TRT 2’de yayınlanan Mecaz programında yolda olmanın, yola izler bırakayım ve benden sonrakiler bu izlere basa basa beni takip etsinler demek olmadığını söylüyorsunuz. Ben de aslında bir acemi okur olarak şiirlerinizi daha iyi anlamak üzere ifadelerinizi mercek altına alıp tipide yaptığınız koşunun ardında kalan izleri sürmeye çalıştım. Bu yüzden öncelikle eserin başlığını uzun uzadıya irdelemek istedim.
Yol, yolculuk ve ölüm ekseninde başlık sizin için ne anlam ifade ediyor? Eserinize bu ismi vermenizin asıl nedeni nedir?
Hayat genelde bir yolculuk metaforuyla anılır fakat bu normal bir serüven. Yani yolculuk dediğimiz şey, her şey yolunda giderse yolculuk olur ama bir hatta birden fazla şeyler yolunda gitmediği zaman temponuzu artırırsınız. Hem kalp atışlarınız hızlanır hem adımlarınız. Kalbinizle adımlarınız birbirine uyum sağlamaya çalışır. Bu durum genelde sanatçıların ve özellikle şairlerin yaşadığı bir durumdur. Dışarısı bir tipi manzarası ve siz durduğunuzda, tipi karşısında hareketsiz kaldığınızda savrulur gidersiniz, donarsınız. Tipinin hızına -yani tipi de bir koşudur aslında- uyum sağlayabilmek için temponuzu ona uydurmak zorundasınız. Hayat bu anlamıyla bir tipide koşu manzarasıdır. Siz tipide koştunuz mu, bilmiyorum ama ben Doğu’da askerlik yaptığım için biliyorum. Nefesiniz bile donar. Nefes nefese gelirsiniz ve bir de bakışlarınız donar. Yani bakışın donması, her şeyi artık bembeyaz görmeniz demektir. Belli bir şeyden sonra artık göremezsiniz, tabii ki. Onun için kar maskeleri takılır. Aksi takdirde gözleriniz şapır şapır yaşarmaya, kanlanmaya başlar ve gözleriniz uzun süre göz nezlesi gibi olur çünkü bu, hayat karşısında bizim ona ayak uydurmamızın zorladığı, dayattığı, gerektirdiği bir durumdur. İsmet Özel’in “Şiir Okuma Kılavuzu” diye önemli bir kitabı var, biliyorsunuz. Orada der ki: “İnsan dünyaya gelir gelmez bir saldırıya maruz kalır.” Çocuk oksijenle karşılaşır ve oksijeni ciğerlerinde hisseder hissetmez ağlamaya başlar çünkü ilk kez tanışmıştır ve ona nasıl adapte olacağını bilemez, bunu ağlamakla gösterir. Biz de yaşarken hayatımızın her kesitinde hayatın zorlukları, sıkıntısı ve bize saldırıları karşısında savunma mekanizmaları geliştiririz. Ölüm gerçeği ile mücadele ederiz. Ölüm en büyük gerçeğimiz… Yoksullukla, soğukla, sıcakla, tehlikelerle, karanlıkla mücadele ederiz. Bunların hepsi insana saldırıdır ve insan buna bir karşı koyma silahı geliştirir. Şairler şiirle bunu gerçekleştirirler. Şiir, insan olarak bir şairin hayata karşı kullandığı savunma silahıdır. Ben bu kitapta genelde hayat karşısında aciz kaldığım, üstesinden gelemediğim durumları dillendirmeye, ifadelendirmeye çalıştım. Bu muhatabı olmayan bir şikâyetti. Bunu kime şikâyet ediyorsun diye sorsalar, belli bir mercisi yok. Bu durumun karşısında üstesinden gelebilecek ve şikâyetimi arz ederek bana fayda sağlayacak bir mercisi yok. Allah’tan başka…
Kitaba da adını veren “Tipide Koşu” şiirinizde “kar kürüme” ifadesine yer veriyorsunuz. Bildiğimiz üzere kar kürüme aracı yoldaki karları kendinde biriktirerek yolda ilerler. Bu bakımdan yolun, insan için bir birikim olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, “Hüner birer birer ölebilmektir. / Aldığın nefesi, verdiğin sesi / Çabuk gelen ömrün kış mevsiminde / Çığlık bir çığ olur düşer evlere / Yol yürümek değil, kar kürümesi” diyorum. Bu kar kürüme; etrafında, sağında, solunda, daha çok önündeki yürümeye engel olan barikatları kaldırmak ve engelleri bertaraf etmek aslında, yürümeyi ona