Selahattin Yusuf: İnsanın Macerasını Anlamaya Talibiz

''Sahici olan, dışarıdan hiç bir katkı almamış gerçeklik dediğimiz şey yalnızca insanın macerasındadır; ideolojilerde, sosyolojide veya siyasal olanda değil. Türkiye’de herhangi bir gerçeğin son değerine, ancak siyasal alana çıktığında -ve belki de sadece o sayede- varabiliyor olması benim açımdan bir skandaldır. Bu durum, bizim okuyup yazan bir toplum olmadığımızın en büyük kanıtıdır.'' Selahattin Yusuf ile ‘Masumiyetin Son Günleri’ romanında Masum karakteri üzerinden masumiyeti, hayat sınavını, cinayeti, cezayı, kefareti konuştuk.

Selahattin Yusuf: İnsanın Macerasını Anlamaya Talibiz

Selahattin Yusuf’un ‘Masumiyetin Son Günleri’ kitabı taze çıkan bir roman. Yazar önceki kitabından farklı bir roman dili benimsemiş. Kendisi ile roman karakteri Masum üzerinden masumiyeti, hayat sınavını, cinayeti, cezayı, kefareti konuştuk.

Neden “Masumiyetin Son Günleri”?

Her insanın bir masumiyet çağı vardır. Baş karakterim olan Masum’un da vardı. İlk gençliği. Üniversite yılları. İdealist yılları. Sonra hayat değişiyor. Genellikle insanların kafalarındaki “ahlak” kronolojisi böyle işler. Ama öte yandan bunun bir imkânsızlık da olduğunu bilmeliyiz. Üniversite yılları aynı zamanda hayattan uzak bir yoksunluk evreni olduğu için de -mecburen- böyledir. Yani yüceltilecek bir yanı yok çok fazla.

Peki, sonuç değişir mi? Hayır. O yıllar, sağcısı, solcusu, dindarıyla herkes için ‘hayattan önceki’ son masumiyet günleridir. Hayat çünkü hemen sonra o masumiyete saldıracaktır. Hayatla sınanmamış tuzu kuru masumiyet, hayatın denizine girer girmez su almaya başlayacaktır. Masumiyet işte o zaman hayatta kalırsa gerçekten masumiyet olacaktır. Bizim Masum’un hayatı bu bakımdan pek parlak sayılmaz, biliyorsunuz.

Cinayetlerin ardından bir insan masum olabilir mi? Ceza yatılınca biten bir şey midir?

Töre cinayetleri hep farklı bir açıdan ilgimi çeker benim: Katilin yası. O ne olacak? Onun tarafına bakmaz kimse. Konvansiyonel ilgimiz ve yasımız genellikle –elbette haklı olarak- maktulün ve onun yakınlarının üzerindedir. Burada bir adım daha ileri gidecek olan edebiyattır. Edebiyat böyle durumlarda kafasına kamera takılmış bir mayın eşeğidir. Onu da sürmezsek oraya, zihnimizin bir bölgesi hep tekinsiz ve ürkütücü bir yer olarak kalacak. Nihayet insanın macerasını anlamaya talibiz. İnsanın başına ne gelirse gelsin, onu kaydetmek ve kendi şahsi sanat dilimize tercüme etmeliyiz.

Bunları söyledikten sonra eklemeliyim; elbette her cinayetten bir şey kalır. Ceza onun üstünü kapatan bir yasal bandaj sadece. Bandaj onu sıradaki yasaya ve etraftaki kalabalığa karşı koruyacaktır. Kanamayı içeriye alacaktır yalnız. Ondan kurtuluş olamaz. Tek kurtuluş ruhsal yolculuk ile olabilir. Yani asıl kefaret insanın içinde olmalıdır. İçeride ödenmelidir hesap. Dostoyevski, Nikolay Berdyayev’in yorumuna göre bu aralıktan girerek varoluşçuluğun kapısını açtı insanlığa. Yani modern insana tehlikeli, çok katmanlı bir kurtuluş imkânı sundu.

