Taha Kılınç ile Mehmet Serhan Tayşi üzerine

Millet Kütüphanesi'nin 33 yıl müdürlüğünü yapan, kültür hayatımızın önemli isimlerinden Mehmed Serhan Tayşi'nin hatıratını yayına hazırlayan Taha Kılınç; merhumun hayatı, ilmî serüveni, dönemi üzerine Yusuf Sami Kamadan'ın sorularını cevapladı.

Taha Kılınç ile Mehmet Serhan Tayşi üzerine

Millet Kütüphanesi'nin 33 yıl müdürlüğünü yapan, kültür hayatımızın önemli isimlerinden Mehmed Serhan Tayşi'nin hatıratını yayına hazırlayan Taha Kılınç ile merhumun hayatı, ilmî serüveni, dönemi üzerine konuştuk.

Merhum Mehmet Serhan Tayşi kültür hayatımızın önemli ve kıymetli isimlerinden biri idi. Allah rahmet eylesin. 30 Nisan 2015'te Fatih Camii'nden kaldırılan cenazesine iştirak etmiş, cenaze törenini haberleştirmiştik. Orada hatırlarsanız sizlerle de ayaküstü, kısa bir röportaj yapmıştık. Röportaj esnasında "çok enteresan bir tevâfuk eseri kendisinin hatıratını yayına hazırlama şerefine nail oldum" şeklinde bir cümle kullanmıştınız. Mehmet Serhan Tayşi ile tanışma ve hatıratın yazılmasına giden süreci sizlerden dinleyebilir miyiz?

2003 yılındaydı, bir gün Dursun Gürlek Hocayla Beyazıt’ta Çınaraltı’nda oturuyoruz. Sonrasında “Ben Beyazıt Kütüphanesi’ne gideceğim, Mehmed Serhan Bey de orada, duydun mu ismini hiç?” diye sordu, “hiç duymadım” dedim. “Gel seni onunla tanıştırayım” dedi ve yola koyulduk. Beraber rahmetli Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü olan Şerafettin Kocaman Bey’in odasına girdik. İçeride Mehmed Bey oturuyor. Bembeyaz sakallı. Kucağında eski bir kitap. Şerafettin Bey’le kitap hakkında konuşuyorlardı. Beni tabi hiç tanımıyor. Tanıması da mümkün değildi. Çünkü son zamanlarında gözleri de görmemeye başlamıştı. İçeriye girer girmez, Dursun Bey tam beni tanıtacakken, o buna fırsat bırakmadan bana hitaben “gel delikanlı gel, bu kitaba dokunmak herkese nasip olmaz” dedi. Elimi aldı ve kitabın üzerinde gezdirdi. “Bu ne biliyor musun?” dedi, ben tabi “bilmiyorum” dedim. “Bu Dîvânü Lugati’t-Türk’tür, dünyadaki tek nüsha kucağımdaki bu nüshadır, bütün nüshalar buradan çoğaltıldı” dedi.

Ben yıllardır okul kitaplarında duyduğum, sınavlarda karşıma çıkan Dîvânü Lugati’t-Türk’ü böyle görünce müthiş heyecanladım. Sonra Dîvânü Lugati’t-Türk’ün bulunma olayı, Ali Emîrî Efendi’nin onu bulma hikayesi, Dîvânü Lugati’t-Türk’ün muhafazası gibi süreçlerin tamamını uzun uzun anlattı. Bir taraftan Şerafettin Bey’le sohbet ediyorlar, Dursun Bey de ara ara sohbete katılıyor. Ben 23 yaşında bir çömez olarak kenarda onları dinliyorum. Ben bir ara cesaretimi topladım ve “hocam siz hatıralarınızı yazıyor musunuz? Böyle önemli şeyler anlatıyorsunuz, çok öğretici şeyler var, gençlere de çok ilgi çekici gelir” dedim. Hoca “ya sorma, bir ara yazmaya başladım ama gözüme bu hastalık arız oldu, o hastalık beni yazmaktan, okumaktan alıkoydu” dedi.

Mehmed Serhan Bey’in gözleri son yıllarında ciddi olarak görme kaybına uğramıştı. Metni ancak gözüne çok yaklaştırırsa görebiliyordu. Yazı yazması ise kağıdı çok göremediği için neredeyse imkansızdı. Ömrü kitapların arasında, okumayla geçmiş birisinin ahir ömründe gerçekten büyük bir imtihan bu. “Hocam dilerseniz ben talip olabilirim” dedim. Hiç tanımıyorum ama kendisini. Sadece o anda, yeni gördüğüm biri. Baktı, “olur” dedi. Tanımadığım biri hayatına girdiğim, kendisi hakkında hiçbirşey bilmiyorum. Sadece yüzüne bakınca nurani müslüman bir sima, kıymetli bir insan ve anlattıkları şeyler iyi. Bu kadar. “O zaman haftaya gel, benim evim Sahrayıcedid’de” dedi. Gün verdi bana. Ailesini de bilmiyorum tabi, nasıl karşılanacağımı da bilmiyorum.

