Süleyman Nazif kalem erbabı bir ailede doğmuştur. Yazar bir babanın evladı, şair bir ağabeyin kardeşidir. Gençliğinden itibaren devrin şair ve yazarlarının yakın çevresinde bulunmuştur. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen; şiir ve nesirleriyle Servet-i Fünûn, Tasvîr-i Efkâr başta olmak üzere dönemin önemli gazete ve dergilerinde yer alan birikimli, yetişmiş bir isimdir. İmparatorluğun son demlerine şahit olmuş, Cumhuriyetin ilk yıllarına ulaşmıştır. Böylece yazdığı otuz eseriyle tarihi tanıklığı bulunan bir kişidir. Bunların yanı sıra onun bir özelliği de milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy ile kurmuş olduğu yakın dostluğudur. 1927 yılında vefat eden şair bugün çok sevdiği arkadaşı Mehmet Akif ile yan yana Edirnekapısı’ndaki şehitlikte medfundur.
Bizim için Süleyman Nazif’i Mehmet Akif açısından farklı kılan bir diğer bir husus ise vefatından yaklaşık üç yıl önce 1924 yılında yayınlamış olduğu Mehmet Akif isimli eseridir. Bu kitap Mehmet Akif’e dair yazılmış ilk kitap olma özelliğine binaen Akif üzerine yapılan çalışmalarda ayrı bir yere sahiptir. Ayrıca yazarının Akif’in hayatının inceliklerine derinlemesine sahip olmasıyla kitap hem bir portre hem de bir hatıra kitabı olma özelliği taşımaktadır.
Akif’i anlatan ve onun sağlığında yayınlamış tek eser olan Süleyman Nazif’in Mehmet Akif kitabını 1991 yılında tekrar yayına hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ olur. Eser sadeleştirilmeden dilinin orijinalliği muhafaza edilerek yayımlanır. Aradan geçen uzun bir süreden sonra kitap 2015 yılında Kapı Yayınları’nda tarafından tekrar basılır. İlk baskısına sadık kalınarak hazırlanan eser, Osmanlıca metni ve günümüz harflerine çeviriyazı şeklinde birlikte basılır.
İşte bu minval üzere Akif’in yakın arkadaşı ve onun şiirleriyle bütünleşmiş hayatının şahitliğini sayfalara döken ilk kişi olan Süleyman Nazif ile Mehmet Akif eseri üzerinden hayali bir röportaj yapmak istedik. Keyifli bir okuma oldu. Zira hem içerik hem üslûp farklı bir tat bıraktı bizde.
Efendim! Öncelikle eserin yazılışından ve yazılma sebebinden bahseder misiniz bizlere?
Memnuniyetle. Eser, evvela 31 Temmuz 1919 tarihinden itibaren, belli aralıklarla Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmiştir. Lakin kitabın son on bir sayfası yani “Bir Mu’cize-i Şi’r” bölümü 1924 yılında kitabın basılma aşamasında ilave edilmiştir. Bu eseri merhum Akif, sağlığında kitap halinde görmüştü. Eserimi, Mithat Cemâl Kuntay’a ithaf ettim. Çünkü benim Akif ile tanışmama o vesile olmuştur. Hatta bu durumu kitabının ilk sayfasında da açıkça belirttim. Şöyle ki: Ben nasıl olsa Akif’i her halükarda tanıyacak ve elbette onu sevecektim. Fakat onun beni tanıyıp sevmesi müşkil bir işti. Aramızdaki ‘lâ-yezâl uhuvvet-i fikriyyeyi ihzâr ve te’yîd eden’ Mithat Cemâl’dir. Kitabın basımından on altı yıl kadar önce bir tarihte beni Akif’e takdim etmiş ve aramızdaki muhabbeti o başlatmıştır.
Neden yazdığım bahsine gelince. Ben onun ‘zâtı ve âsârı hakkında bazı malumat ve tedkikat’ yapmak istedim. ‘Evlâd-ı istikbâli eşar-ı Akif’in bazı safahat ve ebyatında’ dolaştırmak istedim. Amacım, onun gerek şahsı, gerekse yazıları etrafında koparılan kıyametlere karşı zamanımızın sessiz ve hissiz kalan şahıslarını “ta’n-ı muhikkından” kurtarmaktır. Yoksa Mehmet Akif gibi bir şahsiyet hiçbir zaman takdirimle tanınmaya muhtaç birisi değildir.