Temiz kalmak ve hayatının ona kadarki ‘kirli’ kısmından böylece intikam almak…

Evet, Servet’in başka kurtuluş yolu yok. Başka bir manevi çıkış kapısı yok. Ama başka çaresi olmadığı için daha az mı değerli bu? Hayır. Bana kalırsa insan geçmişine sözünü ancak böyle geçirebilir. Artık öyle olmayarak. Artık öyle olmayarak değil; artık kesinlikle öyle olmamaya niyet ederek ve yola koyularak. Temiz bir intikamdır bu.

Neyin hikâyesi Masumiyetin Son Günleri? Psikolojik bir roman mı? 

Biraz Türkiye’nin yakın tarih hikâyesiyle birlikte düşündüm her şeyi. Bu defa “Sol” perspektiften bakmaya çalıştım. Tam tersinden bakmaya da niyetliyim kısmet olursa.

Şunu hemen söylemem lazım ama; sahici olan, dışarıdan hiç bir katkı almamış gerçeklik dediğimiz şey yalnızca insanın macerasındadır; ideolojilerde, sosyolojide veya siyasal olanda değil. Türkiye’de herhangi bir gerçeğin son değerine, ancak siyasal alana çıktığında -ve belki de sadece o sayede- varabiliyor olması benim açımdan bir skandaldır. Bu durum, bizim okuyup yazan bir toplum olmadığımızın en büyük kanıtıdır. Neyse. Dolayısıyla ben de kitabımda ideolojiyi, zemini en nispeten daha sağlam olan unsurun -insanın ruhsal çalkantılarının- üzerine koydum. Kişisel hikâyem de buna yardım etti aslında.

Ben Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra siyaset bilimi yüksek lisansı yapmaya çalıştım. Ama bütün bu süreç boyunca, aslında fakültedeki ilk günlerimden itibaren, yerimin edebiyat, düşünce ve şiir olduğunu fark edip ona göre bir alternatif müfredat edindim kendime. Benim hikâyemi sanırım okulda çıkardığımız dergideki ilkyazımın başlığı ele verecektir: “Hayatın Alacakaranlık Anlamı Üzerine” diye bir yazıydı. Hesapta Alman romantikleriyle itiş kakış içindeydim o zamanlar. Daha yirmi yaşımdaydım.

İnsanlar bu kitabı niye okusun? Okutmak amaçlı bir gerekçe verin anlamında değil. Şunun için okusunlar dediğiniz bir nokta var mı?

Niçin okumaları gerektiğini iyi ki bilmiyorum. Bilebilseydim, o zaman farklı bir meslek alanında ve o alanın kelimeleriyle konuşuyor olurduk sanırım.

Davul Dengi Dengine Çalar, İnsan Değil

Kadın-erkek ilişkilerinde sosyal sınıflar ve roller- statüler karakterlerin hayatlarında önemli bir yer teşkil ediyor mu? Yoksa başka bir şey mi omurgası? Davul bile dengi dengine mi çalar?

Sondan başlamak istiyorum. Dengi dengine çalan gerçekten de davuldur, insan değil. İnsan, kemiklerinin üzerine gerilmiş ölü deriye, ölü olmasa bile ölecek deriye, hayatın tokmağı vurduğunda çalan bir nesne olmamalıdır. Bu sanırım günümüzün bütün ilişkileri için geçerli bir durum. İnsan, dengi olmayanlarla ilişkilerindeki fedakârlığında, titiz cefasında, gönül genişliğinde, diğerkâmlığında... Hâsılı bütün bunlar için sarf ettiği çabada vardır. Ancak o çabanın içindeyken insandır.

Ama bu kadim hikâyeyi gözümüzden, gönlümüzden her gün el çabukluğuyla kaçırmakta olan bir hayat düzenimiz var. Piyasa var. Mal mülk var. Dünyayı sevmek ve ona dalgınlıkla alışmak var. Handan’ın eski devrimci hafızasını çarpıtan ve her şeyi alt üst eden şey, her gün önümüzde duran büyük sınavımız aslında. Hepimizin.