bir araç kılmak. Yani insan yeryüzünde, hayatta yürürken şöyle bir etrafı temaşa etmek için değil de önündeki karları kürümek için yürür. Bu da demin bahsettiğimiz hayat karşısında mücadeleyle ilgili olan bir şeydir. Yani biz yaşadığımız sürece ilk günden beri ölümü içimizde taşırız. Bir çekirdek, öz gibi… Sokağa adımımızı atar atmaz, pusu kurmuş ölümler olduğunu tasavvur ederiz bir yerlerde. İşte “Karşıdan karşıya geçerken dikkat et!”, “Yukardan bir şey düşebilir!” gibi bir yığın şey vardır. Biz aslında bunları bertaraf ederek yola çıkıyoruz. Her adımımız aslında bir nevi tedbir, bir mücadele ve savaşım. Onun için yol yürümek değil, kar kürümesi…
Tabii ben bu şiiri annemin ölümü üzerine yazdım. Yaşama sevincinin insanlarda eksik bir duygu olduğuna inanıyorum yani hep inkıtaya uğrayan bir duygu olduğuna kanaat getiriyorum çünkü biz onu düşünmediğimiz zaman ölüm yoktur, düşündüğümüz zaman vardır. İnsan ölümü düşünmediği zaman hayattan keyif alır. Ölüm belki de en büyüğümüz bizim. Hani en büyüğümüz bir ortama gelinceye kadar biz şen şakrak oturur, kalkar, hoplayıp zıplar, kahkaha atar ama en büyüğümüz geldiği zaman ayaklarımızı toparlarız. İşte ölüm ciddiyeti de artık bizi bir anda ayaklarımızı toparlamaya davet ediyor. Bu yürüdüğümüz yol, bir yere ulaşmaktan ziyade yolumuzun üzerine çıkan engelleri bertaraf etmek için bir mücadele sürecini ifade etmektedir. Zaten bunun için tipide koşudur bu, yoksa tipi olmasa bir yağmur çiselemesi olsa gayet romantik bir yürüyüş yapabilirsiniz. Güneşli, bulutlu bir havada yürüyebilirsiniz ama hayatta bir tipi var, neresinden bakarsan. Mesela ne diyorum: “O kır düğünleri, pazar günleri / Herkese bir ömür yetecek yalan” O pazar günleri hava ne kadar güzel, kır düğünleri falan filan diyoruz ya hani, bunların hepsi yalan. “Günden çalıp yemek her öğünleri / Ağzının payını almamış gibi / Canımsın, gülümsün, benimsin falan” Yani insanlar birbirlerine hiç ölümden ders almamış gibi “Benimsin, canımsın.” der. Bunlar yaşama sevincinin eksikliğini gösteren şeylerdir. “Susmadığın kadar yaşıyorsundur” çünkü sustuğun zaman hiçbir yerde değilsin, hiçbir olayın içine karışmıyorsun.
Kenardan izliyorsunuz.
Evet, kenardan izliyorsun. “Susmadığın kadar yaşıyorsundur / Uyandığın kadar derin uykudan”. Uyuduğun zaman da yoksun, yaşamıyorsun. “Bilmediğin kadar bazı şeyleri”. Yani bildiğin zaman başka türlü bir şey oluyor. “Kim bilir belki de o son uykundur / Evden kovduğun gün endişeleri”. İşte endişeler, korkular, ölüm korkusu vesaire…
Tabii benim ölümle ilgili çok şiirim var ama bu daha mahsus bir ölümle karşılaşma çünkü benim birinci derece yakınlarım içerisinde ilk kaybettiğim annem oldu. O zamana kadar genelde hep başkasının ölümünü yazmıştım. O zaman bunu yazdım ve evinin içinde birinci derecede bir kişi ölümle uzaklaşmışsa insan, hayatı yeniden yorumlamaya başlıyor. Eşyalar, kelimeler, hisler, istekler, önem sırası, her şey yer değiştiriyor. Hayatta, dünyada yer değiştirenle beraber zihnindeki şeyler de yer değiştiriyor. Yani insanın bir yakını dünya-ahiret dengesi içinde yer değiştiriyorsa senin de zihninde bir şeyler yer değiştirir, ister istemez. Bunu söylemeye çalıştım. “Meğer herkes genç yazılmış kütüğe.” Herkes ihtiyar, kütüğe genç yazılmış. “Herkesin verilmiş bir sözü varmış / Yarı yolda kalmış, çıkmış çürüğe / Anne ölür biter uyku nöbeti / Zaman meğer boş beşiği sallarmış.” Aslında hiçbir şey yok gibi. Bu şiir, kitaba ad oldu ama yer yer diğer şiirlerde de bu şiirin izleri var. Ölüm teması bir hayli etkili.