Akif’i onun yakın arkadaşı olarak nasıl tarif edersiniz bizlere?
Akif, dindar, âbid, saf ve zâhid bir Müslümandı. Müthiş bir tevazu sahibi idi. Çok bilgiliydi. Öyle ki onu dinlerken bazı bazı derin hayretlere düşerdim. Dini ve fenni ilimlere son derece vâkıftı. O ömrü boyunca Müslüman olma vasfından asla imtina etmedi. Bunun yanında Garbın ulûm-i tabî’iyye ve edebiyyesine karşı hiçbir zaman da bir taassup göstermedi. Hazreti Peygamber’in feyz-i nefhi şairin her mısraında iyânen görünür. Önce babasının rahle-i tedrisatından geçer, sonra medrese eğitimini tamam eder. Daha sonra ise devrin en modern eğitimlerinin tahsilini de dereceyle bitirir. Akif, yeni mekteplere uzanan eğitiminde çocukluktan getirdiği hamule-i itikadının zerresini bırakmadan aksine imanını bu derslerle daha da kavileştirerek hayata atılmıştır.
Şairliğine baktığımızda. Çocukluğumda Mu’cizât-ı Enbiya’dan Hazreti Davut anlatılırken “Hazreti Davud’un elinde demir balmumu gibi yumuşar ve o nebiyy-i Zişan âhene istediği şekli verirmiş.” derlerdi. Ben mucize-i Davud’u Akif’in şiirlerini gördükten sonra vuzuh ile anladım.
Balkan harbinin son safhalarıydı, bir gün Racaizade Mahmut Ekrem, Akif’e ‘bir şehnâme-i millî’ yazmasını ve bu yolda bir eseri vücuda muktazi olarak yalnız onu gördüğünü söylemiştir.
Akif’in sevdiği şairler ve yazarlar kimlerdi?
Akif, bir eseri sevmek için onda meslek ve mektep noktasında tedkik ve intihab etmeksizin ale’l ıtlak güzellik aramaktadır. Bu minvalde Arap şairlerinden İbnü’l-Fârız’ı, Acem’den Sa’dî-i Şirâzî’yi, Fransızlardan da, Emile Zola’yı, Alfons Dode ve Lamartin’i; bizden ise Fuzûlî’yi Nedim’i pek ziyade seviyordu. Fakat Nef’î’ye o kadar muhabbeti yoktu.
Peki, Mehmet Akif’in edebi şahsiyetinin oluşmasında kimlerin etkisi olmuştur?
Evvela Muallim Naci’dir, onu seve seve okumuştur. Mesela, Safahat’taki bir “Hasbihâl”inde Mehmet Akif tam bir Muallim Nâci’dir. Sonra Abdülhak Hâmid’e karşı şiddetle meftundur. Hamid’in feyz-i dehâsı eş’âr-ı Akif’in her safhasına sereyan etmiş görünür. Bunun yanında Kemâl-zâde Ali Ekrem ve Tevfik Fikret’in tarz-ı tahkiyyesine müncezib olmuştur. Fakat Akif bütün bu şairlerin daire-i tesirlerinden çıkmış ve kendine has bir vâdî-i tedkik ve beyan küşâd ederek istikbale intikal edecek bir tarz-ı hâkim vücuda getirmiştir.
Sizin Akif ile olan dostluğunuzu biliyoruz ama siz aynı zamanda Tevfik Fikret’i de tanıyan bir isimsiniz. Biraz önce Fikret’in Akif’in şairliğinde etkisi olduğunu söylediniz. Bu ikili arasındaki münasebetin mahiyeti ve derecesi nedir?
Ben ikisini de yakından tanıdım. Akif’ten beş yaş kadar büyüğüm, Tevfik Fikret’le ise yaşıtızdır. Burada her türlü hiss-i taraf-gîrîyi teb’îd ile sırf bir müşahid itinasıyla iki şair arasındaki ihtilafı tedkik ve ihtilafatın esbabını teharrî edeceğim. Öyle zannediyorum ki bu hususta en çok selâhiyetdar olan üç dört bî-garaz âşinâdan biri bu acizdir.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus iki şair arasındaki yekdiğerine mukabil hareketlerin başkaları tarafından yaygara koparılmasıdır.
