarıda, orada, burada değil. Liberalizmin içinden çıktığı toprak, bizzat dinin kendisidir. Liberalizm hem dine saygılıdır, hem de dinin altını oyar. Çünkü Hıristiyanların mantığına göre kutsal olanı yıkıyor. Şimdi liberalizm toplumsal ve siyasal bir proje olarak ortaya çıkınca, burada meydana getirdiği değişimlerden ötürü toplumda ciddi bir endişe uyanıyor. Çünkü çok hızlı bir değişim... Birden bire değiştiği için de, dindarlar bunun karşısında etkisiz kalıyor.

Bu defa muhafazakârlık bir proje olarak kendini inşa ediyor o değişime karşılık. ‘Tamam, tamam, değişelim de ama muhafaza etmemiz gereken şeyler de var’ dediler. Dolayısıyla değişimi kabul ettiler. Aynı zamanda da değişimin içerisindeki hızlı değişime mani olmaya çalıştılar. Liberalizmin yıkıp etrafı dağıttığı, yoksulluğu artırdığı iktisadın kapitalizmine karşı da bu sefer Marks çıkıyor. Sosyalist fikirleri ile beraber sosyalizmi kuruyor. Dolayısıyla muhafazakârlık liberalizmden gelen yıkıcı kapitalizme karşı sosyalizm… Bu üçlü modern dünyayı inşa eden, bugün Amerika’da da tartışılan bir konumda da aynı zamanda… Sosyalizm de modernizmle aynı paradigma içinde… Eğer paradigmanın sosyalist tarafı çöktüyse; liberal tarafı da hastadır. O da bir gün çökecek demektir. Buna itiraz etmemek lazım…

Medreseler diyoruz ama. Bakıyorum ki kirlenmemiş, pisliğe bulaşmamış hiçbir ilim ehli yok. Başta El-Ezher olmak üzere… Bir kere Batı karşısındaki bu kompleksten kurtulmadan sağlıklı bir İslam ilmi kurmak mümkün değil… Düşmanlık değil. Ama biz kendi yerimizi onlar da kendi yerlerini bilmek durumundadırlar.”

Chavez’in İslam dünyasına olan tavrı sadece politik bir tavır değil

Madem medreselerde bir şekilde var olana entegrasyon varsa, sistem bir şekilde bunun içerisindeyse, bunun için bir şey üretemiyorlarsa; bizim için de bir çözümü olmuyor demektir. Oysa dünya kategorisinden baktığımızda ise Hamas, Hizbullah gibi böyle direnişi örgütleyen veya farklı bir dil üreten, hatta dünyada mazlumlara kadar ulaşan bir ses bu tarzda yeni bir üslup, yeni bir dil-bize ilmi anlamda da farklı bir şey, âlim kökenli bir hareket- anlamında farklı bir alternatif üretmiyor mu? Veya üretiyorsa biz bunu nasıl modelleyebiliriz?

Hugo ChavezBu güçlü kurumlarımız da gerçekten de çok güçlü bir modernlik karşısında yara aldılar. Ezher niye burkayı engellemek mecburiyetinde kalsın? Senelerden beri öyleydi. Mademki yasaklayacaktı; 50 sene öncesinde deseydi ki “bu İslam’a uygun değil.” Konjonktür değiştirdiği için bir şey söylenmesinin bir anlamı yok. Dolayısıyla burada zihin, karşılaştığı durum karşısında direnç gücünü kaybetti. Müslümanların genelleştirecek şekilde zaten mazlumlar için bir söylem imkânı olabilseydi ben şuna inanıyorum ki Güney Amerika’nın hepsi Müslüman olurdu. 500 yıldır diyor ki; “bizi sömürüyorsunuz”…

Dikkat edin, onun dediği 500 yıl tam da misyonerlerin oraya gidip karşılarında en çok duran medeniyetleri imha ettiği zamandır. Tarihin hiçbir döneminde insanlar dilleri ve dinleriyle birden bire bir değişikliğe uğratılmamışlardı. Portekizce ve İspanyolca konuşuyorlar. Hatta bence Chavez’in Müslüman dünyaya olan tavrı sadece politik bir tavır değil. Ama bazen yaşamadan “bu neden böyle?” denilemez. Şimdi biz mesela Ezher neden böyle diyoruz? Ama Ezher bu kompleksten kurtulamıyor. Belki de biz bu modernliği yaşadık. Biraz da ondan dolayı böyle baş kaldırıyoruz. Batıda da mesela modernizme karşı çıkanların büyük çoğunluğu, modernizmden gelen insanlar…