Ben ses kaydı yapmak için bir teyp, not almak için de bir ajanda aldım. Başladık konuşmaya. Tabi konuşma da çok enteresandı, hakkında hiçbirşey bilmediğim için. Hoca mesela “ablam” diyerek başlıyor, “hocam ablanız kimdi?” diye soruyorum, başlıyoruz ablasını konuşmaya; “eniştem” diyor, başlıyoruz eniştesini konuşmaya. İşte “Mehmed Bey” diyor, “Ahmed Bey” diyor, “Ayşe Hanım” diyor mesela. Hayatından isimler. Hepsi benim için sürpriz tabi. Hocanın Hayatına girip çıkmış insanların bir kısmını ben tanıyorum ama özellikle eskilerden bahsettiği için bilmediğim çok sayıda isim var. Başladık böyle. Kitabın kayıt sürecinde yaklaşık üç yıl çalıştık. Bu süreçte zaman zaman o rahatsızlandı. Grip gibi rahatsızlıklar dolayısıyla konuşamadığı oldu. Bazen benim seyahatlerim oldu, bazen araya tatiller girdi. Bu arada benim okul ve ufak tefek de işlerim devam ediyordu. Üç senenin sonunda arkalı önlü 40 küsür kadar teyp kaseti doldurduk.

Çalışmalar başladıktan sonra ben bir şeyi merak ediyordum, acaba hoca memnun mu diye. Bir şeye girdik, başlıyoruz ama ne olacak, gibi… Hamdolsun o konuda eşine de başkalarına da “iyi gidiyoruz çok şükür” dediğini duydum. Rahmetlinin çocuğu yoktu zaten, ben bir nevi onların evladı gibi olmuş oldum bu süreçte. Sağolsun eşi Elif Hanım da çok sahiplendi bu çalışmayı, çok ilgi gösterdi. Otururduk, otururken yemek geleceği zaman “şu boğazlar meselesini önce halledelim” derdi merhum. Bir süre sonra çalışmaya başlayınca ben şunu farketmiştim; İzmir’den bahsediyor mesela, ama ben o zamana kadar İzmir’e hiç gitmemişim. Çalışmayı arada kesip ben gidip bir İzmir seyahati yaptım uzun bir şekilde. İşte oranın mekanlarını gezdim, fotoğraflar çektim. İzmir Atatürk Lisesi’nden İzmir’in eski merkezini anlattığı yerlere; Tire, Birgi ve hocanın çocukluğunun geçtiği Bayındır hattına geçtim, Bayındır’daki o eski evi, kaldığı kadarıyla o zamanki fiziksel yapısına kadar fotoğrafladım. Yaşadığı ev, doğduğu sokak, sokaktaki kitapta bahsettiği Âlâ Çeşme; hani kitapta da bahsettiği Bayındır’ın en güzel suyunun aktığı çeşme. Yerine bir kurna yaptıklarını gördüm ama mekan olarak, sokak olarak yine gözüküyordu oralar.

Hamdolsun 2003’ten 2006’ya kadar kayıt süreci devam etti. 2006’dan 2009’a kadar oturup metni yazdım. İlk önce benim anlamam gerekiyordu hayatını. Anladıktan sonra onu anlatacak şekilde kolaylaştırmam gerekiyordu üçüncü şahıslar için. Bu proje böylece iki aşamada gerçekleşmiş oldu. Kendisini tanısam biraz daha kolay ilerleyebilecek ve inisiyatif alabilecektim ama kendisini hiç bilmediğim için her şeyi sormak durumunda kaldım. Şu anda hâlâ düşününce çok çılgın bir macera gibi geliyor bu kitabı hazırlamak. Hiç tanımadığım bir insanın hayatına pat diye girmek. Onun kabul etmesi daha da büyük bir çılgınlık belki. Çünkü hiç tanımadığı bir çocuğu evine alıp, güvenip, sonra hadi bakalım başlıyorum demesi. Hamdolsun netice çok güzel oldu.

“Ali Emîrî’nin İzinde” 6 yıllık bir çalışmanın mahsulü yani. Mehmed Serhan Tayşi kimdir, kısaca sizlerden alabilir miyiz?

Rahmetli Mehmed Bey 1942 doğumluydu. Kendisi İzmir-Bayındırlı. Anne tarafından da baba tarafından da ulema bir aileye mensup birisi. Sülalesinde Efendimiz’in (a.s) soyuna giden bir kanal da var. Bu yönüyle de seyyid kökenli bir aile. Tabi eskiden beri ilimle ve irfanla meşgul olmuş bir aile olduğu için, kendisi de dedelerinin, büyüklerinin sohbetinde yetişmiş. Buna rahmetli “kulak mollalığı” derdi. Sonra İstanbul’a tarih okumaya geldikten sonra artık yavaş yavaş tarihle alakalı somut bir şeyler yapmaya başlamış. Bilahare kütüphaneciliğe geçmiş. Tarihte doktora yapmış. Bu arada kendisi de melami meşrep olduğu için o tasavvufi damar hep devam etmiş. Tabi melamilik dışa dönük değil de içe dönük olduğu için, dışarıdan herhangi bir kütüphane memuru olarak görülmüş ama derinliği, sohbetleri hep bu süreçte devam etmiş.

