Şehirlerin iskeletinden ziyade ruhunu yansıtan ve beşer faaliyetlerinin şehirlerin ruhuna kazandırdıkları olumlu-olumsuz birçok değişimi yansıtan “İçimden Geçen Şehirler” isimli kitaba dair Yıldız Ramazanoğlu’yla konuştuk.
Ankara’dan başlamışsınız serüveninize. Ankara ki tutkusu, sevgisi bir türlü anlaşılmayan şehir… Ankara’nın insanı kendisine çeken bu gizeminin cevabını bulabildiniz mi acaba? Ankara denilince neler söylemek istersiniz?
Kavafis “beni kovalayan bir şehir var” der. Beni kovalayan şehir Ankara. Yenimahalle’de doğduğum ev mesela. Bahçe katıydı. Annemin küçük bir toprağı vardı; domates, maydanoz, biber, reyhan ekerdi. Hayatımın en güzel bahçesi. Küçücük avlusunda oynar, hayaller kurardık kardeşlerimle. Şehrimi içimde taşıyorum genelde, çünkü nesini seviyorsun sorusu yoruyor beni. Yurtlandığım, okula gittiğim yer daha ne olsun. Şehrin tarihi güzellikleri, doğası daha çok turistler için gerekli. Hüsnü güzele doyulmuştur da huyu güzele doyulmamıştır. Budur Ankara diye yaşadığım. Her şeyin az, öz olması. Çok az parayla yaşayıp uçtuğumuz, okuyup yazdığımız, ev içi muhabbetlerin sabahlara kadar sürdüğü yer. Etnoğrafya müzesi de var müze isteyene. Her halimize tanıklık eden kaldırımlar. Kahramanlarım da oradadır, konuşmadan, gürültü yapmadan canından malından verenler. Ankara denizin yok senin, ama deniz gibi derin evlerin vardı.
Ve İstanbul... Bir yandan Üsküdar, Çamlıca gibi sessiz, sakin semtler; bir yandan İstanbul'un kalabalık oluşu gerçeği var. İnsanın nefes almakta bile zorluk çektiği bu şehrin cezbedici ne yönleri olabilir ki?
İstanbul'un insanın aklını başından aldığını düşünüyorum ama ciddi manada. Bu şehirde yavaşlayıp düşünmek, hakiki olana yönelmek gittikçe daha da zorlaşıyor sanki. Şehir ilham verici, milyonlarca peri işbaşında, öte yandan size verilenlerden yararlanacak takat kalırsa. İnsaf ve merhamet hızla çekilip giderken, nezaket sadece bir kadın adı olmuşken, sokağa çıkmak cenge çıkmak gibiyken... Yine de nasıl sevebiliyoruz. Herkes benzeriyle iyi, gettosunda mutmain ama aslında farklılıkların çarpıştığı kanlı arena burayı cazibe merkezi kılan. Sonsuzca kaybolma imkânı, ihtimali. Kimsenin kimseyi gözünün görmemesi, beş dakikada harcanmak. Herkesin yabancı oluşundan kimsenin yabancılık çekmemesi. Çünkü aidiyet duygusu zayıf, insanlar almaya, şehrin anasını ağlatmaya gelmiş.
Neyse, şehri ayakta tutan manevi bir kimya var elbette. Birden dengeleri yüce değerlerin lehine çevirebilecek bir sayha. Bir esiyor bir kayboluyor.
“Milena’ya Mektuplar”, Piraye’ye yazılmış mektuplar… Mektubun günümüze nasıl evrildiğine kısaca değinmişsiniz. Milena’ya mektup yazılacak bir çağ değil artık burası ve bizler yapay bir nesiliz, gerçekten yapay bir nesil… Tefekkür edebileceğimiz bir tenha da yok ne yazık ki! Mektubu, aşkı, sadakati nasıl muhafaza edebiliriz? Var mıdır bunun çaresi?
Televizyonda tek bir kanal vardı. Bilgisayar yoktu. Şehirlerde dış mekânlarda buluşma alışkanlığının olmadığı zamanlar. Kitap okumak hayat memat meselesi. Gerçekten bir var olma, insan olma, mümin olma mücadelesi veriliyor, henüz sahip olma/ ele geçirme dürtüsü bu denli harekete geçmemiş. Aynı şehirde yaşadığımız arkadaşlarımızla da mektuplaşırdık. Bu bir disiplin işiydi. Tartışmaları, okumalardan elde edilen kazanımları, çıkarımları, hülasaları aktarma heyecanı. Elle yazılan, postaneden atılan mektuplar. Aşk her zaman vardı, yine var. Sadakat zorlaştı belki. Aklı çelen, daima kaderini baştan yaratabileceğini fısıldayan bir ses kirliliği var atmosferde. Bu, ozon tabakasının delinmesiyle ilgili belki. Bizi koruyacak kimya parçalandı. Kibirden, narsizmden bir çığ yuvarlanıp dirliğimize kastediyor. El ele verip sabır, tevekkül, tevazu, teenni, vefa ile atlatmak lazım.
“İçimden Geçen Şehirler”de sadece gözlemlerinize yer vermeyip okuyucuya başka ufuklar kazandırıyorsunuz. Örneğin Pol ve Virjini’ye değinmişsiniz. Virjin’in aşkı ne kutsaldı değil mi? Okuyucuya bir keşif bilinci kazandırıyorsunuz her sayfada. Neler söylemek istersiniz?