Her zaman komplikasyon mu olur?

Evet. Ama komplikasyona yoğunlaşmamak da lazım. Burada dikkatimizin yerini değiştirmeyi öneriyorum: Eskiler, yani belli bir anane içinde yaşayan insanlar, bu komplikasyonları olgunlaşmanın ve hatta sadece yaşamanın birer bahanesi sayarlardı. Çünkü kusur ne kadar büyük olursa olsun, ondan daha büyük bir yaşama sevinçleri vardı. Her kusuru ihata edecek bir geniş muhabbet içinde yaşıyorlardı. Geniş aile, geniş mahalle. Bunlar yok artık. Herkes kendini parmaklıkların arkasına kilitlemiş, kendine yetecek kadar kusursuzluğa bakınıyor. Hepimiz. Peki, elimizde bir ölçek kaşığı kusursuzluk var diyelim; onu samimiyetle paylaşacağımız, göstereceğimiz kim var?

Biz büyük hikâyemizi yitirdik. Şimdi kusursuzluk, bizatihi kusurdan yapılmış kişisel gelişim furyası tarafından dayatılıyor. Enzim salgılar gibi kusursuzluk talebi salgılıyorlar. Neden? O talebi yine sahte çözüm paketleriyle doyurmak için. Bu yeni tür bencillik bizi, banka hesaplarımızla vicdanlarımızın aynı anda kabarabileceğine bile inandırdı. Oysa onlara kestirmeden ve cesaretle hatırlatmalıyız; kusursuzluk yalnızca büyümeyen, canlı olmayan, hatta var olmayan ilişkiler için geçerlidir.

Kadın- erkek bir arada durup nasıl bir nefret geliştiriyor ve sonra bunu bastırıyor? O bir arada yaşama ve her an görme isteği nasıl böyle tükeniyor? Tükenmekle kalmayıp bastırılan bir nefretle yan yana duran iki insan haline geliniyor? Bu nefret insanı cinayete kadar sürükler mi? Yoksa cinayet için daha derin, daha varoluşsal başka bir unsur mu devreye girer?

Sadece kadınlar ve erkekler arasında değil; toplum, hatta toplumlar daha fazla şiddet üretiyor. Bütün ilişkiler daha fazla şiddet içeriyor gittikçe. Çünkü ilişkilerin içindeki şiddet radyoaktivitesini tahliye edecek kanallar kapalı. Kanaat önderlerimiz yok mesela. Yok artık. Mahalle yok. Büyüklerimiz yok. Modernleşmemiz çarpık, kusurlu ve yer yer ironi dolu. Güvenebileceğimiz biri değil modernliğimiz. Toplumun en küçük birimleri –çekirdek aile- kendi kendine yetecek ruhsal güçte değil. Aile, eski toplumsal düzende olduğu gibi kendi başına bir anlam birimi değil artık. Bir kendi kendine yeterlilik hissi yayılmıyor ondan şimdilerde.

Geçiş dönemindeyiz. Ama maalesef kötü biçimde çözülecek. Çünkü sorunlarımızın çözümü kötü biçimde tasarlanıyor ve idealize ediliyor. Batı’da mesela sokakta şiddet yok. Sanki o kocaman Gül savaşları, Otuz yıl savaşları, St. Barthelmy gecesi, Birinci ve İkinci dünya savaşları olmamış gibi bir hava var. Avrupa’nın vücudu şiddetin çıbanlarını geri emmiş ve gizlemiş sanki. Bunu sağlayan şey bence sert yasalar ve onu destekleyecek biçimde refah. Peki, bu kadar mı hikâye? Belki kafasının arkasını düşünceli biçimde kaşımakta olan bir belediye zabıtası için evet; ama konuya biraz daha yakından ve uzun uzun bakalım. Acaba bu kadar kurallara bölünmüş bir hayat, insanın ezelî meselesi olan bütünlük duygusunu parçalayan somut ve kesinlik tavrının bunca yaygınlığı...

