Süheyla Karaca Hanönü: “Sistematiğe bağlanmış, içten güdülenmeli, değerler eğitimi olarak özümsetilmiş bir kültür politikası üretmemiz şart.”

“Şiir seven, hikâye okumayı seven, belli bir müzik kültürü olan insanlar daha özgün ürünler ortaya koyabilir çünkü sanatın her alanı birbirini besler denize akan ırmaklar gibi.” Yazarlar sordu, Süheyla Karaca Hanönü cevapladı.

Süheyla Karaca Hanönü: “Sistematiğe bağlanmış, içten güdülenmeli, değerler eğitimi olarak özümsetilmiş bir kültür politikası üretmemiz şart.”

                                     

Eylül 2021 doğumlu bir kitap, Karaca Gözü. Okur Kitaplığı’ndan. Süheyla Karaca Hanönü’nün kitap değerlendirmelerinden oluşuyor. Hüseyin Çolak’ın kitabın arka kapağında da yer alan ifadeleriyle: “Kendine özgü ‘karaca gözü’ ile irdeliyor eserleri. Kalem, kelamın titiz ve gizem hâline tekabül ediyor onda. Edebiyatı ‘gıybet’ olarak görmeyenlerden, aksine onu kıymetli hâle getirenlerden; kelamın kıyamı olan kaleme hürmetine tanıktır, kaleme aldıkları. Yazılarını okurken o titizliğini, üzerinde çalıştığı eseri didik didik edişini gözlemleyebiliyorsunuz.”

“Kitap, kitabı çağırsın diye…” Osman Aras ile Berat Asaf adlı güzel ikizlerin annesi, ressam, edebiyat öğretmeni Süheyla Karaca Hanönü’ye kitaba, edebiyata, hayata dair sorularımız oldu. Söyleşmek, halleşmek istedik ve öyle güzel karşılandık ki… Çok keyif alacağınız bir söyleşi ile;  

İlk Sorumuz Selvigül Kandoğmuş Şahin’den:

Sevgili Süheyla, öncelikle kitabın hayırlı olsun, nice kitaplara diyelim. Seni tanıdığım kadarıyla mücadeleci, zora talip olmayı seven aynı zamanda cesur, dirayetli bir yapıyla hayatı dolu dolu yaşamaya çalışıyorsun. Öğretmenlik, ev hanımlığı ve ikiz, dünya tatlısı oğullarına annelik yapıyorsun. “Zaman geçip gider. Fakat söylenilen söz baki kalır.” diyor Tolstoy, Risaleler kitabında. Sen de söyleyecek sözlerini seçip, arındırıp, belli bir terbiyeden geçirerek her yazar gibi yazıya döküyorsun, kalıcı kılıyorsun böylelikle. Bunca zorluğun içinde yazma eylemi sende nasıl başladı ve yazıya yüklediğin anlam nedir, sen niçin yazıyorsun diye sorsam bize neler söylersin?

Şahsımla ilgili bu güzel sözleriniz ve tespitleriniz için çok teşekkürler Selvigül Hanım. Zor olan nedir ki? Bir eylemi severek yapıyorsanız zor kelimesi kalkar aradan. Bizler, “Zahmetsiz rahmet olmaz” anlayışıyla yetiştik. Toplum olarak zor olana alışkın bünyemiz.

Niçin yazarsın, sorusunun cevabı çok ama ben bir tanesini anlatmak isterim. “Ardıç Kuşu” hikâyemde anlattığım küçük kız benim aslında. İlkokul yıllarındaydım. O dönemler her fırsatta anneannemlerin bağ evine gider kalırdım. Anneannemin şefkati ve doğaydı beni çeken. Yere oturup geniş gövdeli kayısı ağacına sırtımı yaslayarak elimdeki kâğıda dörtlükler yazardım. Sonra da biri bulup okur diye utanarak kimini yırtar, kimini toprağa gömer, kimini de ırmağın serin sularına bırakıp gözden kaybolana dek izlerdim. O günlerde içime ekilmiş bir tohumdur yazma aşkı. Galiba yazmak mizaçla ilgili. Mizacım “Yaz!” komutunu verdiği için ve paylaşmayı çok sevdiğim için yazıyorum.

Mustafa Uçurum: Yazmak, özellikle kitaplar üzerine yazmak bir öngörü ve geniş bir açılımı da beraberinde getiriyor. Sizi kitaplar hakkında yazmaya iten sebepleri bizlerle paylaşabilir misiniz?