Zarar Ziyan şiirinizde Kur’an-ı Kerim’den bir sureyle metinler arası bir bağlantı kuruyorsunuz. Bu şiirin günümüzdeki duruma bir uyarı niteliğinde, işaret ettiğini söyleyebilir miyiz?
“Veylun lil mutaffifin.” Yani “Yazıklar olsun! Ölçüde, tartıda hile yapanlara! Onlar yeniden dirileceklerine inanmıyorlar mı?” diyor ayet-i kerimede. Bu aslında sosyal meseleyi varlıksal meseleye dönüştürme noktasında kaleme aldığım bir şiir oldu. Yani şöyle söyleyeyim: Biz sadece aşk, sevgi, gurbet, yoksulluk ve haksızlıktan etkilenmeyiz. Aynı zamanda toplumsal hadiseler de bireysel dünyamızı etkiler. Ölçüde, tartıda hile yapma meselesi böyle bir şeydir. Kâr getirsin diye yaptığınız bir şey ama aslında zararı satın alıyorsunuz yani kendiniz onun zarar olduğunu bilmiyorsunuz. Bu sadece bakkal terazisi, ticari olarak değil. Bütün dengeler olarak bir insanın adaleti ihmal ederek, haksızlık yaptığı her alanı ilgilendiren bir durumdur. Şairler genelde bu tür durumlarda seslerini çıkarır ya da çıkarmalıdırlar. Şairler adaletsizlikler karşısında seslerini yükseltmediği zaman, herkes bazı şeyleri halının altına süpürebiliyor, kendi menfaatleri ile çatışmasına mahal vermemek için susabiliyor ama benim de söylediğim gibi “İnsan doğar acıkır, şiir yazınca geçer / Bize burda bekleyin gelir alırız dendi / Şunlar günlük kap kacak, bunlar kışlık yakacak. / Ölümün urbasını has şairler üstlendi / Onlar da göçüp gitti, göğe kimler bakacak?” Şairler de dünyamızdan teker teker çekildikleri zaman bu dengeyi sağlamak konusunda uyarıcı olarak bize kim hitap edecek? Bu, çok sosyal meselenin ontolojik bir düzlemde dünya ve ahiret bağlamında dillendirilmesinin şiiridir.
Bizim modern şiirimizde genelde kaynaklarımıza yönelik unsurlar çok cimrice kullanılır. Kur’an-ı Kerim’den atıflar neredeyse yok gibidir. Hatta mesela bazı İkinci Yeni şairlerin Tevrat’tan İncil’den oluyor ama Kur’an-ı Kerim’den genelde olmuyor. Günümüz şiiri için söylüyorum. Klasik şiirlerde var, Mehmet Akif gibi… Biliyorsun, aynı zamanda Kur’an şairidir. Bizim şiirimizde ne yazık ki bir kısım kullananlar, şiiriyetleri çok oturmadığı için onlar da bunu vaaz eder gibi yapıyorlar. Bir kısmı ise Kur’an diye bir dünya hiç yokmuş gibi oradan hiçbir kelimeyi şiirine almıyor ama ben Sure-i Mutaffifin’i aldım.
“Fırsat reyonu gibi, ay sonunu bekleyen / Sure-i Mutaffifin, kılınmamış namazda” Yani Mutaffifin suresini sadece namaza özgü bir gerçeklik olarak değil; alışveriş, adalet, ticaret, her yönden böyle bir şey olduğunu söyleyebilmek için bu kelimeyi kullandım. Sure-i Mutaffifin karmaşık bir kelime gibi gözükse bile söylemeyi kolaylaştırıcı bir şekilde. Mesela Mutaffifin suresi demedim, Sure-i Mutaffifin dedim. Yani onu orijinal, klasik olarak yerleştirdim. Bu benim şiirlerimde sürpriz kelimelerin yoğunluklu olduğunun da bir göstergesi. Fırsat reyonu da bunlardan bir tanesidir. Fırsat reyonundan Sure-i Mutaffifin’e geçebilmek bazı şeyleri güncel düşünebilmek, güncelleştirmek anlamına gelir. Efendim, urba kelimesi var. Eski bir kelimedir, elbise demek. Onu yeniden hayata katıyorum. Ondan sonra mesela diyorum ki: “Meğer öyle değilmiş okul, karakol, müze / Yokmuş şarabın tadı, doğuştan bir cebimiz / Hepsinden bir yaşamak kalıyor üstümüze / Bir eski alışkanlık, bir çocukluk süreği / Kış gününde dünyanın kaybolma sebebimiz”. Burada da bir kış vurgusu var yine. “Ölümün ülkesinde yaşamak için çare / Türkü söylüyor rüzgâr çalkalanan gemide”. Yani rüzgârın türkü söylemesi uğultu, yine bir tipi havası var. “Kandırdın bizi hayat, davul tozu minare”
Orada da esnaf kandırmacası var.