Modernizmin tuzağına düşen İslamcılar, bu tuzağa düşünce; onların bu tarafa olan düşmanlıkları artıyor. Onlar liberalizmin getirdiği felsefi tehlikenin farkında değiller. Politik düzeyde kavrıyorlar bunu. Politik düzeyde de kavradıklarında sanki itikadi düzeyde problem olmayacak gibi algılıyorlar. İslamcılık da her şeyi politik düzlemde kavradı. Dolayısıyla da İslam tarihini Muaviye’den itibaren çok politik bir düzlemde okuduk. Ama Müslümanların sosyal tarihi yaşarken haram, helal kavramlarına nasıl dikkat ettiğini önemsemediler. Dolayısıyla da bütün bir tarihi işe yaramaz ilan ettiler.

Bizim geleneğimizde takva ‘iktidar’dan daha önemlidir

Aslında biz de modernitenin tuzağına düştük. Bu ümmetin geçmişini modern tarih algısı içinde siyasal düzlemden okuduk. Ama bizim geleneğimizde önemli olan takvayı öneren âlimin hayatıdır, yaptıklarıdır. Bu iktidardan daha önemlidir. Çünkü onun hayatını düzenleyen onun bildiği takvadır. Dolayısıyla da İslam toplumunun politik konumlaşması da farklıdır. Mesela Ali Abdürrezzak’la İslam devleti tartışmalarında düşülen en büyük tartışmalardan biri budur. O yüzden bizdeki ulema önemlidir. Görüyorsunuz, bütün bu şahlar, sultanlar gitti. Kaç tanesinin adını biliyoruz? Ama, işte kimi biliyoruz? Gazali’yi biliyoruz, Ebu Hanife’yi biliyoruz, Şafii’yi biliyoruz, Maturidi’yi biliyoruz. Ulema olarak biliyoruz. Çünkü işin bu boyutu var. Bakın, biz kendi fıkhımızı üretebilirsek… Çünkü bir fıkıh üretmek aynı zamanda bizim ilim ehlinin söylediklerine ve onun söylediği şekilde yaşamayı da kabul etmek anlamına geliyor. Bu olduğu zaman bırakın, bu devlet kimin olursa olsun. Onun için bence Muaviye’yle ilgili taban çok öncelere gitse de ondan sonra Müslümanlar çok da önemsemediler. Çünkü gündeme kimse müdahale edemiyordu ki. Osmanlı bile müdahale edememiştir.

Biz ne diyoruz? Gasp edildi, İslam kalmadı. Yok, böyle bir şey… Bu önemsemezlikten geliyor.

Hiçbir tarih okuması masum/değerden bağımsız değildir

Müslümanların bir tarih perspektifi yok. Kullandığımız bu dille, Müslümanları Batı’nın tarih yöntemiyle tarif ediyoruz.  Bir kere bu sağlıklı değil. Bu kabul edilir bir şey de değil. İkincisi bu bizi doğruya da götürmüyor. Dikkat edin güçlü tarih okumaları çıkmıyor. Onun için bence tarih anlayışımızı, tarih okumamızı yeniden düşünüp, konuşmamız lazım… Müslümanlar için bir tarih felsefesi, bir tarih okuması… Geçmişi nasıl okuyacağız? Hiçbir okuma masum değildir. Biz geçmişi nasıl değerlendireceğiz? İşte Muaviye’nin gasp ettiği bir tarihte bütün bu zalimlerin aracılarını mı okuyacağız? Yoksa bu tarihin boşuna yaşanmış bir tarih olduğunu mu ispat edeceğiz? Yoksa acaba bu Müslümanlar doğarken, ölürken, üretirken, tüketirken nelere dikkat ettiler? Buna bir sosyal tarih mi diyelim? Her tarih okuması ideolojiktir. Geçmişi yeniden inşa ediyorsunuz. Mesela İnsan Yayınları’nın tercüme ettiği güzel bir kitap var:“İlkelliğin İcadı”… Ortaçağın inşası… Batı’da bu tür yeni tarih okumalarına yöneldiğinde yeni kitaplar çıkıyor ortaya. Bizimkiler aynen Muaviye’nin tarihinden eksiltiyorlar. Onun haricinde de bir şey yok. Genel olarak da bir tarih savunması vardır: Bizim tarihimiz güzel tarihtir. Şimdi bir sergi açılmış; İslam Tarihinde Teknik ve Teknolojik İlerlemeler…

