İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un torunu Selma Ersoy ile dedesinin vatan ve millet sevgisi, nasıl bir baba olduğu, şiire nasıl başladığı ve etkilendiği şahsiyetler üzerine konuştuk.
Bizler sizi Mehmet Akif Ersoy’un torunu olarak biliyoruz… Fakat Selma Ersoy kimdir?
Mehmet Akif Ersoy’un en küçük kızı Suad Hanım’ın iki kızından biriyim. 10 senedir dedemle ilgili konuşmalar, seminerler ve konferanslar veriyorum. Anadolu’dan Avrupa’ya dedem Mehmet Akif’i ve onun dönemini, çocuklara ve gençlere anlatmaya gayret ediyorum. Benim yetişemediğim noktalara hocalarımız gidiyor.
Dedenizden gelen edebi bir yönünüz var mı?
Ailemizde herkes yazar ve çizer. Mesela, annem çok güzel yazılar yazardı, dayım el oymaları yapardı. Bütün aile sanata eğilimli. Hem müzik hem de edebiyat olmak üzere okumaya çok meraklı bir aileyiz. Bizler çocukluktan beri kitapların arasında büyüdük. Herkes kitabını alır ve bir köşeye çekilirdi.
Annenizin Mehmet Akif Bey ile ilgili hatırladığı ve sizlere aktardığı anılarını bizimle paylaşır mısınız?
Annem 2000 senesinde 93 yaşındayken vefat etti. Babasını çok özlerdi. Dayımla beraber oldukları zaman çokça dedemi konuşurlardı. İlkokulda öğretmenim hep “Selma kızım, kalk İstiklal Marşı’nı sen başlat” derdi. Ortaokula geçtiğimde bunun çok önemli olduğunu anladım, çocukken önemini anlayamadığım şeyler yavaş yavaş kafamda oturmaya başladı. Daha sonra merak edip araştırmaya başladım. Araştırmak zaten öğrenmenin ilk adımıdır. Bilemediklerinizi annenize, dayınıza sormanız icap ediyorsa soruyorsunuz. Dedem çok iyi bir babaymış, şefkatli ve çocuklarına çok düşkünmüş. Evde olduğu dönemlerde çocuklara ne öğretmek gerekiyorsa onları öğretmiş. Hepsi çift lisan bilirlerdi. Annem çok güzel resim yapardı, dedem anneme çok iyi öğretmenlerden resim dersi aldırmış. Annem ömrü boyunca yağlı boya tablolar yaptı. Dayım, İngilizce ve Arapçasıyla hayatını kazandı.
Ufak bir şey anlatayım; ben bilmece çözmeyi çok severim hâlâ da çözüyorum. Bilmecelerde eski Türkçe kelimeler çıktığında anneme “Bu ne demek” diye sorardım, o da bana kelimeyi tüm teferruatıyla anlatırdı. Ben “Anne ne demek, söyle yazayım” derdim. “Olmaz, teferruatıyla öğren ki bir daha karsısına geldiğinde hemen aklına gelsin” derdi. Bana o kelimenin hangi kökten geldiğini, nasıl kullanıldığını anlatırdı. Teyzelerim Cemile ve Feride ise İngilizce çeviriler yapardı. Dedem, o yoklukta çocuklarının hepsini çok iyi yetiştirmiş.
Okulu birincilikle bitirdi
Peki, Mehmet Akif’i nasıl anlayabiliriz? Bu konuda gençliği yeterli buluyor musunuz?
Aslında dedem ne kendi zamanında ne de şimdi tam olarak anlaşılmış değildir. Çünkü çok yönlü bir insan. O kadar çok yönü var ki, bir yönünü bilen öbürünü bilmezmiş. Kendisi de anlatmazmış; ben şairim, güreşçiyim, yüzücüyüm diye. Mesela, Mithat Cemal onu ilk tanıdığında Arapça bilen bir şair olarak düşünmüş. Hatta söylediği Fransızca bir kelimeyi anlamadığını zannedip “Zavallı adam anlamadı mahcup oldu” der anılarında. Ama sonra bakmış ki, Fransızcayı ana dili gibi hatta bir kitabı anında çevirebilecek kadar iyi biliyor; mahcup olmuş.
Kaç dil biliyordu? Ve gençler Mehmet Akif’i nasıl anlayabilir?
Farsça, Arapça, Fransızca ve Türkçenin her yerde kullanılan lehçelerini biliyordu. Temiz bir aruz kullanırdı. Mehmet Akif’i anlamak için çok çalışmak ve gerçek yollardan giderek çok araştırmak gerekir.