Kendisi Millet Kütüphanesi gibi çok kritik bir yerde görev yapmasından dolayı sayısız insanla tanışmış. Görev yaptığı 33 yıllık zaman zarfında memurluktan uzmanlığa, müdür yardımcılığına ve nihayet müdürlüğe giden süreçte İstanbul’un farklı kütüphanelerinde çalışmış. İstanbul’un bütün kütüphanelerini görmüş. Bir de o dönemde Süleymaniye Kütüphanesi’nde Nevzat Kaya Hoca, Beyazıt Kütüphanesi’nde Şerafettin Bey, Millet Kütüphanesi’nde de Mehmed Serhan Tayşi var. İstanbul’daki üç tane eski eserler kütüphanesinin başında üç tane birbiriyle çok yakın dost var. Tabi bunların birisine bir misafir geleceğinde, birisinde bir program olacağı zaman diğerleri de eşlik ediyorlar, beraber hareket ediyorlar. Yurtdışından gelen ilmi heyetleri, onların ilmi çalışmalarını beraber organize ediyorlar. Bu tabi ciddi bir derinlik, ciddi bir tecrübe katmış kendisine. Bu sırada yurtdışına gittiği zamanlarda veya Türkiye içinde yaptığı seyahatlerle de bu anlamda derinliğini arttırmış.

Rahmetlinin kitaplar konusundaki müktesebatı çok iyiydi. Nerede ne yayınlanmış, ne olmuş, kataloglardan falan hepsini tarayan, bilen birisiydi. Tabi şu anda teknolojiye çok fazla güvenmemiz sebebiyle bu hafıza yavaş yavaş yok oluyor. Bu anlamda uzun uzun yaptığımız sohbetlerimizde ben kendisinin bu derinliğine şahit olmuştum 

Kitap, Mehmed Bey’in bizzat kendi yaşadıklarını anlattığı kadar başkalarından aktardıkları bakımından da bence büyük önem taşıyor. Özellikle Mustafa Kemal’in koruma polisliği gibi çok kritik bir vazifeyi deruhte etmiş olan merhumun babası Ahmet Râsih Efendi’den aktardıkları... O dönemde yaşanan pek çok olaya bizzat şahitlik etmiş merhumun babası. Çeşitli meclislerde bulunmuş. I. Türk Dili Kurultayı’na vazifesi dolayısıyla katılmış. Hatta orada duyduğu, Moğol şehzadelerine verilen “Tayşi” kelimesi hoşuna gidip sonra soyadı olarak almış. Sonra Kazım Karabekir’in İzmir Suikasti dolayısıyla yargılandığı dava ile alakalı aktardıkları son derece câlib-i dikkat mesela.

Atatürk yaz mevsiminde, güzel havalarda İstanbul'a geldiği zaman kendisi 8 yıl boyunca çok yakın korumalığını yapmış. O meşhur özel sofralarda, sohbetlerde Atatürk'ün hep yanıbaşında durmuş. Bir sürü şahit olduğu şeyler de olmuş o dönemde ama rahmetli, babasının çok ketum olduğunu söylerdi, sorduğu zaman oğluna hiç uzun uzun anlatmazmış. Anlattığı birkaç seyi de biz kitaba aldık zaten. Rahmetlinin de aklında kaldığı kadarıyla. O dönemde müslüman, dini hassasiyeti olan, namaz kılan bir polisin Dolmabahçe'de korumalık yapması siyasi olarak da sosyal olarak da önemli.

Onun yaptığı gözlemler mühim tabi. Kazım Karabekir'in meşhur İzmir suikastı davasında paşanın salondaki o tavrını aktarıyor mesela. Kitap yayınlandıktan sonra tarihçilerin epey dikkatini çekti o kısım. "Dua edin ki asker değilim" lafı falan. Kitapta geçen Arif Oruç Olayı sonra. Arif Oruç'a bakıyorsun mesela resmi tarihte, Atatürk muhalifi bir isim. Fakat Ahmet Râsih Tayşi onun Atatürk'ün adamı olduğunu söylüyor. Atatürk’ün onu, yurtdışında kim muhalefet edecek, hangi ülke ona sahip çıkacak diye görevlendirdiğini söylüyor. Görevi bitince de Büyükada'da bir konakta rahat bir şekilde ölüyor. Bu mesela çok güzel ve enteresan bir bilgi. Böyle enteresan birçok şey var. Kitaba almadığımız başkaları da var. 