İşte diyorsun ya git, al davul tozu minare. Kandırmaca yani. Ondan sonra “Ne cümleler kurmuştuk peşinde bir zamanlar / Yitirdik her birini aşk denen pandemide.” Yaygın, bulaşıcı hastalık anlamına geliyor pandemi. Bir de tunçtan heykel, kalpazanlık var. Eski bir kelime bu kalpazanlık ama güzel bir kelime de aynı zamanda. Urba, fırsat reyonu, mahşer var. Çok melankolik, artistik kelimeler yok. Çok artistik dünya da yok, böyle felsefi de değil. Durumları hâlleri zorlamadan, bir şeylerin şiir haline geldiği şiir macerası diyebilirim buna.
Ayrıca “Bir ‘garip’ şiirinden kovulmuş gibi / İyelik ekine sığınan Âdem.” dizeniz var ve kitabınız iki bölümden oluşuyor: kenardan izleyen ve kenardan tanık. İlk bölümde garip yolculuğuna kendini adamış, ikinci bölümde de “Kibir dağlarını aşarak geldim.” diyerek garipliğe ulaşmış birinden söz edebilir miyiz?
Kenardan izleyen fotoğrafı çekseniz işin içine katılmayıp kenardan izleyen bir insanın manzarayla, olup bitenle ilişkisi biraz hüzünlüdür. Mesela, çocuklar 23 Nisan şenlikleri yapıyor ve bir boyacı çocuk onları kenardan izliyor, sanki kendisi çocuk değilmiş gibi. Yani öyle bir şey. İnsanlar gülüp eğleniyor, biri kenarda izliyor. Biz hayatın kenardan izleyeniyiz. O imgeyi kullandım. Bu bahsettiğiniz şiir “Kenardan İzleyen”in üçüncü beşliğinde. Diyor ki: “M harfinin dibinde oturmuşum.” Bu M, iyelikle ilgili bir şey. Yani “Benim.” Mülkiyet ifade eden bir şey. Mesela “M harfinin omzunda bir kelebeğim / Serçe kovalıyor gibi koynum kalaba / Bir yılan ıslığı, mezarlıkta pandomim / Dünyaya geldim, merakımı yendim / Gezecek başka yer var mıdır Tanrım?” diyorum.
Sonra “M harfinin dibinde oturmuşum / Bir numara büyük geliyor gölgem / Atılan bir sözcük kadar berduşum” Yani bir sözcük uymuyor diye dizeden atarsınız, “Serseri! Sen buraya nereden geldin?” der gibi.
Garip şiiri, Birinci Yeni’nin şiiri biliyorsunuz, onu kastediyorum. Garibanın şiiri değil de Garip şiiri, bir Orhan Veli şiiri… Ona atıfta bulunuyorum. Orhan Veli şiiri genelde küçük meselelerin şiiridir. O şiirlerinde “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar” diye daha çok sıradan insanları anlatır. İşte “Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna / Umurunda mı dünya!” gibi. Yani çok iyelik yoktur. Ben şuyum, ben buyum falan değil de başkalarını anlatır. “Bir ‘garip’ şiirinden kovulmuş gibi / İyelik ekine sığınan Âdem.” Yani kendi içime sığındım, dışarısıyla hiçbir ortak tarafım yok. Her şeyi, olup biteni benim dahil olmadığım bir yerden, kale arkasından izliyorum. Öyle bir şey.