Mehmet Akif’in pek bilinmeyen yönlerini konuşmak isteriz.
Güreşe, spora çok ilgili, veterinerlik bölümünü birincilikle bitirmiş… Dedem, 1873 yılında Fatih Sarıgüzel Sokakta doğmuş. Ancak Çanakkale Bayramiç nüfusuna kayıtlıdır. Okula 4 yasında başlamış. Babası doğduğunda Ragîf ismini veriyor. Çünkü bu isim ebced hesabında doğduğu tarihin karşılığıdır. Fakat çevresi bu ismi, telaffuzu zor olduğundan dolayı pek kullanmıyor, ismi Akif olarak değişiyor. Dedem 14 yasındayken babası vefat eder, o zamana kadar babası hep Ragîf diye seslenmiş. Tahir Efendi, Arnavut kökenli, İpek Kasabası’nın Susitsa Köyü’nde doğuyor. Babası, okuyup hafız olsun diye onu İstanbul’a gönderiyor.
Dedem, ortaokula başladığı zaman kaybetmiş babasını. Çabuk iş imkânı bulabilmek için yeni açılmış Halkalı Ziraat Mektebi’ne geçiyor. Burada iki senesi yatılı olmak üzere toplam dört sene okuyor ve okulu birincilikle bitiriyor. Bunu çoğu insan bilmez; ziraat müfettişi ve baytar olarak hayata 750 kuruş maaşla atılır.
Yazmaya Halkalı’da başlamış
Peki, mesleğini icra ediyor mu?
Dedem, mesleği vesilesiyle 21 sene boyunca bütün Anadolu’yu karış karış dolaşıyor. Halkalı’da Doru isimli bir at varmış, yalnız o binebilirmiş. Yürümeyi de çok seviyor; Fatih’ten Halkalı Ziraat’a yürüyerek gelirmiş. Dedem kendi başına kalmayı ve sessizliği seven bir insandı. Yazılarına Halkalı’da başlamış. İlk yazdıklarını sonradan pek beğenmemiş. Okurken ilk zamanlar Muallim Naci’nin tesirindeymiş. Fakat okuldan bir hocası “Bizim zaten bir Muallim Naci’miz var, bir ikinciye ihtiyacımız yok. Sen kendin olarak yetiş, kendi kendini yetiştir ve bir an önce Fransızca öğren.” diyor. Dedem kendi kendine Fransızcayı anadili gibi öğrenmiş.
Mehmet Akif Ersoy hangi yazarlardan etkileniyor?
Dedemin hayatında etkilendiği çok insan var. Bunu kendisinin kaleme aldığı notlarından da aktarayım. Şiirleri, zihni ve fikri gelişiminde çok tesirli olan isimlerle ilgili der ki; “İlk şiirlerimde birkaç şairi kendi- me numune aldım: Evvelâ Ziya Pasa gelir. Naci’nin nazmı da pek hoşuma gitti. Âdeta onu kendime meşk ettim. Kemâl’den, Hamid’den de fikren çok müstefîd oldum. Eskileri de çok okumuş, sevmiştim, ilk eserlerimde onların büyük izleri görülürdü. Zannediyorum ki okuduğum Sark ve Garp muhalledâtı içinde Sa’dî’nin eserleri kadar üzerimde hiçbiri müessir olmamıştır... Fransız şairlerinden Hugo, Lamartin ile klasiklerle çok uğraştım. Daudet ile Zola’yı fazlaca okudum.” Lamartine, Victor Hugo, Emile Zola’nın kitaplarını ana dilinden okuyor.
Halkalı Ziraat Mektebinde Anadolu’yu karış karış dolaşırken insanların zaaflarını öğreniyor, onları yakından tanıyor, konuşuyor, toprağı nasıl isleyeceklerini, hayvanlara nasıl bakacaklarını anlatıyor. Doğu’nun tüm klasiklerini okuyarak büyümüş. Özellikle Şirazlı Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ından çok etkilenmiştir. Bostan ve Gülistan’dan dersler vermiş, ezbere biliyor. Dedem ilme yürekten inanmış ve ileriyi gören bir insandır. Asla denildiği gibi geri fikirli değil… Şiirlerinde bilinçsiz hocalara karşı şiddetli hücumları var. Bazıları da “Batı’ya hayrandı” diyor. Dedem Batı’ya hayran değildi, onların çalışmasına, çalışkanlığına hayrandı. Görevli olarak Berlin’e gittiğinde, onların ne kadar güzel çalıştıklarını görür, bizim üzerimize neden ölü toprağı serpildiğini merak eder, neden biz böyleyiz, der ve üzülür.