Keyifle okuduğum bir eser oldu “Ali Emiri’nin İzinde”. Daha doğrusu gıptayla okuduğum bir eser oldu demeliyim. Kendi adıma söyleyeyim mesela, kitabı okurken öyle şeylerle karşılaştım ki değil hayatımda benzer örneklerini görebilmek, bazı şeyleri tasavvur edebilmekte bile zorlanıyorum. Mesela Ahmet Râsih Tayşi bir dönem Kazım Karabekir’i takip ile görevlendiriliyor. Sonra Cevat Şakir Kabaağaçlı veya tanınan adıyla Halikarnas Balıkçısı’nı komünist olduğu iddiaları dolayısıyla takiple görevlendiriliyor. İlginçtir üçüncü takiple görevlendirildiği kişi de irticaî faaliyetler yapılmasından çekinen Ömer Dağdaş Efendi olmuş. Kendisini takip ederken zamanla Ahmet Râsih Tayşi bir de bakmış ki Ömer Efendi’ye bağlanmış. Emniyet bir başkasını göndermiş takiple görevli, o da Ömer Efendi’ye bağlanmış. Çok ilginçtir, gönderilen üçüncü bir sivil polis de Ömer Efendi’ye bağlanmış. Bir nevi Ömer Efendi’yi avlamaya gelenler, kendisinin karşısında avlanmışlar. Şeyh efendi kemendi atmış kendilerine. Bunun başka örnekleri de var kitapta. Bu bağlamda okuyucuya hatırat ne katmayı amaçlıyor?

Öncelikle benim kendi adıma hakikaten vay be dediğim nokta şu oldu. Biz İzmir'i mesela şu haliyle veya son yıllarda hasbelkader oluşmuş haliyle değerlendiriyoruz. Ben mesela Mehmed Bey'den İzmir'i dinledikçe gerçekten çok şaşırdım. Özellikle İzmir'de, o ufacık yerde yaşanan o dini hayat, sohbetler, o sohbetlere devam eden küçücük bir cemaat. Bilahare bir şehrin kimliğinin ne kadar kısa zamanda değişebileceğini görüyorsunuz. 1950'lerde, 60'larda, 70'lerde mesela DYP gibi sağ partilerin aldığı bir şehir İzmir. Şimdi sanki CHP'nin kalesi gibi görünüyor. Aslında hep arka planda devam eden bir müslüman doku var. Tamam bir kozmopolit şehir olmuş ama müslüman damarı da çok güçlü. Tire'de, Bayındır'da, Ödemiş'te güçlü bir damar da var. Ben tabi daha önce İzmir'e de gitmediğim için fiziken tanımıyordum bölgeyi. Sonra gidip orada işaret ettiği noktalara bakınca benim için hakikaten sosyolojik olarak çok öğretici oldu. Tabi o bahsettiği Ömer Efendi, veya kitapta bahsedilen Bayındır'dan çıkıp Fatih medreselerinde dersiam olmuş Bayındırlı Mustafa Efendi var, kendi dedelerinden bahsediyor, Binamaz Dede örneği sonra… Böyle bir çok yerel figür var.

Tabi bu açıdan bakınca, 2018 itibariyle düşünelim, şimdi bu tarz müstakil insanları arıyoruz. Etrafından bağımsız, bir özgül ağırlığı olan, herhangi bir siyasi tartışmaya, ekole angaje olmamış, kendi içindeki o ağırlıktan ve vakardan dolayı da etrafındaki insanları mıknatıs gibi kendisine çeken müstakil şahsiyetler… Ben kitapta bu şekilde çok şahsiyet gördüm. Mümkün olduğu kadar da aktarmaya çalıştık okur için de.

Şu anda malesef özellikle günümüzde ben en büyük tehlikelerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Yani etrafındaki insanlara sadece Allah rızası için hasbî olarak elinde ne varsa veren, bunu da böyle herhangi bir hesap gütmeden yapan ve böylece zaman içerisinde hakikaten bulunduğu yerde bir çekim noktası oluşturan şahsiyetler eksiliyor aramızdan. Yani bu kitap olsun ya da başka kitaplar olsun özellikle bizden önceki insanların yaşadıkları güzellikleri okurken aklıma hep o gelir; peki ya biz? Şu anda biz nereye gidiyoruz? Biz bu örnekleri üretebilecek miyiz? Alttan gelen nesiller mesela nasıl büyükler bulacaklar? Amca, dayı, dede denilen insanlar biz olacağız. Hazır mıyız böyle bir şeye? Ya da daha sonra gelen nesiller, şu anda meydanda gezen gençlerimiz ileride anne, baba, anane, dede olacaklar? Nasıl toplumsal doku oluşacak? Böyle bir şey var mı? Tabi teknolojinin hayatımıza getirdiklerinden fazla götürdükleri var. Sabırsızlık, tevekkülsüzlük, modern hayatın insanı çok fazla derinleştirmemesi, herkesin birer ikişer parmak derinliğinde su birikintileri şeklinde kalması, ummana dönüşememesi…

Böyle kitapları okurken ben hep böyle kıyasları yaptım. Yazarken de bunları yaşadım. Durup mesela “vay be neler gelmiş geçmiş, peki bugün?” sorusunu çok sordum ben. O anlamda kitap bu gözle okunursa birçok ibretler çıkar diye düşünüyorum

