Selvigül Kandoğmuş Şahin: “Bizleri yaratıp yaşatan Rabbimiz her an üretken olmamız için de gereken gücü bize yüklemiştir.”

“Dilimiz bize imkândır ama imtihandır da. Dilimiz bizim en büyük dostumuzdur ama aynı zamanda en büyük düşmanımızdır da…” diyen yazarın yeni çıkan kitabı “Arınma Zamanlarına” etrafında Süheyla Karaca Hanönü'nün söyleşisi.

Selvigül Kandoğmuş Şahin: “Bizleri yaratıp yaşatan Rabbimiz her an üretken olmamız için de gereken gücü bize yüklemiştir.”

Selvigül Hanım, öncelikle Arınma Zamanlarına adlı deneme kitabınız hayırlı olsun. Sizi sürekli bir şeyler üretirken görüyoruz. Öyküler, denemeler, köşe yazıları, söyleşiler, programlar ve tüm bunların yanı sıra resimler… “Kalp İstişaresi” adlı yazınızda; “Unutma durmak çürümektir.” derken neyi ifade etmeye çalışıyorsunuz, üretmenin sizdeki karşılığını nedir?

Öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. İnsan mükemmel bir hâl ile yaratılmıştır. Tüm azaları ile yaşadığı dünya hayatında aslında hakkını vererek yaşasa üretken, doğurgan bir halde yaşar. Bitmek bilmeyen bir enerji yüklemiştir Rabbimiz bizlere ‘Hayy’ ismi Rabbimizin her daim diri anlamına gelir. Ve Furkan Suresi’nde; “Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan” (Furkan, 58) diye buyurur Rabbimiz. Bizleri yaratıp yaşatan Rabbimiz her an üretken olmamız için de tüm gücü bize yüklemiştir aslında. Malayâni işlerden beri olduğumuzda, bize yüklenen istidatları keşfedip her an yaşantımızda yenilenerek, her yaşın getirdiği olgunluk ve tecrübe ile üretmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bizler her an diri olan bir Allah’a inanıyoruz. Her dakikanın, saniyenin hesabı da sorulacaktır. Çok eksiklerimiz, kusurlarımız var tabi ama biz halisane niyetle yaklaşırsak Rabbimiz de kusurlarımızı örtmeyi vadediyor, yeter ki samimi olalım. Ben yine de kendimi çok eksik ve kusurlu görüyorum. Tüm yaptığım çalışmaları da amatör bir ruhla yaptığımı söyleyebilirim. Akan su pislik tutmaz derler. Bizler de gümrah sular gibi çağıldayarak akmalıyız. Paslanmamak, çürümemek için buna mecburuz. Hayat çok uzun gibi görünse de bir rüya rehavetinde ve hızında akıp gidiyor ne yazık ki. Ne üretiyorsak onlar da Saliha Amel defterine yazılacak değerde olmalı diye düşünüyorum.

Gülendamın Renkleri’ni sunan, Hayırlı Haber’ler vermek isteyen, Eylül Sancısı’na ortak eden, bazen Sözün Buğusu’nda dinlendirip Hızırla Yolculuk’a çıkaran, Kalemin Yazgısı ile Kırık Zamanlar’a işaret eden, Kalbin Duası ile Allah Her Yüreğe Dokunur diyen sorumlu, duyarlı bir yazar buluyoruz yazdıklarınızda. Şimdi de Arınma Zamanlarına davet ediyorsunuz okuru. Sizce arınmanın ilk yolu nedir?