Mesela ne diyor: “Kuyruk olmamaya antlar içmişler / Varsıl sözcüklere, bezirganlara”. Bakın kalpazan, bezirgân bu kelimeleri kullanmışım yine. “Meğer bütün ‘M’ler milattan geri / Şampiyon saymışlar, galip bilmişler / Oyunu kenardan izleyenleri” Bu; kendini olup bitenin dışında tutarak bir şeye müdahil olmayan ve başkalarının imkânlarıyla bir şeyler olmanın mutluluğunu yaşamayan, sadece kendi imkânlarıyla kendisi olan bir insanın kendini anlatma biçimidir. M harfiyle bunu anlatmaya çalıştım. “M harfinin omzunda kelebeğim” derken M harfi gizemli bir şey burada. Herkes değişik bir şekilde algılıyor olabilir ama ben burada iyelik olarak kullandım. Şiirde böyle şeyler olması gerekli.
Bu şiirlerinizin belli başlı özellikleri nelerdir?
Benim şiirim tam bir hece şiiri değil, heceye esintiler var. Bir yoğun kafiye şiiri de değil. Modern şiirle geleneğin mez olmuş şekli. Buna genelde yeni hece ya da serbest hece diyorlar. Ama ben hiçbir şiir, serbest ya da hece olsun diye uğraşmıyorum. Söylediğim şeyin kendi özelliğine göre form kazanması meselesi. Tabii beşlikler halinde yazıyorum genelde. Mesela dörtlük gelenekseldir ama ben dörtlük yazmıyorum, beşlik yazıyorum. Uzak kafiyeler kullanıyor, yakın kafiyeler kullanmıyorum.
“Çok güzeldi her şey kaybettim izimi / Son kez bakıyor gibi resimdeki evler / Uzak bir zamana anahtar teslimi / O yaklaşan gurbet, o şaşkın bellek / Hani gelen gideni ağlatır derler” Bazen de deformasyonlar yapıyorum. “Gelen gideni aratır.” diye söylenirken “Gelen gideni ağlatır.” şeklinde. Şaşkın bellek gibi kelimeler, anahtar teslimi gibi ifadeler kullanıyorum. Bu benim önceki şiirlerimden farklı bir arayış. Yani benim şiirimde biraz başkalarının anlatmak istediği şeyler grubuna dahil olmayanlar var. Başkalarının iç gündeminde belki hiç olmayacak şeyler benim şiirimde olabiliyor. Yaşadığımız dünyada çok rastlanmayacak, iç gündemi çok fazla işgal etmeyecek şeyler… Yani derinden akan bir şey var, derinden… “Zarar Ziyan” da böyle. Biraz da bütünlükten ziyade dizenin baskın olduğu bir şiirdir. Mesela diyelim ki bir insan sadece burada bir veya iki dizeyi söylese bir şeyler söylemiş olur. Yani dize eksenli. Ben kimim? “Bir ‘garip’ şiirinden kovulmuş iyelik ekine sığınan Âdem’im.” gibi. Çok felsefi tecessüsü olmayan şeyler. İkinci bölümde daha serbest olduğu için orada biraz daha farklılıklar var.
“Onlar paltosundan çıkmış / Yürümek ne bilmeyenin / Biz Akif’in ceketinden” diyorsunuz. Akif sizin şairliğinizi nasıl şekillendirdi, sizdeki etkisini ifade edecek olsanız neler söylerdiniz?
Mehmet Akif, ortaokul birinci sınıftan itibaren okuduğum bir şairdi. Onun şiirlerinin birçoğunu anlamadığım hâlde sürekli okumuşumdur. Biraz o dikbaşlı, dik duruşlu anlatılan tarafı beni etkilemiştir. O yüzden onun şiirlerinde de o mizacı, tabiatı gördüm ve onun şiirlerini bir bulmaca gibi sözlük kullanarak kelime kelime çözmeye çalıştım. Ortaokul sıralarında onu taklit etmeye, divan edebiyatı tarzında bir şiir ortaya koyma suretiyle bunu yapmaya çalıştım. Yani öykündüm ona. Tabii, onun yazdığı dönemlerdeki memleketin hâli toplumun yaşadığı şeylere bigâne, duyarsız kalmasının vebal teşkil edebileceği bir durumdaydı. Onun için mesaj veren, toplum için bir şiir yazmıştır. Benim ortaokul ve lise yıllarım da Türkiye’nin tehlike çemberinden geçtiği bir süreçti: 12 Eylül. Ben de o süreç içerisinde Akif gibi şiirler yazmayı denedim. Öncesi ve sonrasında, ihtilal darbe zamanlarında… Bunları bir taklit şiir olarak değerlendiriyorum. Şahsiyetine ve düşüncesine duyduğum saygı, şiirine daha yakın olmamı sağladı ama bugün Akif yaşasaydı, günümüzün ölçütleriyle şiir yazardı muhtemelen. Ben “Akif” şiirinde bazı atıflarda da bulundum, biliyorsunuz. Mesela şurada: “Kimi garbın sefahati / Kimi şarkın şehvetinden / Herkes bir yanından tutmuş / Ya kemiği ya etinden / Onlar paltosundan çıkmış / Yürümek ne bilmeyenin / Biz Akif’in ceketinden”.