Bu güzel soru için teşekkürler Mustafa Hocam. İşin akademik eğitimini alınca ister istemez bir öngörü oluşuyor. Kitap dosyalarında bütünselliği çok önemserim. Şair-Ceylan diyaloglu deneme serim var. Bunlardan birçoğu yayınlandı. Kuş motifli hikâyeler yazıyorum. Kimi yayınlandı, kimi dosyada okuyucuyla buluşacağı anı bekliyor. “Kuş Kalbi” adlı hikâyemin hikâye seçki kitabına alınmasının mutluluğunu da yaşadım. Yayıncım ilk olarak öykü dosyamı yayına almayı tavsiye etti ama ben kitaplar üzerine yazdığım eleştirel denemelerle okur karşısına çıkmayı doğru buldum. Risk aldım doğrusu. Bilinçli bir riskti bu. Bir mesaj vermek istedim aslında. Şuna inanıyorum ki bir yazar, yazar olmadan önce ciddi bir okur olmalıdır. Kitabı okuyanlar bahsettiğim eserlerin yazarlarının çoğunun yaşadığını fark edecektir. “Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur” bizde. Oysa bir yazara verilebilecek en güzel ödül yaşarken eserlerini okuyup eserleri hakkında dönüt vermektir. Galiba amacıma ulaştım. Yakın zamanda birçok okurdan bu ve benzeri çok yorum aldım: “Kitabı okurken bahsedilen eserleri bilmemenin üzüntüsünü yaşadım. Kitabı okurken sürekli not aldım. Bahsedilen eserleri mutlaka okuyacağım…”

Kitap kitabı çağırsın temennisiyle Karaca Gözü de okurla buluştu böylelikle.

Yasemin Kapusuz: Kitaplar mı sizi bulur, siz mi onları bulursunuz? Hakkında değerlendirme yazdığınız kitaplar değerli kitaplar. Nasıl seçtiniz? Tür olarak daha çok hangi kitapları tercih edersiniz? Ayrıca bir okuma ve yazma disiplininiz olduğunu düşünüyor musunuz?

Her ikisi de diyebilirim. Bazen kitapçılarda tesadüfen görüp inceleyerek hakkında yazı kaleme aldığım kitaplar olmuştur. Eleştirilerine güvendiğim kıymetli edebiyatçıların tavsiyelerini de gözetirim. Hele ki yeni çıkan bir kitap varsa, hele bu isme daha önce dergilerde denk gelmişsem bir an önce okumayı istiyorum. Bir okuma listesi yapıyorum hâliyle. Gücüm yettiğince de okumaya çalışıyorum. Kitaplarda tür ayrımı gözetmem. Bir fabl olan Kelile ve Dimne’yi üç kez okumuşumdur. Geçiş dönemi eserlerimizden 6645 beyitlik Kutadgu Bilig adlı ilk mesnevimiz uzun dönem başucu kitabım olmuştur. Yarım kalan tiyatrolarını dahi okuduğum tiyatro yazarımız olmuştur.  Günlüklere, röportajlara, anı kitaplarına özellikle ilgim var. Kitapta tür ayrımı yapmak, yemek seçmek gibi kötü bir şey. Her türden nasiplenmeliyiz. Deneme, makale, fıkra gibi yazılarla düşünsel dünyamızı besleriz. Kurmaca metinlerle başka başka diyarlara gideriz. Harekete çevrilen metinlerle görsel şölen yaşarız. Okuma ve yazma konusunda bir disiplin edindiğimi ve bunu sistematik bir hâle getirdiğimi düşünüyorum.

Mustafa Özçelik: Kitaptaki yazılarda çok dikkatli bir gözlem ve eserlerin iç dünyasına derinlikli bir nüfuz görünüyor. Bu da onları okuma biçiminizin nasıl olduğuna dair bir merak uyandırıyor. Bize kitap okuma yönteminizden söz eder misiniz?