Arınmanın ilk yolu kalbe yürümektir diye düşünüyorum. Kalbe yürüyüş yapanların, Allah’ın ayetleri anıldığında titreyen, nefes nefes çoğalan ve azalan sancılarla ürperen yürekleri vardır. Diriliş ve direnişlerle, an an ölüme akarken bedenleri, derin soluksuz bir nefes gibi hayat ve aşk pompalayan yürekleri vardır her daim. Dirilişe akan hayatlar vardır. Tıpkı Üstad Sezai Karakoç’un belirttiği gibi: “Diriliş, hakikatle yarayı deşmek ve âdeta ölüme kadar gidip ordan gerçek sağlığa ve şifaya dönüş demek olacaktır, insan için insanlık için.” Yüreğimizin en tenha duraklarına, kararmış, katılaşmış hallerine, buza kesmiş demlerine, soğuktan yarılmış, kabuk bağlamış yaralarına ve dahi dermansız sancılarına doğru ılık, arıtan şifa duruluğunda bir ırmak akıtır gibi kalbe yolculuk olmalı diye düşünüyorum… Selim bir kalbe yolculuk… Ve ayetin muştulu seslenişini duymak için bu yolculuğa çıkmamız gerekiyor. “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selim (arınmış bir kalp) ile gelenler (o gün fayda bulur)” (Şuara – 88 -89)

Kitabınızda kibir üzerine anlamlı tespitleriniz var. Necip Fazıl Kısakürek, ‘Bir Adam Yaratmak’ adlı tiyatrosunda haddini aşan sanatçı üzerine müthiş ifadelerde bulunur. Size göre sanatçının haddini bilme, haddini aşma noktasındaki sınırları nedir?

Sanatçının asli vazifesinin insanlığa hizmet, kalıcı eserler bırakarak anlamlı bir iz bırakmak olduğunun altını çizmek gerekir. Aşkın değerlerle sanatını icra eden sanatçı donanımlı birisidir. Her daim kendini, sanatını besler. Bu anlamda benzetecek olursak dolu başaklar gibi, ağırdır, olgundur, mütevazıdır ve her daim başı önünde adeta tevazu halinde, ona bahşedilmiş hasletler için Yaratan’a şükür makamında olmalıdır. Sanatçı sanatını icra ederken, çalışmalarına yoğunlaştığında, dünya ile yüzleştiğinde anlar ne kadar aciz olduğunu. Ne yaparsa yapsın bu acizliği derinden duyumsar. Acziyetini duya duya yazar, acziyetini duya duya çizer. Ve hiçbir zaman da kendisine bahşedilmiş olan tüm sanatsal yetilerini övünç ve gurur vesilesi yaparak kibirlenmemelidir. Her ne kadar istidatları olsa da diğer insanlardan kendini üstün görmek sanatçıya yakışmaz. Çünkü o bir emanetçidir. Allah’ın ona sunduğu yetenekle, elinden geldiğince sanatla oluşturduğu emaneti insanlara ulaştıracak, mütevazı bir şekilde geçici dünya yolculuğuna revan olacaktır. Hâsılı kelam, Yunus Emre’nin de dediği gibi: “Beğenme sen seni ırak düşesin/Kalıcak çâresüz aceb n’idesin” “Gel beni dinle de kendini beğenip kibirli olma. Allah’tan uzak düşersin. Zavallı, çaresiz halinle kalırsın. O zaman acaba ne yapacaksın? (Risâlet’ün Nushiye, Mustafa Özçelik sf:44) Sanatçının da sınırları bellidir, yazmaması gerekenler, çizmemesi gerekenler vardır. Onun da icra ettiği sanatın da helal dairesi vardır. Yemin edilmiş bir kalemle yazar. Kalem şahitlidir. Sağ ve sol tarafında yazıcı meleklerin şahitliğinde ve kaydı altında tüm sanatsal faaliyetlerini yapar. Ve öte âleme göç eylediğinde ancak ve ancak Saliha Amele dönüşmüş eserleri onu kurtaracaktır. İşte tüm sınırlar bu kulluk duyuşu ve samimiyeti ile ortaya çıkar.

Arınma Zamanlarına isimli yazınızda İsmet Özel’in “İkna edilmişlerle yola çıkılmaz. Yola inanmışlarla çıkılır.” sözüne duygularınızı yaslayarak “Senin gerçekten teslim olmuş, gönülden inanmış yoldaşların var mı ey yolcu bak bir çevrene.” diye soruyorsunuz. Sizce “-daş” ekinin hakkını verebiliyor muyuz, bu sorunun sizdeki cevabı nedir durup baktığınızda?