Pozitivizm karşısında Müslüman zihin kendini yeni hissediyor

Hocam geçmişte sosyal tarihin ihmal edildiğini söylüyorsunuz. Ama şu anda sosyal tarihin tek başına ön plana çıkarılması, geçmişte yapılan siyasal tarihin ön plana çıkarılması kadar bir hata değil midir? İkisini beraber almak gerekmez mi? Mesela Ezher’de bir şey üretilmiyor; Türkiye’de de bir şey üretilmiyor diyoruz. Ulema siyasi anlamdaki tavırla kendini geliştirmediği müddetçe ürettiği fetvalar da hep kısır döngü içerisinde hareket edecektir. Dolayısıyla o, sosyal anlamda gelenekten birçok şey söylüyor; ama günün şartlarına göre bir tavır ortaya koymuyorsa, bu ciddi bir sorun değil midir?

Pakistan’daki sorun bu değil midir? Yine Mısır’da İhvanı Müslimin’in çok ciddi bir kitlesi var. Birçok şey üretemeye çalışıyorlar. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar; ama ortaya siyasi anlamda bir şey çıkmıyorsa bunun nedeni bahsettiğimiz şeylerde aranmalı değil midir? Buradan Türkiye’ye de geleceğim. Türkiye, siyasi anlamda madem bir eklemlenme sürecine girdiyse; Türkiye’den bu noktada bir şey beklemek biraz haksızlık olmuyor mu?

FadlallahŞimdi burada benim gördüğüm bir şey var; mesela ben Fadlallah’ı çok seviyordum-Allah rahmet etsin-. Ama bu gen meselesinde bence meseleyi çok iyi anlamadan fetva verdi. Burada şunu görüyorum: Pozitivizm karşısında Müslüman zihin kendini yeni hissediyor. Papa karşı çıkarken, bizimkiler fetva verdiler. Oysa biz biliyoruz ki Papa’nın karşı çıkması çıkmaması önemli değil. O iş kabul edilebilecek bir şey değildir. Bundan dolayı da modern ilim karşısında, ya da tıp olarak, fizik birimi olarak, önümüze gelen modern ilim karşısında Müslüman zihin kendini aşağılık kompleksinde bularak onu onaylıyor.

İslamcılığın başından beri böyle bir sorunumuz var. Hıristiyanlık da başlangıçta bilimin pozitivizmle bulduklarıyla kendi söylediklerini doğrulamaya çalışmıştır. Ama bir müddet sonra da kendisi bilimin bir parçası olmuştur. Şimdi bizde de uzun zamandan beri böyle bir şey vardır. ‘Bu zaten İslam’da da var, bu zaten İslam’la çatışmıyor’ gibi söylemler... Biz neyi söylüyoruz? Post-modernizmden, oradan, buradan etkilenerek cesaret bulup söylüyoruz. Elbette ki politik olan bu… Ama bir de şimdi dönüp bakalım. İslamcı düşünce doğup geliştiğinde iktidar anlayışı nasıldı? Biz genel olarak iktidarı nasıl düşündük? Laiklerin, kâfirlerin gitmesi; oralarda Müslümanların gidip yerleşmesi… Acaba bu mudur iktidar? Burada bir el değiştirme var, doğrudur.

Belli bir şey vardır. Oraya Müslümanlar gidiyor, idare ediyor o kurumlar aracılığıyla. Müslüman olmayanlar da gidiyor, yine o kurumlar aracılığıyla idare ediyor. Ulus devletin eşitlikçi ideolojisi ve bunu dağıtmak için kurduğu kurumlar İslam’ın adaletini dağıtmak için yeterli midir, değil midir? O zaman nasıl bir kurumsallaşma olacak ki biz İslam’ın adaletini savunalım. Ya da gerçekten İslam’ın adaleti nereye kadar kurumsallaşmaya cevaz veriyor, nereden sonra vermiyor? İslam’ın adaleti demiyor ki yardım toplayan dilenci kurumlar kurup el-âlemin kontöründen faydalanıp gidin yardım verin. İslam’ın adaleti başlangıç olarak diyor ki ‘herkes kendisi yardım etsin.’ Şimdi bu terk ediliyor. Bunun karşısında kurumlar kuruyorsunuz. Kurumlar eleman alıyor. Sonradan gelen, toplanan yardımların bir kısmı o elemanların maaşlarına gidiyor. Kurumsallaşıyor. Zaten batı bunları kurmuş. Biz niye Batı’ya karşı çıkıyoruz ki? Batı eşitliği, bütün sorunlarını çözmek için kurum inşa etmek… Şimdi batıda ne diyorlar? Kurumları inşa ederek yok olduk. Kurumlar bizi ezdi, kişiliğimiz bitti. Günde kiliseden veya herhangi bir yerden çok kurumlarla karşı karşıya geliyoruz. Kiliseye sadece bir rol bıraktılar yoksullara bakması için. Dolayısıyla diyor ki: “Ben tarladan çok kurumlarla karşı karşıyayım.”