Dedem dört yaşından itibaren hem hocalarından hem de babasından Kur’an-ı Kerim öğrenmeye başlıyor. Mısır’a gittiği dönemde sürekli Kur’an mealiyle meşgul olduğu için arkadaşlarına yazdığı mektuplarında artık “Demir hafız” oldum der. Milli Mücadele döneminde halkı yakından tanır. Çünkü dedem halktan biridir, hiçbir zaman halka yukardan bakmamıştır. Milletini çok sevmiş ve halkın ihtiyaçlarını yakından görmüş, sesleri olmuştur. Onların namına her zaman feryat etmiştir. Dedemin doğduğu dönem ile ilgili bir not okumam gerekiyor: “Akif’in bütünüyle anlaşılabilmesi ancak içinde bulunduğu zaman ve mekân çerçevesinde değerlendirilebilir.”
Gençlere bunu söylüyorum; şimdiki zamanı değil, o dönemi düşüneceksiniz. Dönemin şartlarında neden, niçin yazılmış, niye bunlar olmuş diye düşüneceksiniz. Çünkü insan, yaşadığı toplumun ve zamanın çocuğudur. Dedem doğduğundan itibaren ülke savaşlar içerisindedir. Osmanlı artık uçurumun kenarına gelmiştir ve parçalanarak paylaşılmak istenmektedir. Bütün devletler Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan etmiş ve her biri bir parça kopartmak için üzerimize gelmektedirler. O dönemde büyümüş ve yasamış bir insan başka türlü nasıl olur ki...
Akif içinde yaşadığı toplumun unutulmuş, kendi kaderine terk edilmiş, kimsesiz ve sahipsiz insanların küresel güçlerin yok etmeye çalıştığı bir milletin mücadelesinin tanığıdır. Bu tanıklığın ürünü de bize bıraktığı Safahat’tır. Safahat der ki “Hayalle yoktur benim isim, ne gördüysem onu yazdım.” Dedem oturup ilham gelsin yazayım diyen bir insan değildir. Bütün şiirleri bastan aşağı gerçektir. Bu yüzden çarpıcıdır zaten.
Çanakkale Destanı’nı Necid çöllerinde yazar
Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşı’nı nasıl yazmıştır?
İstiklal Marşı’na gelmeden önceki süreci değerlendirelim. Dedemin bir Berlin ziyareti var. Biz Almanlarla müttefikiz, yanlış tarafta olduklarını anlatmak için esir alınan Hintli Müslümanlara camide vaaz veriyor. Orada 6 ay gibi bir sürede işleri bitiyor, vaazlar veriyor ve laboratuvarları geziyor. Atomu keşfettiklerini görüyor. Safahat’ta bize bunu anlatır. Büyük üzüntü duyuyor orada yapılan çalışmalardan; onların ne kadar çalışkan olduklarını ve bizim tam tersi bir halet-i ruhiyede olduğumuzu söyler. Oradan dönüşte Necid Çöllerine giderler, Lawrence oradadır. Dedem ve beraberindeki heyet çok zorlu bir yolculuk yaparlar. Dedem Berlin’den beri hep Çanakkale’yi merak eder. Çünkü bu süreçte Çanakkale’de müthiş bir savaş var ve kaybedilirse her şey gidecek. Nihayetinde Necid Çöllerinde El-Muazzama diye bir istasyonda Çanakkale’nin geçilemediği haberini alır. Sabaha kadar bir ahıra çekilir, şükür namazı kılarak Allah’a dua eder; “Allah’ım emanetini şu destanı yazmadan alma” diye. Sabah Çanakkale Destanı şiiri bitmiştir.
Oradan dönüş başlar, İstanbul’a geldiklerinde Sebilürresad dergisini çıkarmaya devam eder ve ilimle meşgul olur. İstanbul’da bıraktığı ailesi herkes gibi zorluklar yaşamaktadır. Burada size Halkalı Ziraat’ta geçen bir olayı anlatmadan geçmemem gerekir. Çünkü dedemin verdiği sözü nasıl sahiplendiğini bize gösteriyor. Halkalı Ziraat’ta okurken Hasan Tahsin Efendi diye kendisi gibi bilim insanı yetişen bir dostu var. Savasın içerisindeyiz, birimize bir şey olursa geride kalan diğerinin çocuklarına baksın diye sözleşirler. Hakikaten Hasan Tahsin Efendi bir müddet sonra vefat ediyor ve bir erkek, iki kızı yetim kalıyor. Dedem onları söz verdiği için kendi evine alıyor; beş çocuğuna ilaveten onlara da bir ömür boyu bakıyor.