Usta Nuri Pakdil: “Gerçek iman: Dönüştürücüdür, tüm yeryüzünü; Hak’ka doğru” diyor ya. İşte o zaman tıpkı Usta’nın dediği gibi, bir inkılap duyarlılığı ile hayra, güzelliğe, istikamete attığın her adım seni yaşaman gereken gerçek seferlere taşır. Ama işte bu yolculukta yarenlerin vardır, arkadaşların, dostların… Bu yolu anlamlı kılan yolculuğun halidir ama beraber yürüdüklerin de çok önemlidir. “Evvel refik badel tarîk”, “Önce yaldaş, sonra yol…” Üstat Gemuhluoğlu da öyle buyuruyor ya; “önce refîk, sonra tarik.” Tüm yolculuklar O’nun rızası için çıkılan yolculuklarsa bu sanat yolculuğu olur, başka başka yolculuklar olur, yani aklınıza ne gelirse, O’nun rızasına uygun dostlar bulursak ancak bu yollarda emniyetle ve güvenle yürürüz. O nedenle inanmak önemlidir. Teslim olmak önemlidir. İnanmışların ve tarafı belli olan arkadaşın, dostun, yarenin zararı olmaz. Bilakis faydası, olur her derde şifa olur. Ben kendimi bu konuda şanslı görüyorum şifa olan dostlarım, yarenlerim var. Aramak için aranılan olmak lazım diye düşünüyorum. Önce kendimiz yolda yürürken doğru yol arkadaşı mıyız ben hep böyle bakarım. Önce kendime bakarım ve yolumun üzerine güzel dostlar da dizilmiş olur hamdolsun.

“İstişareler, istihareler, toplantılar, görüşmeler yapılır da hayat damarlarına durmaksızın kan pompalayan, gümbür gümbür atan bir yumruk et parçası var ya, işte o hiç aklına gelmez mi ey yolcu?” diyerek çok anlamlı bir konuya eğiliyorsunuz. Bu cümleleriniz Nuri Pakdil’in “Durup kalbimi dinlemek istiyorum, bazen öyle uzağındayım ki...” sözleriyle de paydaş. Çağımız insanına yüreğini unutturan haller nedir, siz yüreğinizi dinler misiniz, istişare eder misiniz kalbinizle?

 “Kalbine danış. İyilik, özbenliğinin mutmain olduğu ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227–228; Dârimî, Büyû’ 2) Efendimiz böyle buyuruyor. Mutmain ve selim bir kalbin şahitliğine ve istişaresine ihtiyacımız vardır. Yüreğe sefer başlatanların, yolcu olanların, yola çıkanların menzile ulaşmaması beklenemez elbet. Bu yollar arayış içinde olan hakikatin izini süren yolcuyu hakikate ulaştıracaktır. Tek gaye de bu vuslat hâsıl olduğunda, Yüce Rabbimizin karşına selim, sağlam, muhkîm, temiz bir kalple çıkmaktır. Rabbimin istediği böyle bir kalp ile ona gitmek. Yoksa mühürlü, kararmış, paslanmış, perdelenmiş, katılaşmış, taşlaşmış bir kalp ile gelme diyor Rabbimiz. Mutlaka dünya yolculuğu hitama erecektir. İşte o zaman muttaki, münib, selim bir kalbimiz olsun Rabbimize teslim edeceğimiz. Taşlaşmış, katılaşmış, kararmış bir kalp ile gidilmez Rabbe. “Taş taş değil bağrındır taş senin  / Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin” diyor ya Osman Sarı, Taş Gazeli’ ndeBen de nice taşlaşan, nice soğuyan, yıpranan, pörsüyen, dünyanın kirine bulaşmış kalbimi dinlemeye çalışıyorum elimden geldiğince… Dünya durakları nice ayartıcılarla dolu. Bu ayartıcılardan ve dünyanın tüm çeldiren hallerinden kalbe yürüyerek kurtulabiliriz. Kalbimizle istişare ederek kurtulabiliriz.