Kıymetli hocam, öncelikle bu güzel yorumlarınız için çok teşekkürler. Okuma yöntemimin seçici ve bilinçli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle çoğul okuma yapmayı ve farklı türler okumayı bir zenginlik olarak görüyorum. Bazen kitabını hiç okumadığım bir yazarın bir röportajına denk geliyorum dergilerde. Sorulara verdiği cevaplar o kadar özgün, o kadar kaliteli ki “İşte bu yazarın eseri okunmalı” diyorum ve genellikle yanılmıyorum. Kitapları okurken de -bazıları bana kızabilir ama- satırların altını çizip, yanlarına notlar düşüyor, notlar alıyorum. Bu notları birleştirmek için kendimce bazı teknikler uyguluyorum ama bunu şu an nasıl anlatabileceğimi bilemedim çünkü okuduğum metne göre değişken durum arz ediyor. Sonra bir bakıyorum ki o kitapla ilgili yazmışım. Aslında ben yazmıyorum kitap kendini bana yazdırıyor.  Bazen bir tek cümlenin hatırına bir kitapla ilgili yazmışlığım olmuştur. Bu güzel cümleyi başkaları da duymalı hissine kapılıyorum. Kitabı okurken hem yazarla hem eserle hem de karakterlerle hemhâl oluyorum. Bu duygudaşlık beni daha üretken hâle getiriyor. Kitap yazılarımda özellikle şunu gözetirim: Fragman etkisi uyandırsın. Nasıl ki bir filmin fragmanı bir filmi izletmek için cezbediyorsa kitap değerlendirme yazıları da böyle bir etki uyandırmalı diye düşünüyorum. Toplumun geneline hitap edebilecek noktaları sohbet eder gibi kalemi ve dili kasmadan yazmayı önemsiyorum. Kitap yazılarında akademik jargon kullanmaya soğuk bakıyorum. O yüzden mümkün olduğunca teknik bilgilere yer açmıyorum. Okura farklı gelen de bu oldu galiba.

Hacer Yeğin: Sizce müstakil ve yerli bir kültür politikası üretebildik mi? Geçmişimizi kucaklayarak geleceğimize yön verecek bir kültür politikasının sacayağı unsurları neler olmalıdır?

Hacer Hanım, itiraf etmeliyim ki en zor soru sizden geldi. Bu sorunuz bir makale başlığı olabilir. Bu konu hakkında sempozyumlar düzenlenebilir. Sorunun cevabı birtakım riskler barındırsa da fikri olan herkes daha iyi sonuç alabilmek için düşüncelerini masaya koyabilir. “Gerçekler hakikat şimşeklerinin çarpışmasından doğar.” Ben de elimden geldiğince bu soruyu cevaplamaya çalışayım. Yerli bir politika yok desek yanlış olur, yerli bir politika var desek eksik kalır. Ülkemizin temel sorunlarından biri eğitim meselesi. Bu denli kadim bir kültüre sahip olan bir toplumun eğitim sahasında, kültürel alanda yaşadığı basiretsizliklere bir eğitimci olarak üzülmüyorum desem yalan söylemiş olurum.

Cumhuriyet döneminde edebiyatımızda Hisarcılar diye bir topluluk var. Onların şu sanat ilkesini kendime çok yakın buluyorum:

“Sanatçı bağımsız olmalıdır, ulusal olmayan bir sanatın sınırları aşacağı düşünülemez.”

Tam da böyle. Ulusal olmadan evrensele gitmek doğru olmaz. Nedense aklıma Cengiz Aytmatov geldi. Yazdıkları ulusal mı? Evet, ulusal. Evrensel mi? Evet, evrensel. Bir yazar kendi toplumunun değer taşlarından, kendi insanından beslenerek tüm insanlığa yalın bir dille mesaj verebilir. Aytmatov, milli destanları olan Manas’tan beslenirken bunu evrensel boyuta da taşımayı başarıyor. İncecik bir kitap olan Toprak Ana’da savaşın yıkıcılığını iliklerinize kadar hissettiriyor size. Geçmişimizi tabi ki kucaklayalım ama hepsini, her rengini kucaklayalım. Kucakladıklarımızı güncellemeyi de bilelim. Okuma oranının bu denli düşük olduğu toplumuzda geleceğe nasıl yön verebiliriz ki?  Reşat Nuri’nin dediği gibi “Niye kitap okumuyorlar demek, niye piyano çalmıyorlar demek gibi bir şeydir.” Biz, neslimize okuma alışkanlığını kazandıramıyoruz. Keşke bir yıl okullarda öğrencilerimize sadece her alanda kitaplar okutulsa, okunan kitaplar yorumlansa, yazarlarla, şairlere buluşturma etkinliği yapılsa. Eminim çok daha iyi olacaktır. Meclisimizdeki milletvekillerimiz meclisin bir köşesinde kitap okursa, öğretmenlerimizin elinde her dem bir kitap olursa, her anne çocuğunu uyutmadan ona masal, hikâye kitapları okursa, sanayideki bir ustanın elinde bir kitap görürsek o zaman bu sorulara dahi gerek kalmaz. Bireysel başarılarla bir yere varamayız. Sistematiğe bağlanmış, kişiler olmasa da sistemin tıkır tıkır işlediği, içten güdülenmeli, değerler eğitimi olarak özümsetilmiş bir politika üretmemiz şart. Bizler ancak yorumlarımızla, bireysel katkımızla destek verebiliriz ama bunu gerçek kılacak olan kanaat önderleridir.