Çocukluğunda çocuk felci geçirmiş rahmetli. Hatıratında bundan bahsediyor. Şahsiyetinin oluşmasında çocukluğunda yaşadıklarının bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Zaten rahmetlinin elleri çolaktı. Çocukluğunda geçirdiği çocuk felcinden dolayı. Kalem tutarken, birşeyleri yaparken bunu görürdünüz. Bundan dolayı askerlik yapmamış zaten. Çocuk felci birçok şeyi etkiliyor vücutta. Fiziken böyle bir mağduriyet durumu oluşunca tabi hayatı boyunca birçok yerde kenarda kalmış. Kendisini okumaya vermiş. Elif Hanım'la evlendikten sonra işte çocukları da olmayınca Elif Hanım hâlen olduğu gibi Kuran Kursu hocalığı yapmış, Mehmed Bey de kendisini kitaplara vermiş. İşin psikolojik tarafları da vardır muhakkak. Böyle bir hastalık fiziksel olarak insanda iz bırakınca bahsettiğiniz etkinin olmaması mümkün değil ama Mehmed Bey çok şen şakrak bir adamdı. Acayip esprili, hayat dolu bir insandı. O hastalığın fiziksel izi belki ufak yaşlarda üzerinde etkili olmuştur ama özellikle bizim yetiştiğimiz son demlerinde acayip sohbeti keyifli, kendi kendisiyle dalga geçen, gayet rahat bir adamdı. Siz kendisiyle tanışmış mıydınız?

Ben malesef kendisiyle tanışma fırsatını kaçırdım. Kitabı okuduktan sonra niyet de etmiştim gerçi ziyaret için. Hatta o sıralar Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Emir Eş Bey’in yanına çok giderdim. Kitaptan bir gün konuşmuştuk da “yakında Mehmed Bey’i ziyarete gideceğiz, sen de gelirsin” demişti bana. Tabi o zamanlar cep telefonum yok. Emir Hoca evi aramış, annemle konuşmuş, artık ben nerede idiysem akşam eve geldiğimde haberim olmuştu Emir Hoca’nın aradığından. Sonra cenazesinde buluşmak nasip oldu. Allah rahmet eylesin.

Allah cennetinde kavuştursun.

Üniversite döneminden bahsedecek olursak, döneminde çok sayıda önemli isim de var. Bunlardan bizlere notlar da sunuyor merhum hatıratında. Gerek dersine giren, dersine girmediği halde tanışıklığı olan Ali Nihad Tarlan, Nihad Çetin gibi değerli isimler var.

Mehmed Bey'in üniversiteyi okuduğu dönemler, 1950'lerin ikinci yarısı ile 60'ların başı… Bir taraftan Türkiye'de bir sürü unsur da, mesela 1960'daki darbe de bir etki olarak hayata dahil oluyor. Müsteşriklerden bahseder, Helmut Von Ritter keza, çok namlı yabancı hocalar var, Muhammed Hamidullah hakeza o zaman İstanbul'da dersler veriyor. Her üniversitede en az yedi-sekiz tane hakikaten çok namlı hocalar var. Tabi biz kimilerini şu anda çoktan vefat etmiş bir hayat hikayesi olarak şimdiden bakıp konuşuyoruz ama tabi Mehmed Bey içinde yetiştği için onları çok fazla abartamıyor gözünde, kanı canlı yaşamışlar.

Aynı şey şu anda bizler için de geçerli. Şu anda tanıdığımız insanlara "ha bu da bir şeyler yazıyor işte" şeklinde bakıyoruz ama bundan belki de 100 sene sonra birçok isim üstad olacak. Dokunulmazlık elde edecek. Tarih böyledir zaten. Şimdi mesela çok sayıda polemiklerin, tartışmaların merkezindeki insan, bütün hikayesi bitip defteri kapandıktan sonra başka şekilde değerlendirilecek.

Mehmed Bey'in üniversitede geçirdiği zamanda da böyle bir sürü şey var. İşte Necip Fazıl konferansları oluyor. Düşünün mesela şimdi Necip Fazıl'ın konferansları olsa "eh işte iyi konuşuyor" dersin, ama şimdiden bakınca tarihte bir yere oturuyor. O zaman da öyleymiş. Küllük diye bir kahvehane var. Orada Necip Fazıl sohbet ediyor. Bir yerde işte Nurettin Topçu namaz kılıyor, ders veriyor. Özellikle Beyazıt çevresine baktığınız zaman ciddi bir kitap ve sahaf geleneği var. Öbür taraftan Sahaflar Çarşısı içerisinde her biri kendi alanında üstad ve uzman olan Muzaffer Ozak bir tarafta, Beyaz Saray Çarşısı'nda bir çok üstad var. Kitapta da az çok betimlemeye çalıştık, Mehmed Bey o zamanlar genç biri olarak çıkıyor, İzmir'den gelip de İstanbul'daki o kültür ortamına düşmüş bir öğrenci… Bir taraftan okulda kendisini geliştirmeye çalışıyor. Tarihle ilgileniyor, bir taraftan da mevcut ilim halkalarından istifade ediyor. Tabi kendisi de hep söylerdi, keşke bazı şeyleri daha derin yapabilseydim diye. Doktorasının hep çok uzun sürdüğünden şikayet ederdi. Doktorası mezuniyetle çakışmış, sonra o memuriyet ortamı biraz meşguliyet vermiş, o meşguliyet dolayısıyla 2-3 senede bitecek iş daha da uzamış. 