Âşığın İlk Refleksi Ona Sahip Olduğunun İlanı Olamaz

Aşk diyelim hadi... Bütün bu sorunlar yumağının içinde, yalnızca hayatta kalarak bile zaferini ilan edebiliyor. Magazin yıldızlarının sosyal medyada fotoğraf altı yazılarına bir bakın. Onlar bu umutsuzluğu, dalgınlıkla kendi bilinçaltı dillerine tercüme edip yazıyorlar aslında. Âşığın ilk refleksi ona sahip olduğunun ilanı olamaz çünkü. Onu ele geçirdiğinin narası olamaz. İma ettiğinin tam tersidir. Komikliktir. Bir arsa kapatma duygusuna daha çok benzemektedir. Zamanının ruhunu anlatmaktadır.

Benim hikâyede Masum ve Handan’ın hayatları, işte bu evreye vardıklarında kaçınılmaz olarak çözülüyor. Eşiğine vardıkları hayat düzeni neredeyse biyolojik bir kaçınılmazlıkla parçalıyor onları. Süngü değişen hayat, ekonomi ve piyasa şartlarının elindedir. Masum ve Handan süngünün ucundadırlar.

Masum çift kişilikli mi?

En az iki kişilikli, evet. Ama hangimiz öyle değiliz ki?

Kusursuz aşk var mı?

Kusursuz aşk diye bir konu insanların zihnine nereden geldi bilmiyorum. İnsan, içinde bir skandal duygusu olmadan bunu nasıl hayal edebildi bilemiyorum. Ancak ölmüş veya dünyaya hiç gelmemiş aşklar kusursuz olabilir. Hatta bunlardan ölmüş olanlar bile o kadar kusursuz olamazlar, sadece hızlı arınırlar kusurlarından biraz, o kadar.

Siz esprili bir insan mısınız?

Nadir talihli anlar dışında, hayır maalesef. Ama işin şöyle bir tarafı var. Biliyorsunuz Fransızca “l’esprit = ruh” kelimesine biz “espri” diyoruz. Ruhumuz, ispirtomuz (evet, ispirto da l’sprit kelimesinden geliyor ve ‘ruh’ gibi bir şey demek oluyor) ancak bizi gülümseten, güldüren bir çelişki bulduğumuzda açığa çıkıyor. Zekânın ruhu çok çabuk ölüyor yalnız.

Ben çok küçük yaşlarımdan itibaren ispirtomu, etkisi çabuk ölen çelişkiden değil, uyumdan elde etmeye yatkınım. İtirazdan değil, ittibadan (inisiyasyondan), bütünlük ve birlik çabasından yana bir mizacım var. Yazdıklarımda da hissedilir sanıyorum bu.

Selahattin Yusuf neden Siyasal’dan, edebiyata ve kültür-sanat işlerine girdi? Neden çıkamadı bir daha?

Yukarıda anlattım biraz aslında. Şunu da ekleyebilirim. Bende dünyaya ilişkin hırs yok. İnsanları dünyada kalacak herhangi bir şey için ikna etmeyi sevmiyorum. Bunun enerjisini bilmiyorum, tanımıyorum. İçimde hiç hissetmedim çünkü. İnsanları çekip çevirmek, gütmek, yönlendirmek gibi şeyler bana bir tür saygısızlıkmış, kabalıkmış gibi geliyor.

Muhafazakâr camia denilen camianın TV’lerinde arkadaşlarınızla program yaptınız ve seküler kesimin de ilgisini çektiniz ekip olarak. Şimdi Türkiye’de farklılıklar ve ortak dille ilgili gidişatı nasıl görüyorsunuz?

Çok uzun bir cevabı var bunun bende. Gezi için şunu söyleyebilirim. Bir masada, teklifsiz biçimde ve güven içinde oturmuş güzel güzel sohbet ediyorduk. Sonra birisi bir silah çıkarıp masaya koydu ve ortalık buz kesti. Bu ben değildim.

Muhafazakâr bir çevrede mi büyüdünüz? Niye hep bu mahallenin yayın organlarında gördük sizi? Kitap yazarken mi daha çok sizsiniz TV programında mı?