Şule Köklü: Fırça ve kalem arasında gidip geliyorsunuz, bir kefeye kalemi, bir kefeye fırçayı koysak hangisi ağır gelir?

Kıymetli Şule Hanım, sorunuz tebessüm ettirdi ve beni çok mutlu etti. Sanatla hemhâl olmak diye bir durum var. Ahtapotun kolları gibi. Sanat olsun da hangi dalı olursa olsun. Sanat, insana değer katar. Şiir seven, hikâye okumayı seven, belli bir müzik kültürü olan insanlar daha özgün ürünler ortaya koyabilir çünkü sanatın her alanı birbirini besler denize akan ırmaklar gibi. Resimlerimin dikkatinizden kaçmaması beni onurlandırdı doğrusu. Karantina günleri başladığında boş durmayı sevmeyen biri olarak “Bu süreçte zihnimi nasıl meşgul edip huzur bulurum?” diye düşündüm. Bir de baktım ki tuvaller, fırçalar, boyalar almışım. Kendime sanatla terapi yapacağım ya açtım kesenin ağzını. Tuval mi berbat olmuş, boya mı zayi olmuş hiç umurumda değil. İlk denemelerim kötü olduğu hâlde bende ışık görenler oldu. Bir heves zannedenler oldu. “Yazmayı bırakacak mısın yoksa?” diyenler oldu. Emek verdikçe her şey gelişir ya. Ben de geliştirdim galiba. Öyle ki bir sergiye katılmak, sertifika almak da nasip oldu. Kefe olayına gelince “Ne yardan geçerim ne serden” durumundayım desem olur mu?

Fahri Tuna: Hem yazar hem de ressam olan edebiyatımızda çok az insanımız var. Yüzlercesi arasında iki elin parmaklarını geçmez. Siz de onlardan biri olma yolundasınız. Üstelik akademik bir eğitim almış edebiyat öğretmenisiniz. Edebiyat/ resim arasında nasıl bir güçlü bağ görüyorsunuz?

Kıymetli Fahri Hocam, umarım dediğiniz gibi her iki alanda da kendimi daha da geliştirebilirim. “Ressam” sıfatı beni biraz mahcup ediyor desem yeridir çünkü resim alanında daha emekleme evresindeyim. Edebiyatın tarihle, psikolojiyle, sosyolojiyle, dinle, coğrafya ile nasıl ki ilişkisi varsa resimle arasında olan ilişki de yadsınamaz. Bazen bir hikâye dinliyorum. O hikâye beni o kadar etkiliyor ki o ilhamla kalkıp tuval başına geçiyorum. Bazen de gördüğüm bir tablo beni o denli etkiliyor ki o ilhamla kalkıp bir yazı kaleme alıyorum. Hikâyesi olanlar, resimde daha özgün kompozisyonlar ortaya koyabilir. Bazen aklıma çok anlamlı bir kompozisyon geliyor ama düşüncemi tuvale aktarmakta yetersiz kalabiliyorum. Sanatın her alanı yetenek kadar emekle de güzelleşir. Bir de şuna inanıyorum ki siz bir ürünü çok severek ve ruhunuzu katarak ortaya koyuyorsanız kusurlu da olsa, teknik hataları da olsa yüreklere tesir edebiliyor.

Hikâye ve roman yazarlarının en çok kullandıkları teknikler öyküleme ve betimlemedir. Betimleme için şu tanımlama yapılır: “Kelimelerle resim yapma sanatıdır.” Bu tanım bile edebiyatın resimle ilişkisine bir cevap niteliği taşır. Aslında resimler ve karikatürler üzerine yazılar yazmaya başlamıştım ama o dosyam yarım kaldı. Umarım onu da tamamlamak nasip olur.

Mustafa Everdi: Türkiye’de bir değişim- dönüşüm yaşanıyor. Dünya ile birlikte. Bu değişimde kadın yükselişine şahit oluyoruz. Kadınlar hem Lilith hem Bahriye… Her alanda olduğu gibi edebiyatta da kadın yazarlar daha çok anlatacak şeyleri olduğuna inanıyorlar. Yüzyılların suskunluğunu aşmak ve kendini anlatmak için duyduğunuz sorumluluk mu sizi yazarlığa yöneltti yoksa insan konuşup/yazınca güzelleşir, hikâyesi olmayanın adı yok diye mi inanıyorsunuz?