Birçok yazınızda ayetlerden beslendiğinizi ve tabiatı bir ayet gibi okumak eğiliminde olduğunuzu görüyoruz. Hayatınızda dönüm noktanız sayabileceğiniz bir ayet var mı?

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad Suresi, 28) Kuşkusuz bütün ayetler kıymetlidir.

“Dilimiz bize imkândır ama imtihandır da. Dilimiz bizim en büyük dostumuzdur ama aynı zamanda en büyük düşmanımızdır da…” diyorsunuz ‘Kurtuluşa Taşıyan Dilimiz’ adlı yazınızda. Sizce günümüz sanat camiasındaki dil, toplumu kuşatıcı bir halde mi?

Yürüdüğümüz yollarda, güneşin altında, nefes alıp verdiğimiz fâni dünyada konuşuruz… Rabbim bize anlaşmamız için vermiştir dili. Dilimiz döndüğünce anlatırız sevgimizi, dostluğumuz, aşkımızı, hıncımızı, kinimizi, buğzumuzu. Bazen de susmak en iyi anlaşma yoludur. Dilimiz bize imkândır ama imtihandır da. Dilimiz bizim en büyük dostumuzdur ama aynı zamanda en büyük düşmanımızdır da… Seslenişimiz önce kendimize, sonra ailemize ve çevremize ve en son da soluklandığımız dünyamızadır. Yaratılmışlar içinde bizi üstün kılan dil ile anlaşabilmemiz ve iletişim kurmamızdır. Bu durum bizim için müthiş bir imkândır ama aynı zamanda bizi zorlu imtihanlara da taşıyan bir haslettir. Eşrefi mahlûkat içinde yaratılmışların üstünü olmanın getirdiği sorumluluklardan birisi de konuşma yetisine sahip olmaktır bir bakıma. Eskilerin deyimiyle, ‘Boğaz dokuz boğumdur’ ifadesi gibi pek çok ifade dilin fütursuz hallerini terbiye etmeye yöneliktir. ‘Dilin kemiği yok’ derken de söylemin, konuşmanın bir terbiyeye ihtiyaç duyduğu vurgusu yapılır. Ağızdan çıkan söz öylesine kavi ve güçlüdür. Sapasağlam gümrah meyve veren ağaçlar gibi. Ve Cemil Meriç’in ifadesiyle: “Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış. Hayat gibi sıcak ve dost.” Meyve veren ağaçlar gibi söz besler ve eğitir. Kalbi yumuşatır. Söz diriliş suyu gibi çölleşmiş, kurumuş nice bedeni inşirahlara taşır. Güzel söz böylesine verimli, böylesine insanoğlunu kuşatarak dirilişe ve imana taşır. Söz ’ün sahibi Rabbimiz ne diyordu; “Ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üzerine çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız çürük bir ağacın durumuna benzer”. (İbrahim 26) Azalarımız arasında en kıvrak, en cesur, en yetenekli hal ile yaratılmış olan dilimiz aynı zamanda keskin kılıçlara, sokan yılanlara dönüşebilir. Geçici dünyada soluklanırken temsil etme noktasında her zaman eksik olduğumuz İslami yaşantımızda en büyük eksikliğimiz de belki bir dil oluşturamamış olmamızdır. Efendimizin asırlar öncesinden putlarla dolu, cahiliyetinin batağında çırpınan bedevi bir toplumu nasıl arkasından sürüklediğine baktığımızda en büyük silahının onların kalplerini yumuşatan bir lisanla onlara seslenmesi olduğunu biliriz.

Söyleşi: Süheyla Karaca Hanönü

Kaynak:

Bir Nokta Edebiyat Dergisi, Sayı:231, Nisan 2021

  

YORUM EKLE