Başka yerden teklif gelmedi. Gelseydi düşünürdüm sanırım. Şimdi geçti ama. Televizyon yorumculuğu artık yavaş yavaş geride kaldı benim için. Rahata alıştım. Yazmak için boş zaman, benim dünyadaki tek tutkum. Zaman bulmak için yırtınmıyorum artık eskisi kadar. Artık bolca var. Büyük servet.

Kitaba dönersek… Aşk, cinayet, masumiyet... Bütün bunlar bir sinema filminde nasıl buluşur? Kitabın içinde geçen bir film var. Bu nasıl doğdu?

Yaklaşık dört yıldır kafamdaydı o hikâye. Romanın hikâyesine dâhil edilen film fikri yeni değil elbette. Ama anlatım imkânları bakımından ve roman tekniği açısından oldukça verimli bir yol. Başta bir nüve şeklindeydi. Küçük bir kıpırtı gibi, içimde. Ruh kazanacağı günü bekledim. O arada başka şeyler girdi araya. Bir kaç şiir vs. Zaman zaman unuttuğum oldu onu. Bazen umutsuzlukla bıraktım kenara. Günün birinde ete kemiğe bürünmesi beni çok sevindirdi.

Kitap çıktıktan sonra dokunaklı bulan kişiler oldu mu? Nasıl bir yeri var bu kitabın sizin iç dünyanızda? Okurdan tepki beklemek nasıl bir duygu? Memnun musunuz durumdan?

Çıkmadan önce iki arkadaşıma okuttum. İkisi de iyi edebiyatçılar. Tepkileri beni çok şaşırttı. Hatta biriyle bir kafede gece geç saatte buluştuk. Geldiğinde gözlerinde gördüğüm parıltıları hiç unutmayacağım. Çıktıktan sonra da bir dostum okudu. O da hemen herkesin tanıdığı iyi bir yazar. Sıkı muhakemesi olan insanlarla, yazar ve sanatçılarla metin üzerinden haberleşmek gerçekten harika bir şey.

Onun dışında mı? Valla genel okurun gözünde sanırım ilgiye değer bir yazar değilim. Hiç değilse henüz değilim. Veya başka, bana daha bir arka çıkacak olan ihtimal şu olabilir; edebiyat dediğimiz şey tuhaf biçimde bir karşılıklı yanlış anlamadan kaynaklanmaya başladı sanki. Bilemiyorum. Bir ara Tarım Bakanlığı ucuz glikozla bal üretimine karşı mücadele başlatmıştı hatırlarsanız... Neyse.

Siz, öldükten sonra tanınan yazarlar ve ressamlar için ne düşünürsünüz?

İzin verirseniz, benim bir şey düşünmem önemli değil; onların benimle ilgili herhangi bir şey düşünmüyor olmalarını temenni ediyorum. Akraba olmadığımızı düşünüyorum. Bu konuda eskiden Miguel de Unamuno gibi düşünüyordum. Yani öldükten sonraki “namımın” benimle gerçek hiç bir ilgisi yok.

Olan biteni çocuk gibi anlatan Masum karakteri, sizden bir iz taşıyor mu?

Muhtemelen taşıyordur. Neredeyse budalalığa varan masumiyet fikri, öteden beri benim içeriden ilgilendiğim bir konudur. Kafamda çözemediğim, beni hep büyülemiş bir tema, izlek gibi bir şeydir.

Yaşadığımız çağda masumiyetin son günlerini mi yaşıyoruz? Hepimiz bu çağdan şikâyetçi miyiz? Birkaç sene sonra masumiyet diye bir kavram kalmayacakmış gibi geliyor insana. Veya tanımı mı değişecek?