İnteraktif dünyada hepimiz çevrimiçi durumdayız kıymetli hocam. Öncelikle Lilith mi Bahriye mi derseniz hakkımı Bahriye’den yana kullanayım. (Bu arada okuyucuyu düşünerek bir parantez açmak istiyorum ki Mustafa Everdi Hocamız’ın Türk toplumunun adeta gen haritasını ortaya koyduğu “Esved ve Bahriye” adlı hikâye karakterleri var. Bahriyeyi de pek severim) Lilith mitolojisindeki gibi feminist değilim. Sonunda illaki bir “ist” olacaksa “insanistim” diyeyim. Değişim elbet olacak, olsun da. Fakat “Bu değişim, hayatı daha yaşanılır kılıyor mu?” onu iyi analiz etmek gerek. Sanki yaradılışta kadınlara konuşma donanımı çok yüklenmiş, yazma donanımı eksik kalmış, diyeceğim ama bu haksızlık olur. Erkek fıtratı ile kadın fıtratı farklı olsa da her insan öğrenme ve öğrendiklerini yansıtma algısıyla dünyaya gelir. Mesleklere, renklere cinsiyet anlamı yükleyen sosyal korodur. Bilirsiniz ki tabuları yıkmak da bir hayli zordur. Tarihte kadın yazarların yazabilmek için ne çileler çektiğini bilenler bilir. Kayınvalidesi istemiyor diye adını değiştirerek yazanlar, erkek kılığına girerek yazanlar vs. Çok eskiye gitmeye de gerek yok. Yakın zamanda “Okula göndereyim de aşk mektubu yazmayı mı öğrensin?” diyerek okula gönderilmeyen kız çocukları vardı. Bana yazar kelimesi müennes(dişi) mi, yoksa müzekker(erkek) bir kelime midir, diye soracak olursanız istatistiklere bakarak çok “eril bir kelimedir” derim. Dünya klasiklerinde kaç kadın yazar var bakmak gerek. Yazarlar Birliği’nde kaç kadın yazar var bakmak gerek. Hâlihazırdaki dergilerde kaç kadın yazar var bakmak gerek. Bakınca “Oh, endişelenmeyelim. Yazarlık hala erkek işi.” diyebilirsiniz. İş yükü, ev sorumluluğu hele ki annelik vasfı olan bir kadının yazması akıl işi değil aşk işidir. “Aşığa sen niye âşık oldun?” demek nasıl olmazsa tüm engellere rağmen yazma aşkı olan kadınlara da “Sen kim gelesin edebiyat meclisine, baş üstünde yerin var,” demek yakışır.

Yazmaya âşık olduğum için, öğretmenlik hastalığı olsa gerek öğrendiğimi pay etmek için, içinde bulunduğum topluma sorumlu olduğum için yazmaya çalışıyorum. Bu da bizleri güzelleştirir umarım. Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz. Bir hoş sada bırakırsak geriye, ne mutlu biz Bahriyelere.

Bahtiyar Aslan: Yazdığınız yazılarla duygusal bir bağ kuruyor musunuz? “Yazılarım çocuklarımdır” diyenlerden misiniz?

Kıymetli Bahtiyar Hocam, “Yazılarım çocuklarım gibidir” dersem sizin muzipçe gülümseyeceğinize eminim. Yazdıklarımı çocuklarım gibi değil de kendim gibi görüyorum. Değişik ruh hâllerimin yansımalarıdır yazdıklarım. Hâliyle yazılarıma karşı bir duygusallığım oluyor. Kendimi önemsediğim için yazdıklarımı da önemsiyorum.  Yazılarıma kıymet verir ve onları arşivlerim. İyi bir arşivci olduğumu da itiraf edebilirim. Öyle ki lise yıllarında öğretmenimin bana hat sanatı ile yazdığı tebrik kartını dahi saklarım. Benim ilk dinleyicilerimden, eleştirmenlerimden olan dostum Elif Kara Aşık’ın bana yazdığı mektupları da saklarım. Sadece kendi yazılarımla değil, değer verdiklerimin yazılarıyla da duygusal bağ kurarım. “Yazdıklarımda realist ama yazdıklarıma karşı romantik olmak tercihim” diyebilirim.

*************************************************************************************************

“Bazen bir cümlenin hangi yaralara merhem olacağını bilemeyiz. Kimisine sıradan gelen bir cümle; bir başkasının yüreğinde ferahlamaya, kişinin daha mantıklı düşünmesine aracı olabilir.” diyor Süheyla Karaca Hanönü. Evet, kitap seçkisindeki ve irdelemelerdeki, üsluptaki titizliği ve başarısıyla Süheyla Hanım’ın kaleme aldığı diğer türlerdeki daha nice kitaplarıyla da buluşmak dileğiyle…

Derleyen: Yasemin Kapusuz

YORUM EKLE