Onun tevazusundan çıkmışsınız gibi aslında.
Tabii, yoksulluğu da var. Akif, onurlu ve gururlu… Bir de o dönem herkes çaresiz ve yoksulken kalkıp paltoyla gezmeyi ya da İstiklal Marşı’ndan para almayı gururuna yediremiyor, çok soğuk olduğu zaman bir yerlerden ödünç alıyor. “Onlar paltosundan çıkmış / Yürümek ne bilmeyenin / Biz Akif’in ceketinden”. Neden yürümek ne bilmeyenin? Akif, Fatih’ten Büyükçekmece’ye kadar yürüyerek giden, oradan oraya sıcak soğuk demeden ceketle yürüyen adam… Benim bazı isimler üzerine tek tük şiirlerim var. Bu da öyle kalıcı olsun diye yazdığım bir şiirdir. “Kalkıp gelmiş büyükbabam / Duruşunda bir yanı var”. Yani büyükbabama benziyor, diyorum. O kadar yakın. Hakikaten herkes böyle bir baktığı zaman sanki evinden bir amcası gibi düşünür. Akif’te öyle bir tip var. “Sanki lügatten akrabam”. Sanki uzaktan akrabamı çağrıştırıyor. “Avucunda titrer çenesi / Geriye baktıkça kanar / Rüzgârı kesilmiş bayrak / Başında kırmızı fesi / Hasta adamın başında / Varsayın ki Seyfi Baba”. Onun “Seyfi Baba” diye şiiri vardır. “Ay ve yıldız göz kaşında”. Gözünde, kaşında ay ve yıldız var. “İstiklal’e yemin etmiş / Göndere çekilmiş sesi / Sığmaz olmuş o kitaba / Son bir ‘la havle’ ertesi”. Yani öfkesi, la havle köpürmesi… Korkut Ata gelmiş gibi / Ol zamanın bozkırından / Durup ‘Korkma!’ dermiş gibi”. Sanki Dede Korkut “Korkma! Sönmez…” diyormuş gibi… “Zangocundan, cazgırından”. Tevfik Fikret’e zangoç diyor.
“Kimi garbın sefahati / Kimi şarkın şehvetinden / Herkes bir yanından tutmuş”. Kimisi onu Batılı olduğu konusunda kimisi de Doğulu olduğu konusunda över. Herkes bir yanından tutuyor, ya etinden ya kemiğinden yararlanıyorlar. “Onlar paltosundan çıkmış / Yürümek ne bilmeyenin / Biz Akif’in ceketinden” diye bir Akif şiiri…
Bir de “sizin ne anladığınız emin olun / hiç umurumda değil.” diye belirtiyorsunuz. Şairler bu tutumda olmasaydı yani şiir okur kaygısıyla oluşturulsaydı bugünkü şiir sizce nerede olurdu?
“Aya Gittim Aşk Yoktu” şiiri, ikinci bölüm şiirlerinden olması lazım. Bu şiirler, biraz daha özgür söyleyiş şiirleridir. “Bu akşam çıkacağım, sizin ne anladığınız emin olun / hiç umurumda değil”.
Şimdi bu umurumda değil meselesinin okuyucuyu ilgilendiren tarafı, şairin bu konuda okuyucunun ne anladığını umursamaması gibi bir durumun şiirin tabiatına uygun olup olmadığını mı soruyorsunuz?
Evet, aslında onu soruyorum.