Kitapta ilginç noktalardan biri de özellikle tartışmalı olan kimi şahsiyetlerin bir nevi savunmasının yapılması. Feyzullah Efendi bunlardan biri. Başka örnekler de var.

Feyzullah Efendi mesela bugünden bakıldığında Osmanlı’daki en tartışmalı şeyhülislamlardan biri olarak görülür. Çocuklarına ve torunlarına şeyhülislamlık müessesesini bırakması özellikle çok eleştirilir. Mehmed Bey’in tabiri yerindeyse kefil olduğu kişiler var kitapta. Normalde tarihin çok tartışmalı figürleri gibi görülen… Onlardan bir tanesi de işte Feyzullah Efendi. Mesela çocuklarının kendisinden sonra nekbete uğramamış olmasından bahseder. Osmanlı’da hakikaten bahsedildiği gibi böyle bir dışlanma olsaydı kendisinden sonra çocukları da belli makamlara gelemezdi diye anlatır. Bir taraftan, kalan ilmi birikime bizzat kendisinin muhatap olması da bunda önemli belki. Bu anlamda mevzuya daha da içeriden bakabiliyor. Mesela hem Muhammed Hamidullah’ı çok sever, hem de Necip Fazıl’ı çok sever.

Tabi bu iki isim arasında atışmalar da olmuş. Kitaptan öğreniyoruz bunu.

Atışmalar konusunda mesela Muhammed Hamidullah’ı tutuyor. Açıkça yazmadık ama “Necip Fazıl ne bilecek” diyor. Söylediği şey doğru çünkü Necip Fazıl merhumun Muhammed Hamidullah’ın ilmini tartışabilecek bir ilmi yok. Başka isimler konusunda da; İmam Birgivi mesela, bölgesel ve kültürel olarak orada çok büyük etkiler bırakmış. Oradan birinin gelip de İstanbul’da Ebussuud Efendi gibi biri ile münakaşaya girişmesi ve tekrar memlekete dönmesi, orada ortaya koyduğu düşüncesi, ayrıca Tarikat-i Muhammediyye zaten malumunuz meşhur kitabı, bu kitapta tasavvufu da dışlamadan, şeriat çizgisini belirgin bir şekilde ortaya koyuşu bölgede çok ilginç bir dini ton meydana getirmiş gerçekten de. Mehmed Bey’in kendisi mesela Melami idi, sufi meşrep idi ama İmam Birgivi’yi adeta bir üstad gibi benimsemişti. Bu anlamda da İmam Birgivi’nin o coğrafyada çaldığı maya hakikaten çok güçlü. Memleketimizden bu kadar güçlü bir âlim çıkmış düşüncesi de anlaşılabilir bir şey. Ben İmam Birgivi’yi daha önce sadece duymuştum. Ama Birgi’ye gidip mezarını ziyaret edip hayatı hakkında çok sayıda okuma yaptıktan sonra, bu bana başka bir ufuk daha kattı.

Millet Kütüphanesi’nde görev yaptığı 33 yıllık memuriyetinden bahseder misiniz?

Millet Kütüphanesi’nden de kısaca bahsetmek faydalı olacaktır. Millet Kütüphanesi’nin ismi rahmetli Ali Emiri Efendi’nin topladığı bütün kitapları millete vakfetmesiyle konmuş bir isim. Oranın normalde Ali Emiri Kütüphanesi olmasını da isteyebilirdi ama o hayatı boyunca topladığı binlerce kitabı millete bağışlarken isminin de Millet Kütüphanesi olmasını bizzat vasiyet ediyor. Şu anda Fatih’te Fevzi Paşa Caddesi’ne sıfır olan o eski bina bir medrese imiş. Ali Emiri Efendi orayı alıp, daha sonra da kitaplarını koymuş. Millet Kütüphanesi’nde Dîvânü Lugati’t-Türk başta olmak üzere çok kıymetli eserler var.