Değişeceği doğru. Ama sadece yüzeysel bir değişme olacaktır. İnsan her devirde kendini şu veya bu yolla geri kazanabilen bir varlıktır. İnsanın köklü değişikliğine inanmıyorum. Bunun en büyük kanıtı eski çağlarda yazmış sanatçıların şikâyetleridir. O şikâyetlere baktığımızda, durum talihli biçimde günümüzü andırmaktadır. Mesela Shakespeare bir yerde politikadan, toplum hayatındaki aksaklıklardan, rüşvet, irtikap ve güç çekişmelerinden bahseder ve “Zaman çığırından çıktı” diye haykırır. Nefretle, umutsuzlukla ve acıyla. Hayır, zaman hiç bir zaman çığırından çıkmaz; biz çıkarız. Her çağda aynıyız aslında. Değişim döngüsel oluyor. İnsanoğlu dejenere oluyor, bozuluyor. Sonra uyarılıyor ve kendine geliyor biraz. Sonra yine rahat durmuyor. Hareket aynı zamanda bunalım, dinamizm, çelişki, tekâmül ve dinginlik demek.

İnsanlar psikolojik olarak kendilerini aldatan psikologlara, kendilerini suiistimal eden psikiyatrlara mı bağımlı? Ve etik değerler özellikle bu alanda yok mu oldu iyice?

Cemil Meriç söylemişti; tekkeleri kapattık, hapishaneler açıldı, diye. Toplumu içten tutan görünmez bağlar koptu. Dağıldık. İşin kötü tarafı, bu kopmaların çıtırtılarına kulak kesilecek olanlar, okumuş yazmış olanlar da kafalarını başka taraflara çevirdiler. Oysa kulaklarını bu toplumun temel manevi kirişlerine dayayıp derinlerdeki sesleri dinlemeliydiler. Dinlemeliydik. Sismik bir dikkatle. Olamıyor bu. Sadece şehirlerimizin mimari kakofonisi değil; hayat kalitesi ve düzeni de büyük sorun. Başını iki elinin arasına alıp düşünüyor olması gereken insanlar, yazar ve sanatçılar henüz ülke üzerine düşünme geleneği edinemediler. Türkiye’yi düşünmek, onu gerçekten ve sorumlulukla sevmek anlamına da gelmedikçe bir işe yaramıyor. Bütün bu çok yönlü dağılmanın sonuçları elbette vahim olacaktır.

“Bu mutluluk facebook sayfalarında kaldı’’ diyorsunuz kitapta. Yaşadığımız zamanlara aslında tam isabet ediyor. Facebook sayfalarında gözüken mutluluk gerçek mi, yoksa sadece sanal bir mutluluktan mı ibaret her şey?

Çok tekrarlanan bir haber dili o. Neredeyse klişe oldu. Ve kısa zamanda klişeleşti. “Bu mutluluk facebook sayfalarında kaldı” kalıp cümlesi, aslında mutluluğun genellikle yalnızca facebook sayfalarında olduğunu, yani yalan olduğunu anlatıyor. Mutluluk, gidebileceği bir yer bulduğunda göç edip gitti. Gittiği yerin facebook olmasının bir önemi yok. Gitmek istiyordu sadece. Kaçıp saklanmak istiyordu. Yoktu gerçekten çünkü. Gerçekten ve canlı biçimde ortada değildi. Sanal âlem bu halin bir tercümesi oldu.

En derin acıların dili yoktur. Dile gelebilen mutsuzluk, gerçek mutsuzluk değildir; aynı şekilde dile gelebilen mutluluk da mutluluk olmasa gerek. Sanal âlemde, bırakın dile gelmeyi, boşboğaz biçimde konuşuyor mutluluk. Haykırıyor, meydan okuyor, didişiyor, kavga ediyor ve neredeyse sadece nispet içeriyor. Bu histeridir.

Bir kuş cinsi var. Belgeselde seyretmiştim. Küçük bir kuş, kartala av olacağını anladığında, havada vücudunu bir silaha dönüştürüyor ve hızla uçup kartala çarpıyor. Bizatihi kendi kendini silaha dönüştürüyor yani. Bütün vücudunu gözden çıkarıp kamikaze gibi yenemeyeceği hedefe çarpıyor. Facebook, instagram ve twitter mutluluğu bu garip kuşa benziyor aslında. Ötekinin -daha büyük- mutluluğunu alt etmek üzere ona çarpmak ve ölmek için organize olmuş, tasarlanmış bir eğlence pozu. Bir kamikaze mutluluğu. Buna hekimlerin yapabileceği bir şey yok.