Modern Dünyada Müslümanlar, Abdurrahman Arslanİslam’ın sosyal dünyası ve kadın

Şimdi böyle bir Müslüman toplum mu istiyoruz biz? Bu bir alternatif değil. Burada olması gereken bunların sorgulanmasıdır. Sadece fetva vermek yetmiyor bence. Bir de bakalım hakikaten. İslam’ın sosyal dünyası nasıl bir dünyadır? İslam nasıl bir sosyal dünya kurmak istiyor? Sık sık örnek veriyorum anlaşılması için. Mirası dağıtırken; kadına bir hisse veriyor, erkeğe iki hisse veriyor. Böyle bir dünyada düşündüğünüzde haksızlıktır, hâşâ… Ama İslam’ın sosyal dünyası içerisinde kadının başka haklarıyla düşündüğünüzde tam gediğine oturuyor. Ben de her zaman dediğim gibi bunu zihnime oturtamadım uzun bir süre.

Bir gün, ikindi namazını kılmak için mescide girmiştim. Hocanın etrafında toplanmış gençler, sohbet ediyorlar. Hoca, şöyle diyordu ben girdiğimde: “bir kadının eğer eşinin işi bozuk da sıkıntı çekiyorsa; o kadına eğer durumları iyiyse kocasının erkek kardeşlerinin bakmak mecburiyeti vardır.” Burada bir şey çıktı ortaya. Bununla beraber işi ele aldığınızda bunun bir anlamı var. Ama siz eşitlikçi bir ideoloji üzerine kurulmuş ama asla da eşitlik üretememiş, sağlayamamış bir hukukun mantığından dönüp baktığınızda ortada evet, çarpık bir şey çıkıyor. İşte, bugün Müslümanları da öyle… Orada neden böyle? Ama acaba İslam nasıl bir sosyal dünya kuruyor? Ama eğer Müslümanlar bunları düşünmez ise; merak etmeyin, boşanmalar için yarın yeni vakıflar da kurulur. Yardım toplamak için yeni vakıflar kurulur. Evlenenler için yeni vakıflar kurulur. Hiç merak etmeyin. Bilhassa bu toplumun insanı, Müslüman’ı vakıf kurma hastalığına yakalanmış.

Bir ilke bozulacağına...

Eskiden mesela bir program olduğunda yardım toplanıyormuş. Evden toplanıp üç-dört kişi, bunları gönderiyorlarmış. Yardımlarını dağıtıp geliyorlar ve bu evde onları gönderen kişi karşısında hemen sıcağı sıcağına hesap veriyorlarmış. Sonra, iş bitti. Orada bir kurum yok. Orada kendi, başkalarının üzerinde tahakküm kuracak, otorite haline dönüşen adamlar yok. Hesap verdin, bitti. Siz hangi parayı verdiğinizde kurum gelip size hesap veriyor? Bunun İslam’ın neresinde, hangi kitabında yeri var? Niye Müslümanlar kalkıp demiyorlar? Niye bize hesap vermiyorlar? Diyeceksiniz ki, bunlar olmazsa gitmez. Gitmesin. Bir ilke bozulacağına, varsın on tane Müslüman acından ölsün. Çünkü bir gün o ilke bizi yeniden kaldırabilir. Ama o ilkeyi yıktığın zaman yeniden elde etmen bir daha mümkün olmuyor. Gelmiyor, düzelmiyor. Biz bunu tecrübemizden gördük. O zaman bu ilke mi, yoksa bu pragmatizm mi? Zihin böyle ancak dinamize olur.