Şair anlatamadığı bir şeyi anlaşılır olması için birtakım metaforlarla, eğretileme, imge ve simgelerle anlatmaya çalışır. Anlatmak istediğiyle anlatabildiği aynı düzeyde değildir. Yani anlattığı anlatabildiği kadardır, daha anlatamadığı bir yığın şey içinde kalmıştır. Bu anlatabildiği kadarından okuyucu ne anlar? Okuyucu; kendi dünyasında onun bir karşılığı varsa anlar, karşılığı yoksa hiç anlamaz çünkü şair, bir başkasının yerine de konuşan adamdır. Şair kendinden yola çıkarak bir başkasını anlatır. Yani insanlık durumlarını, hâllerini… Siz kendi hâlim diye anlattığım bir şeyi diyar diyar öteden söylüyorsanız aynı insanlık hâlinden sizde de var demektir. Şair bütün insanlık hâllerini anlatır ama siz orada kendinize ait insanlık hâlini görememişseniz, o an görememiş olabilirsiniz ama belli bir yaşanmışlık sonrası “Aa, tam da bu şiir meğerse beni anlatıyormuş.” diyebilirsiniz. Her şiir şairin anlattığı dünya ile sınırlı değildir. Herkese göre değişir. Bu başka bir dile tercüme edildiği zaman o dilin sosyolojisine, antropolojisine, yaşam biçimine göre bin bir türlü hâl alır. O yüzden şiiri düz yazıdan ayıran şey de budur. Çok anlamlılık, çok katmanlılık meselesidir. Yoksa düz yazıda olan şey nedir? Bir hüküm bildirir ve “Bu, budur.” der. Aşağı yukarı herkes aynı anlam üzerinde ittifak ederler ama siz öyle bir şey söylüyorsunuz ki “Aya gidiyorum, / nasıl desem kendime hiç eskimeyen / bir çift pabuç almaya” diyorsunuz. Başka bir dünyadan bahsediyorsunuz. Zaten bu çarşı, pazar, piyasa gibi dünyadan zihnî ve ruhi anlamda irtifa etmediğiniz, yükselmediğiniz sürece -çünkü şiir biraz da miraçtır, insanın miracıdır.- boş sözler gibi gelir. Yani “Ne saçmalamış bu?” falan dersiniz. Çünkü bir düzyazı gibi faydacı, yararcı değildir şiir. Onu gözetmez. Mantıkla da örülü değildir. Yani şiir mantıkla ve gerçekle kuşatılmış değildir. Bazen gerçeküstü de olabilir. Sürrealizm var biliyorsunuz, gerçeküstücülük. Buraya da yükselebilir. O yüzden imge dediğimiz şey şairin kelimelerle yeni bir dünya kurmasıdır. Yeni bir renk oluşturursunuz, dünyada olmayan bir renk. Bir hayvandan bahsediyorsunuz ve o hayvan dünyada yok. Picasso’sunun çizdiği tablolar gibi… Bakıyorsunuz, “Picasso çizmiş ama bu ne? Dünyadaki hiçbir şeye benzemiyor.” diyorsunuz ama gerçeküstü. Onun için şiir, kelimelerle şairin yapabildiği kadar bir dünya tesis etme meselesidir. Şair bunu Mimar Sinan olsaydı taş, mermerle yapardı. Başka türlü yapardı. Mimar Sinan’da şair olmuş olsaydı taşla uğraşmaz, Yahya Kemal gibi Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı yazardı. Mesela Süleymaniye Cami, Mimar Sinan’ın kalfalık dönemi ürünüdür. Bir şaheserdir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” da Yahya Kemal’in mimarisinden çıkmıştır. Şiirde de bir mimari, mimaride de bir şiir vardır. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” bir mimaridir.
Yazmak, yaşamak ve susmak arasında nasıl bir bağlantı vardır?
Şimdi yaşamak dediğimiz şey yazma, konuşma ve susmanın hepsini içine alır ama hayata egemen olanlar yaşamanın tarifini hep değiştirmişlerdir. Onların tarifinde yazmak ve susmak yoktur. Yaşamak onlara göre piyasaya endeksli bir şeydir. Bu anlamda yenmek, yenilmek, kazanmak, kaybetmek vardır. Oysa yazmak, susmaktan sonra gelen içerisinde yaşamanın çok ötesinde yaşamları barındıran bir faaliyettir çünkü yazdığınız zaman hiç tükenmeyen yaşantılar elde edersiniz. Salt yaşamak size bir ömürlük geçimlik sunar fakat yazmak bu dünyanın sınırlarını aşan bir şeydir. Yazı insana vadedilmiş topraklar sunar. Sürprizlere hazırlar. Bu sebepten şair İsmet Özel’e katılıyorum: “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?”.
Susmak, yazmanın öncülüdür. Susmayı bilmiyorsanız düşünmeyi, hayal etmeyi ve muhasebede bulunmayı da bilmiyorsunuz demektir. Yazı ve şiir sessizliğin biriktirilmesinden doğar.