Ortaokul, lise yıllarında etkilemişti beni. Kâinatın ahenginden, bir ihsan olarak sevginin verilişinden, başkalarının saadetiyle ilgilenmedikçe mutlu olunamayacağından söz eden iki genç… Aralarındaki aşk Allah'ın inayetiyle ve tabiatın bu aşka katılmasıyla var oluyordu. Virgini bir gün vefat eden halasının evine gönderildiğinde Pol yediği yemişlerin çekirdeğini toprağa eken ve ondan yiyecek kuşlar sayesinde gelecek sevabı uman bir kızdan uzak kalır. Böyle bir kızdan ayrılmanın acısını yaşar. İnce ayrıntıların, iyilikle kurulmuş ilişkilerin naturalist romanı.
Şehirlerle ilgili bilgileri bulabiliriz her yerde. Kitaptaki yazılar şehirlerin çağrıştırdıklarıyla, aklımıza üşüşen nice hallerle ilgili.
Kentleşme olgusu, insan hayatını, değerleri ve kültürleri anlamsız kılmakla birlikte kıyameti hızlandıran bir süreç. Milyonlarca yıl süren morfolojik süreçleri bir anda tuz buz edebildik ve bu da kentleşmenin bir sonucudur. Bizden sonraki nesil ağaç dikebileceği bir alan bulabilecek mi?
Betonların yıkılacağını, doğanın seleksiyonuyla hayatı önleyen her şeyin yerle bir olacağını düşünüyorum. Bazı görüntüler karton ve hipergerçeklik. Bunu seviyor, destekliyor ve hak ediyoruz gibi fiili bir akış var. Hak etmeyen insanlar geldiğinde hepsi bir şekilde buhar olup dağılacaktır ve toprakla buluşacaktır insanlar.
Yatay yerleşimin yerine dikeyin tercih ediliş sebebini düşük maliyet olarak açıklamıştı bir belediye başkanı. Mümbit, güzel ülkemize yollar, az katlı evler yaparak genişçe yerleşme imkânı varken insanları belli merkezlere korkunç bir kalabalıkla toplamak kötü bir tercih. Fakat bu, Cumhuriyet'in şehirleşme politikası. Kolay denetlenebilir, yönetilebilir bir halk yaratma arzusunun devamı sanırım.
Mekke ve New York’u aynı sahnede sunmuşsunuz. Bana göre biri emperyalist terörünün merkezi, diğeri ise… Zulmün olduğu yerde yaşayan her canlının suçlu olduğuna inanıyorum zulmü bitiremediği için. Bu kişisel bir bakış açısıdır tabi ki. Asıl merak ettiğim Mekke ve New York zıtlığı, hangi prova başka dünyaya hitap ediyor?
Birbirlerini çekiyorlar. Modern zamanların, özellikle de NY gibi şehirlerin insanı öksüz ve yalnız. Mekke ruhunun dünyanın öteki ucu sayılabilecek bu yeri anlaması, dinlemesi, hatta başını okşaması lazım. İslam herkesin. Newyorkluların da elbette. Zaten insan Harlem’de Malcolm x caddesine çıkınca anlıyor dünyada herkesin birbirine komşu olduğunu. İnsanlığın göz göze gelmeye, bir hizadan konuşmaya, hiyerarşilerden, ön yargılardan uzak buluşmalara ihtiyacı var. Mekke’deki tevazu yalınlık, uzaklardan eve dönme hissi, kayıp evlatların ortaya çıkışı duygusu olağanüstü. Orada kendi dilimizi konuşmayan insanların arasına oturmalı. İnsan kendini kaybetmeli ki karşılaşabilsin kim olduğuyla. Orada gözyaşları içinde kaybolup gitmiş Batılılar gördüğümde nötron ve proton şehirler olduğunu anlıyoruz Mekke ve NY’un. Allah'ın kullarını buluşturmak istediği fakat aynı zamanda her biriyle teker teker baş başa kalmak istediği yer. Sevildiğini, özenildiğini, üzerine titrendiğini, rahmetin gazabı geçtiğini hissedersin orada; bunu yaşayabileceğimiz mekanlar çok nadir. Yine de biraz yatışıp sakinleşince, yavaşlayınca, durup dinleyince Rahman esmasıyla rû be rû her yerde karşılaşmak mümkün.
Son olarak şunu sormak istiyorum: Gittiğiniz şehirler içinde yerleşik olmak istediğiniz bir yer var mı? Ve oradan ayrılışın yaşattığı hüznü sorsam?
Dünyanın bütün şehirlerine görmeden de muhabbetim var. Ayrılmak her zaman bir parçanızı bırakmak gibi… İnsanın farklı yerlerdeki benzer tecrübesini görmek beni çok etkiliyor. Yerleşmek değil ama uzun sürelerle yaşamak istediğim şehirler olmuştur. Yerle bir olsalar da ayağa kalkacaklarından Allah'ın izniyle emin olduğumuz bütün İslam beldelerinde, Avrupa’nın bazı şehirlerinde bir süre kalmak isterim. Fakat yerleşik olduğum yer yazı ülkesidir. O da İstanbul şimdilik.
Kentler rehberinden daha çok fazlasını gördüğüm “İçimden Geçen Şehirler”e dair bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim.
Salih Ağbalık konuştu
Ne güzel anlatmışsın İstanbul'la Ankara'yı Yıldız, Ankara'yı senin kadar tanımasam da kendimi ifadelerinin tam da ortasında buldum.