Gençken verilen bir söz birkaç nesil devam etti. Süheyla teyzem benim evlilik şahidimdi. Aileler arasında hala güçlü bir bağ var. Mithat Cemal der ki: “Ben her hafta gidiyorum, üstadı ziyarete. Konuşuyoruz, tartışıyoruz, şiirler okuyoruz. Bir hafta gittim beş çocuğu vardı evde, ikinci hafta gittiğimde sekiz çocukluk bir kıyamet kopuyordu. Kim bunlar dedim; ‘Evlatlarım’ dedi.” Ancak ölürsem sözümü tutamam diyen bir insandır o. İstanbul’un işgal edilmesini her vatansever insan gibi kabul etmez. Yurdun her yerinde birtakım isyanlar başlıyor. Dedem bu dönemde Teşkilat-ı Mahsusa’nın görevlisi olarak her yere gider. Bir gün dedemin Beylerbeyi’ndeki evine genç sivil bir subay geliyor “Üstadı görmeye geldim, Ankara’dan bir mektup getirdim” diyor. İçeri alıyorlar ve 15 dakika konuşuyorlar. Mektup, Mustafa Kemal Paşa tarafından gönderilmiş.
Milli Mücadele döneminde vaazlar verdi
Dedem ertesi gün henüz 12 yaşında olan Emin dayımı yanına alıp Ali Şükrü Bey ile Özbekler Tekkesi’nde buluşuyor. Çok zorlu ve yorucu bir yolculuk sonunda 24 Nisan’da Ankara’ya varıyorlar. Eski meclisin kapısında Mustafa Kemal onları karşılaşıyor. Dedem kendisi için hazırlanan evde kalmaya başlıyor. Bir müddet sonra Burdur milletvekili seçiliyor. Aslında mecliste hiç konuşması yok. Çünkü hep Anadolu’da görevlidir ve Milli Mücadele dönemini anlatmak için Balıkesir’den, Kastamonu’ya kadar vaazlar verir. Düşman, Polatlı’ya kadar yaklaşır ve Millet Meclisi taşınmak istenir, dedem ve birkaç arkadaşı askerin morali bozulur diye buna karsı çıkar.
İstiklal Marşı’nın yazılmasına gelince; yarışma açılması için bir heyet toplanır. Yarışmaya 724 şiir gelir, bunlardan 6 tanesi beğenilir ve mecliste okunur ama bir türlü içlerinden bir tanesi seçilmez. Mustafa Kemal Paşa “Mehmet Akif Bey’in niçin şiiri yok?” der, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Hasan Basri Çantay; Akif milletvekili olduğum için yarışmaya katılmam ve para ödülü olduğu için de katiyen yazmam diyor, derler. Mustafa Kemal o zaman ikna edin, der. Hasan Basri ve Hamdullah Suphi dedeme yarışma kaldırıldı hatta para ödülü de vermeyecekler, üstelik biz boş bulunduk sizin için bir söz verdik, diyorlar. Söz mü verdiniz diye üç defa sormuş. Yarışma kalktı mı diyor, evet diyorlar, Para? Para da vermeyecekler. O zaman yazacağız diyor, yarışma bittikten çok sonra şiiri imzasız olarak teslim ediyor.
İstiklal Marşı mecliste kabul edildikten sonra bütçeden dedemi çağırıyorlar, bu parayı alacaksınız diye. Dedem parayı almam diyor, meclis bir kere bütçeden bu para çıktı diye zorlar onu. Mehmet Akif parayı alarak “Darü’l Mesai” denilen şehitlerin ve gazilerin geride kalan ailelerine bağışlar. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde parayı size verdiğime dair bir yazı çıksın, insanların parayı aldı ve gitti demesini istemiyorum, der. O yazı çıkınca çok mutlu olmuş. Akabinde de İstiklal Marşı’nın bestesi yapılıyor.
Selma Ersoy "Vatan ve Millet Sevdalısı Mehmet Akif Ersoy", Bilimevi Kitabın Ortası dergisi, Haziran 2018, Sayı 15.
Röportaj: Ezgi Aşık