Yine kitapta hocanın da bahsettiği gibi Ali Emiri Efendi Yemen’de defterdar olarak görev yaparken Yemen’in tarihi, kültürü, kabile yapısı ile ilgi sandıklar dolusu kitapla dönmüş. Çok kıymetli kitaplar bunlar. Mehmed Bey buna şahit olmuş. 60’larda, 70’lerde Millet Kütüphanesi’nde Yemen eğitim ve kültür bakanlıkları o kitapların istinsahı konusunda uzun yıllar çalışmış. Hatta rahmetli Yemen tarihinin çok önemli bir parçası İstanbul’da derdi. Ali Emiri Efendi’nin gayretleri sayesinde…

Tabi böyle önemli bir kütüphaneye Mehmed Bey memur olarak başlayınca ve kütüphanedeki bu kıymetli hazineyi de tanıdıkça çok sahiplenmiş. Önce ufak memurluk, sonra uzmanlık, sonra da yavaş yavaş baş uzman, müdür yardımcısı ve müdür olmuş. Tabi dönemin kültür politikalarına dair de çok sayıda anekdot aktarırdı. Kitapta her kültür bakanının özellikle kütüphanelerle alakalı yaptıkları tasarrufları; yanlışları, güzel şeyleri anlatır. Millet Kütüphanesi gibi bir yerde, üstelik İstanbul’un göbeğinde görev yapmış olması, ayrıca diğer kütüphane müdürlerinin de kendisinin çok yakın dostları olması ayrı bir dünya açmış Mehmed Bey’e. Kendisinin bizzat okuduğu, üzerinde uzun uzun çalıştığı çok sayıda eser olmuş. Koleksiyon içerisindeki bazı eserleri günümüz Türkçesine aktarmış. Tabi muhtemelen memuriyet hayatında yorucu, kitap kürek işlerine çok zaman harcaması gerekti ama bu birikimli ufukta, kitaplara bu muhabbeti olan insan daha sakin bir görevde olabilseydi çok daha kalıcı, çok daha güzel eserler verebilecekti.

Kitabın ismi nasıl oluşmuştu? Bizzat kendisi tarafından mı kondu “Ali Emiri’nin İzinde” ismi?

Kitabın başlığını ben seçtim. Kitabı bitirdikten sonra “müsadeniz olursa kitaba isim olarak ben bir teklifte bulunacağım” dedim; “Ali Emiri’nin İzinde olsun. Çünkü sizler Ali Emiri’nin koruyucususu, emanetçisisiniz, siz adeta o büyük insanın peşinden gidiyorsunuz.” O da kabul etti. Rahmetli onu hem çok severdi, hem de sanki o, görmeden intisap ettiği bir şeyh gibiydi. Ali Emiri’nin kitaplarını 33 sene korumuş Mehmed Bey.

Peki kitapta yer alan çarpıcı bir anekdot aktarmanızı rica etsek, tercihiniz hangisi olurdu?

Beni fazlasıyla çarpan anekdot şudur: İstanbul Müftüsü Bekir Hâkî Efendi var. Tabi ben Bekir Hâkî Efendi’yi başka okumalarımda da duymuştum. Özellikle Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın ve İstanbul’a o tarihlerde gelmiş bir takım âlimler var, onlar çerçevesinde… Emin Saraç Hoca’nın, Ali Ulvi Kurucu’nun, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın ortak kesişme noktaları bunlar.

Bekir Hâkî Efendi, İstanbul Müftülüğü yapmış bir zat. Ama hanımıyla imtihan olmuş. Hanımı çok sert bir hanımmış. Cumbalı bir evde otururlarmış. Kapı çalındığında hanım yukarıdan bakar, eğer hoşlanmadığı biri ise “gidin, hoca yok” dermiş. Hoca da yazık, arka tarafta kapıya bile çıkamadan misafirlerinin gitmesi durumuyla karşılaşırmış. Hoca kitabında anlatıyor, bizim kütüphanede çalışan Çiğdem Hanım adlı biri vardı diyor. Genç bir memur. Bekir Hâkî Efendi merhumu ziyarete gelmiş, içeriye girdiğinde Çiğdem Hanım “dedeciğim” dedi diyor, Bekir Hâkî Efendi “kızım” dedi diyor, sarılıp ağlaştıklarını söylüyor. Biz tabi şaşırıp kaldık diyor merhum. Çiğdem Hanım “dedeciğim eve gelemiyoruz” deyince, Bekir Hâkî Efendi de “biliyorum kızım, biliyorum” diye cevap vermiş. Hanımı, Bekir Hâkî Efendi’nin torununu bile eve sokmuyormuş. Bekir Hâkî Efendi, torununun Millet Kütüphanesi’nde çalıştığını tesadüfen öğrenmiş.

Buna benzer çok enteresan anekdotlar var. Ömer Efendi’nin mesela Bayındır’da sohbet esnasında “hakikat ehli sigara içer mi?” diye soran kadına karşılık sigarayı bırakması çok çarpıcı gelir bana. Bakınca ümmî diyebileceğin bir kadın üzerinden ilahi bir uyarı aslında o.

Kendisinin uzunca vaktini alan bir doktora çalışması olduğunu biliyoruz. Başka çalışmaları da var. Eserlerinden bahsedebilir miyiz lütfen?

Kendisi Halvetilik çalışmıştı. Halvetilik tabi dipsiz bir kuyu olduğu için çok zaman harcamış, hoca da bunu ifade ederdi, “ben yanlış yönlendirme kurbanı oldum” derdi. Başlamıştı Halvetilik’i çalışmaya ama; Halvetilik’in neresi; tarihi mi, kolları mı, üstadları mı… Başladıkça derine gitmiş. Böylece uzun bir süre çalışma ortaya çıkamamış. Sonra hocası da “sen bunu ciddiye almıyorsun” diyerek ümidini kırmış.