Her insanda katil olma potansiyeli olduğu hissine kapıldım. Ne dersiniz?

Kesinlikle var. Önemli olan onu içimizde nasıl, ne karşılığında tuttuğumuz. Buna bizim geleneğimizin cevabı açıktır. İnsanlığımızı geliştirmek ve yol almak. Cinayet, henüz içimizdeyken kıymetli bir tutumluluk içindeyizdir. Ama dışarı çıktığında ne adına ve ne karşılığında çıkıyor?

Katillik eşiğini mesela Neçayef, ucuz bir toplumsal –sözümona- ideal karşılığında kolayca aşmıştı. Dostoyevski bunu gördü, Ecinniler’de teşhis etti. Buradan devasa bir tartışma başladı. Tartışmanın bir ucu Dostoyevski’nin elinde kaldı ve devasa bir vaaza dönüştü; öbür ucu Albert Camus’nün varoluşçuluğunda tam tersi bir yoruma dönüştü.

Dostoyevski’nin elinde kalan ucu Rusya toprağının azizliğine, kadimliğine, ideal ruh bütünlüğü duygusuna vardı. Camus’nün elindeki ucu saçma (absurde) duygusuna dönüştü ve mesela 68 olaylarının ruhu için bir mihver kabul edildi.

Yaşadığımız, yani modern zamanın en hoş tarafı nedir sizce?

Kerameti kendinden menkul maddi ve manevi güç odaklarının parçalanmasını getirdi modern zamanlar. Ama bu yargıyı kat be kat aşacak başka bir şey de oldu: Bütün bu parçalanmışlıkları daha büyük, daha denetimli, daha acımasız ve kaçınılmaz (Burada başka bir Fransız yazar olan Foucault’yu ve benzeri düşünürleri hatırlamalıyız) başka bir otoriteye bağlamanın da yollarını açtı. İmkânlarını getirdi. Hoş gibi görünen serbestliğin, aslında yalnızca ipleri uzun bırakılmış bir esaret olduğunu bilmeliyiz.

Çevre uzmanı olmak için pahalı viski içip dolgun maaş alanlardan, ilişki uzmanı olmak için vücut geliştirenlerden, uzay bilimci olmak için müzik ve polis olmak için sinema eğitimi alanlardan bahsediyorsunuz?

Televizyon çağının, gösteri dünyasının, yani genel olarak sahne dediğimiz şeyin yarattığı bir çarpıklık bu. Görünen her şey, daha baştan bir sahihlik payesi kazanıyor. TV sayesinde oluyor bu. Mesela kendi kulaklarımla duydum. Adam eski bir asker. Sık sık televizyona çıkıyor ve uzmanı olduğu alanlarla ilgili bilgiler veriyor, yorumlar yapıyor. Kısa bir süre sonra aynı insanın “sevenleri” oluveriyor. Bir hayali kitlesi oluyor. Sevenlerini üzmemek için hastalığını filan saklıyor mesela.

Bu trajikomik bir durum değil mi?

Evet öyle. Çünkü dönen ve konuşan dilimizin ifade ettiklerini aşan başka bir dil var orada: Görünmenin dili. Sadece görünerek ifade ettikleri, konuşarak ifade ettiklerini garip biçimde aşıyor. Bu, bizim hakikatle ilişkimizde bir hava boşluğudur. Hakikatimiz içinde ilginç, temel bir iskelet bozukluğudur. Üzerine düşünen çok olmuş. Biz de düşünmeliyiz. Ben romanımda bir parça düşündüm sanıyorum.

İnsan hayatını tekrar yaşasa aynı hataları yapar mı?

Cümlenin yan anlamıyla birlikte söylüyorum; insansa yapar.

“İnsan Geçmişine ‘Artık Öyle Olmayarak’ Söz Geçirebilir”, Kitabın Ortası dergisi, Kasım 2017 sayı 8.

YORUM EKLE