Bursa Edebiyat ve Yazı Kampı’nda “İnsan konuştukça kendini tüketir aslında.” demiştiniz.
Evet, onu da söyleyeyim. Konuşmak gündelik hayatın verili diliyle alakalıysa -yani yedim, içtim, geldim, gittim gibi- içindeki sessizliği kundaklar, kişinin yazma efor ve enerjisini dağıtır. Konuşan kişi gizli bir kendini ifade etme tatmin duygusu yaşayarak yazmanın ona sağlayacağı mutluluktan uzak kalır.
Şairler şiirlerinde yeteri kadar anlatabildiğinden emin olur mu?
Şairlerin yeteri kadar şiiri anlatmaları mümkün değildir. Çünkü insan anlatma özürlüdür ve aynı zamanda anlama engellidir. Şiir, anlatılmayanın anlatılmazlığını anlatmaktır. Bunu yüzde yüz bir şairin yapmasına imkân yoktur. Zira mutlak şiir yoktur. Her şiir şairinin anlatabildiği ve okuyucusunun anlayabildiği kadardır. Buradaki anlam bir düzyazıyı anlamak gibi bir şey değil, elbette. Okuyucu şairin bir dizesini okuyup orada kendisini buluyorsa, yıllarca anlatmak isteyip de anlatamadığı şeyleri o dizede görüyorsa o dize, kişiye bir şeyler söylemiş demektir. Nasıl ki dünyada insanın söyleyeceği söz bitmezse şairin yazacağı şiir de bitmeyecektir. Ne yazdığının değil, değişen zamanla birlikte nasıl yazdığının önemi vardır.
Şiirde disiplinler arasının önemi nedir?
Güzel sanatların her birinin şiirle bir ilgisi vardır. Hatta şunu da söylemek lazım: Müzik, hikâye, roman, deneme, resim bunların hepsinde gizli veya aşikâr, dolaylı ya da direkt anlamda şiir vardır. Şiir edebiyatın ana türüdür. Tarihten coğrafyaya, fizikten müziğe kadar bütün disiplinler ondan yararlanır. Şairler yazdığı şiirde teknik ve içerik noktasında matematik, tarih, coğrafya, resim, fotoğraf, sinema gibi sanatlardan ve disiplinlerden yararlanır. Metinler arası alışverişte bulunur. Kutsal kitaplardan, mitoloji ve efsanelerden istifade eder. Zira şiir, dışarıdan içeriye doğru zenginleşen ve genişleyen bir sanattır. Makro kozmosu (bütün bir dünyayı) mikro kozmosa (tek bir insana) sığdırır. Şeyh Galib’in insana dediği gibi “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.” Şair bu zübdenin (özün) içerisinde koskocaman bir alemi barındırır, dolayısıyla şiirine de bu sirayet edecektir.
Öğretmenliğinizin şairliğiniz üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Katkısı olduysa bunlar nelerdir?
Öğretmenliğin insanla muhatap olmayı sağlamak gibi bir özelliği olması hasebiyle şairliğe dolaylı bir katkısı olabilir ama zihninizde bir dize, imgeyle dolaştığınızda 7-8 saat derse girmeniz, o dizeyle ilgilenecek bir vaktinizin olmaması, sürekli kafa dilini kullanıyor olma mecburiyetiniz insan merkezli uğraş alanlarını şiir için bir dezavantaja dönüştürebiliyor fakat bütün bunlara rağmen kültürle, okumak ve yazmakla ilgili bir meslek olması nedeniyle diğer meslek dallarına göre birtakım avantajları da barındırdığı yadsınamaz. Milli Eğitim tarihimize baktığımızda bugüne kalan edebiyatçılarımızın büyük bir kısmının öğretmen kökenli olması rastlantı olmasa gerektir.
Son olarak mükemmeliyetçiliğe karşı tutumunuz nedir?
Ben mükemmeliyetçi değilim, şiirde de mükemmeliyetçiliğe karşıyım. Mükemmellik insana çok uygun olmayan bir kelime. Sözün mükemmeliyeti de aynı şekilde değerlendirilebilir. İnsandan sadır olan sözler tabiatı gereği eğretidir ve eksiktir. Mükemmellik yaratıcıya mahsustur. Öte yandan birine mükemmel gelen diğerine ortalama gelebilir. Bu konuda da tam bir ölçüt söz konusu değildir. Şiir varoluşunu insanın mükemmel olmamasından yani zayıflık, eksiklik, fânilik ve kırılganlığından almıştır.