Kendisi ufak tefek bazı kitaplar çevirmiş, ansiklopedilere bazı maddeler yazmış, sempozyumlarda bildirileri var, farklı farklı dergilerde yayınlanmış makaleleri var. “Tarikat Kıyafetleri” adlı hâlâ basılan bir kitabı var. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları da bastı bilahare. Göynük’te medfun Dede Ömer Sikkînî Efendi Sempozyumu’nda yaptığı konuşmasının metni var. Ama dediğim gibi bürokrasi ile, kırtasiye işleri ile çok fazla uğraşmamış olsaydı da oturup eser verebilseydi çok daha iyi olurdu.

Bir de memuriyet hayatının sonlarını da etkileyecek şekilde ömrünün sonlarını tamamen gözü kapalı geçirmesi de bir imtihanı oldu. Bütün ömrünün hasılasını belki de oturup kendi kendisine yazabilecekti. Ellerindeki sıkıntı olmamış olsaydı belki bilgisayar da kullanabilecekti. Bu yönüyle de bazı fiziksel engellerle de karşılaştı rahmetli.

Her ne kadar eserleri konusunda durum böyle olmuş olsa da yetiştirdiği çok sayıda kişi var, değil mi? En azından sohbetinde bulunmuş, kendisinden bu şekilde istifade etmiş kişilerin sayısı hiç de az değil.

Tabi. Şöyle anlatayım. Mesela bizim röportaj yapacağımız zaman belliydi. Bu zaman zarfında bir başkası odaya girmezdi. Ben başka zamanlarda da kendisine denk geldim. Evi dergah gibiydi. “Mehmed abi biz geldik” falan. Karşılanırlar, her türlü izzet ü ikramla ağırlanırlar. Mimar Muharrem Hilmi Şenalp’ten Mahmud Erol Kılıç’a kadar… Onun zaten dost halkasında kütüphanelerden geçen, kütüphanelerde araştırma yapan çok kişi vardı. Mesela Çetin Börekçi’den bahsederdi, sonradan İslami camiayı tanımış biri olarak… “Önceleri Maocu Çetin derdik ona” diyor merhum kitapta, bu halkalarda buluna buluna kendisine hidayet vesile olmuş.

İslami camiada hatırat yazma konusunda biraz atâlet var. Mesela ben bu hatırattan çok istifade ettim okurken, eminim benim gibi istifade eden çok sayıda kişi de vardır. Belli ki bu tarz hatıratlar okuyucusuna ciddi katkıda bulunuyor. Böyle olmasına rağmen bu tekâsül sizce neyden kaynaklanıyor?

Öncelikle “Allah Ahiret’te ortaya çıkaracak” diye bir anlayış var. Görebildiğim kadarıyla ahiret inancı yazmaya garip bir biçimde ket vuruyor bizde. Benim “abi yazıyor musun?” şeklinde sorduğum pek çok kişiden “yazmaya ne gerek var, melekler yazıyor işte” şeklinde cevap almışlığım var. Böyle acayip bir salmışlık oluyor.

Öbür taraftan yazıyor mesela bazıları; bu sefer güzelleme yapıyor: “Ondan bahsetmedik”, “şundan bahsetmemek olmaz şimdi”, “kırılır” gibi. Hatırata bakıyorsun, sadece olumlu, âfâkî şeyler var. Yaşanmış şeylerle alakalı bu keşke böyle olmasaydı denmeyecekse eğer, hatırat yazmanın bence çok da anlamı yok. Diğer taraftan zaten duyabileceğin, okuyabileceğin şeyleri adam hatıratına yazıyor; “Çok güzel bir insandı, çok güzel sohbet ederdi, sonra sıradaki. çok iyiydi” falan diye. Tamam iyidir hoştur muhakkak ama toplumda hangi bağlamda nereye oturuyordu o adam, ne iş yapıyordu, buna cevap vermesi gerekir. Bunun sebeplerinden biri de şu: Ahiret inancı olmayanların yazdıklarına bak mesela, her şeyi bu dünyada halletmek için açık açık yazıyorlar. O yüzden mesela bakıyorsun çok iyi iki dost, aralarında bir bozuşma oluyor, bütün kirli çamaşırlarını ortaya döküyorlar. Bizde bu da var biraz; “Kırmayalım. Kul hakkı olmasın. Veballe gitmeyelim” falan. İşte bu düşünce, bu aşırı kontrol, ortaya elle tutulur bir şey çıkmamasına yol açabiliyor.

Röportaj: Yusuf Sami Kamadan

YORUM EKLE
YORUMLAR
Sadullah
Sadullah - 5 yıl Önce

Bu akıcı ve nefis röportaj için teşekkür ederiz. Mübareklerin yerleri de kısa zamanda dolar inşallah.