Her zaman anlatırım. Dual marka bir pikabı vardı arkadaşımın. Gittik; dünyanın meğer en pahalı, son model pikabıymış. On tane üst üste koyuyorlar, otomatikman çalıyor. Gittik Kadıköy’de bir hana. Sonra bir adam geldi bozuk bir Türkçe konuşan. Sonra anladım ki İtalyan’mış, bu Levantenlerden. Baktı, dedi bunun iki şeyi bozuk. Biri dedi biraz iş görür. Ama biri hepten bozuk… Arkadaş dedi, “bizim paramız yok. Birini yap, diğerini de sök.” “Bir Dual pikap” dedi usta; “böyle çalışacağına hiç çalışmasa da olur.” Ya ikisini de düzelteceksiniz. Ya da bu olmaz. Şimdi işte Müslüman’ın o ikiyüzlü, o kötülük zihni yok. Efendim, Pakistanlılar aç… Ama bir taraftan o paralar nereye gitti, belli değil. Hesabını da vermek… Bir sürü bir şey hediye ediyoruz. Ama Allah’a karşı da hesap veriyoruz. Hesap vermek, aynı İslam’ın ahlakıyla tamamlanmıştır. Eğer yapmazsanız bir müddet sonra insanlar size asla yardım etmezler. Ve bak göreceksiniz, 3-5 sene içerisinde Müslümanların büyük çoğunluğu yardım etmeyecekler. Aynen hasta gelmediği için morali bozulan doktorlar gibi Türkiye’de ve İslam dünyasında büyük bir hadise olmadığı için eminim ki yardım platformların morali bozuluyordur. Büyük hadise olduğunda ise güneş doğuyor üzerlerine. Çünkü aynı zamanda kişisel bir rant da getiriyor, sizi aktör yapıyor. İslam dininde ya da hangi ahlakta bunun yeri vardır? Söyler misiniz bana, lütfen? Niye bu Müslümanlar hesap sormuyorlar? Miskinler… Sürekli vicdanlarını tatmin ediyorlar. Orada bir takım kanuni işler yapılıyor diye “dur, buraya yardım yapayım. Rahatlayayım.” Bu bir rahatlamaysa; ranttır bence. Diyeceksiniz, sen bunların kalbini mi biliyorsun? Ben bilmiyorum, ama bence böyle. İşçisine asgari ücret veriyor, açlığa mahkûm ediyor. Ama bir taraftan gidiyor, açlara yardım ediyor. Söyler misiniz, bunun hangi kitapta yeri var?

Modern dünyanın 'diğer' Müslümanları

Yardımı  gösteriye dönüştürmeden yapmalı

Mesela yardım kuruluşları -180 kişi çalışıyormuş birinde- ve baktığınızda kaç tane arabaları var ve kimse çıkıp bir şey yapmıyor. Eskiden insanlar yardım yapacakları zaman, hiç kimsenin görmeyeceği şekilde ihtiyaç sahiplerinin kapısına bırakıp kaybolurlardı ortalıktan. Fakat şimdi birçok kuruluş yarış halinde sanki; bir dernek kurulup biri kapanıyor, vakıf üzerine vakıf açılıyor!  Son zamanlarda zaten bir su muhabbeti almış gidiyor, neymiş efendim su medeniyeti kurulacak...

İslam kötülüğe götüren yolları kapatır

Bu fakirlere yardım meselesinde mirasta hak paylaşımında varislere payları dağıtılırken, orada hazır bulunan fakat mirastan herhangi bir pay sahibi olmayan kişilere de hak verilmesi, fakirin hakkını gözetmektir aslında, diyoruz.

Evet, dediğinize katılıyorum. Fakirin hakkını koruma yollarından biri de miras paylaşılırken, herhangi bir hakkı bulunmadığı halde orada hazır bulunan fakire de pay verilmesi, onun en güzel şekilde gözetilmesidir. Ben bunu insan hakları ile ilgili bir konferansta dile getirmiştim. Bugün batıda insan hakları kavramı köleliğe karşıdır. İslam ise öyle olmayıp insanları o kötülükten uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Yani mevcut olanı yıkmak değil, onu oluşturan yolları kapatır İslam. Dolayısıyla sürecin içerisinde batılı insan haklarını kuramıyorsunuz. Sizin amacınız yoksulu korumak değil, ona yardım etmektir. Bu biraz farklı bir şeydir. Yani Müslüman'ın Avrupa vilayetlerinde savunabileceği cinsten bir durum değildir bu. Burada devletle birey arasındaki bir ilişki söz konusudur. Burada insan dediğiniz zaman yardım edeceğiniz insan vardır, birey ya da kutup yoktur. Mevcut devlet Adaleti sağladığı zaman Ahmet'i Mehmet'i değil, tüm insanları gözetmek zorundadır.  O zaman bu durumda adaleti sağlayarak özgürlük savunulmuş olur. İnsan hakları ise başka şeylerden bahseder. 

 

 

 

İsmail Duman konuştu 

YORUM EKLE
YORUMLAR
zehra
zehra - 13 yıl Önce

bizi bilgilendiren bu uzun ve keyifli sohbetiniz için teşekkürler...