Malumdur ki şiir ve şâiriyyetin iki ilham kaynağı vardır. Din ve kin.
Birincisini kendine ilham ittihaz eden kişide aşk, iman, ümid ve huzurdan neşet eden itminanı kalbin teselli veren mesûd terennümleri dökülür. Öyle ki onun cemiyeti ikaz ve tenkit ettiği noktada bile bir hastanın göğsüne başını koymuş ağladığını tevehhüm edersiniz. Bu tıynetten gelen şair olarak Fransızlar için Lamartin, bizim için ise Mehmet Akif vardır.
Kinden beslenen bir şairin ise en hayırlı irşat ve nasihatinde bile şefkatinden çok dişlerinin gıcırtısı işitilir. Ağlamak şöyle dursun, yaşarmayı bile unutmuş o gözlerinde gazaptan başka bir şey göremezsiniz. Size uzanan ellerinden alabileceğiniz nasip ancak yumruktur. Bu mizaçtan da İngilizler için Bayron, bizler için ise Tevfik Fikret neşet etmiştir.
Fikret, fani bedeninin toprak üstünden er ya da geç silinip gidecek bir gölge olduğuna kanidir. Öyle ki gelecek nesillerin dahi büyük bir beğeniyle okuyacağı şiirlerinin bile unutulmaktan kurtulamayacağını düşünür. Fikret aslında otuz yaşına kadar kelimenin tam anlamıyla Müslüman birisiydi. Sahip olduğu o derin imanı şiirinde de görmek mümkündür. Fakat daha sonra bırakın tedavisini, teşhisinde bile geç kalınan bir hastalığa duçar olduktan sonra akide-i ûlâsının temelleri sarsılmaya başlamıştır. Artık Fikret, bir gayzını tatmini için icab ederse şehit bir milletin cenazesini de çiğnemekten geri durmaz bir hal almıştır. Yaşadığı bu değişimin şiirlerinde başkalarının mukaddesatına söven bir cerihayla ortaya çıkması doğal olarak ona bir cevap vermek gereği uyandırdı. İşte burada da Akif girdi devreye…
Bu iki şairin, arasındaki en büyük farkı ortaya koyan yine onların şiirleridir. İşte Sis, işte Süleymaniye Kürsüsünde…
Bize “Âsım”ı taşımış olduğu mana itibari ile biraz açar mısınız?
Âsım, Akif’in Safahat’ında yer alan yüz otuz iki sayfadan oluşan bir manzumesidir. Âsım, asrımızın asâr-ı müstakbeleye bir hediyye-i tehassüsü, bir selâm-ı heyecanıdır. Âsım, aslında kuğunun son şarkısıdır. Bin izdırap içinde kıvran kıvrana can veren altı yüz senelik bir devrin dehâ-yı Âkif’e ettirdiği bir kuğu terennümüdür. Milletimiz bitmez tükenmez zâyiât karşısında ağlarken, kader-i ilahi ona bu lahuti neşideyi tazmin olarak bahşetmiştir. Tuna kıyılarından, Ummân’ın öksüz sahillerine kadar hükümran olmuş bir devrin bütün ihtişamı Âsım’ın sayfalarında müebbeden gözükecektir.
Sizden Akif için son bir söz alacak olsak ne dersiniz?
Akif hakkında son olarak şunu söylemeliyim. “Veyl o kavme ki tarihi kapandıktan sonra vücudunu ihtar edecek measir ve hususiyle mâtemini terennüm edecek Akif gibi şâirleri olmaya…”
Mehmed Akif, Süleyman Nazif, Kapı Yayınları
Sefa Toprak
Gayet guzel MasAllah. Ben bir Pakistanli olarak da Akif Ersoy Rahmeti ile cok ilgileniyorum. Lutfen bunu epostayla pdf olarak bana gonderebilir misin. Saygilarimla. Muhammad Arshad: [email protected]