Türkiye'de bir çok müzik tarzı yaşıyor. Yeryüzünün neredeyse orta yeri olan bu coğrafya, kültürlerin ve fikirlerin imtizaç ettiği yer olduğu gibi farklı müzik türlerinin de yaşadığı bir alan. Santurî Sedat Anar da yaşadığı toprakların bu halini kendinde taşıyan bir sanatçı. Bugüne kadar bir çok önemli çalışmaya imza atan Anar, son olarak Yunus Emre Hazretleri'nin nutk-u şeriflerini bestelediği “Âşık Ölmez” isimli bir albüm yayınladı. Sedat Anar'la müziği ve son albümüyle ilgili konuştuk.
İlk olarak müzik hayatınızın nasıl başladığını sormak istiyorum.
Türkiye’nin Güneydoğusunda, Şanlıurfa-Halfeti'de doğup büyüyorsanız müziğe bulaşmamanız imkansızdır. Halfeti’nin Arğıl köyünde dünyaya geldim. Dedem ünlü bir hikaye anlatıcısıydı. Geleneksel şarkılar da söylerdi. Ninem ise genellikle erbane (def) eşliğinde ilahiler söylerdi. Çocukluğum zaten dedem ve ninemin yanında geçti. İster istemez müzikle haşır neşir oldum. İlkokuldayken babamdan bana bir saz almasını istedim. Babam biraz inatçıydı. Adana’ya çalışmaya gidiyordu. Her seferinde yolunu gözledim ama her seferinde bağlama almadığını görerek üzülüyordum.Ta ki bir gün annemin aşırı ısrarı sonucu bir curayla geldi babam. Mutluluktan uçuyordum. Şans bu ya ilkokul 3. sınıftayken Zuhal Karaosmanoğlu adında saz çalıp türkü söyleyen bir öğretmenim oldu. O zamandan beri bağlama çalıp türkü söylerim.Tabi ki öğretmenim sayesinde. Yani müziğe yaşadığım coğrafya itibariyle bulaşmış oldum aslında.
Müzik için uzunca bir yolculuğa çıkmışsınız. Bu yolculukta duraklarınız hangi ülkelerdi? Yolculuğunuz süresince hangi müzik türlerini heybenize eklediniz?
İlk başta santur için İran’a gittim. İran'dayken kısa süreliğine Pakistan ve Afganistan’a da gittim. Tabi ki bu çoğrafyaların müziğini de kulaklarıma yer edindim. Sonraki zamanlarda Avrupa’nın birçok ülkesinde santur dinletisi verdim. Ayrıca belirtmek isterim ki benim için çok önemli bir sahne olan Çaykovski konservaturında da konserler verdim. Yani zaten müzik için bir ülkeye gidince ister istemez müzikle uğraşan dostlar buluyorsunuz ve meşk ediyorsunuz; böylece kulaklarınıza güzel tınılar eklenmiş oluyor. Ayrıca sokakta müzik yapıyorum, bunun da katkısı çok fazla... Şu an hayatımda olan müzisyen dostlarımın çoğuyla sokakta müzik yaparken tanıştım.
Türkiye'de pek kullanılmayan enstrümanlarla sanat icra ediyorsunuz. Bu sazları kendi kendinize mi öğrendiniz, değilse kimlerden ders aldınız?
Gezmesini seven birisiyim. Okurken öğrendiğim kadar gezerken de öğrendiğimi düşünüyorum ve bu devam eden bir tekamül süreci. Urfa’da liseyi bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Tarih bölümünü kazanarak Ankara’ya yerleştim. Ankara’da bir arkadaşımın evinde santurla tanıştım. Santurun sesine âşık oldum. Hüzün içinde mutluluk da veren bir enstrümandır santur. Kendi kendime öğrenmeye çalıştım bir süre. Ama bir öğretmen olmadan olmayacak gibiydi. Türkiye’de de ders veren birisini bulamadığım için İran yollarına düştüm. İran'a sık aralıklarla gidip geldim. İran’da sadece santur dersi almadım. Bizim kopuzdan daha eski bir çalgı olan tenbur ve erbane (def) dersleri de aldım. Zaman zaman tar ve zarp (tombak) dersleri de aldım kısa süreliğine de olsa. Mesela Pakistan’da telli çalgı olan Afgan rebabıyla tanıştım. Ben bir enstrümanı öğrenirken öncelikle geleneksel haliyle öğrenmeye çalışıyorum, daha sonra kendi üslubumu katıyorum. Mesela bir İranlı santurcuya çok değişik geliyor santur çalışım. Çünkü İran tekniğiyle beraber Anadolu motiflerine de yer veriyorum. Bununla beraber kendi bulduğum akorları ve armonileri de kullanıyorum.
“Âmâk-ı Hayâl” ismiyle tematik bir albüm yaptınız. Kült bir kitabı müzikle ifade etmek pek örneği bulunan bir şey değil. Bu albümden biraz bahsedebilir misiniz?
“Âmâk-ı Hayâl” zaten hep kıyıda köşede kalmış bir kitaptı. Aradan yüzyıl geçmiş kitap hakkında yazan üç kişi var: Hilmi Yavuz, Enis Batur, Cemil Meriç. (Eserin sergüzeştiyle ilgili burada bir haber yapmıştık. A.Ö.) Telif hakkı olmadığı için önüne gelen yayınevi kitabı basmış. Ben de beş yıl önce bir arkadaşımın aracılığıyla tanıştım Âmak-ı Hayâl kitabıyla. Okuduktan sonra kitaptaki şiirlerini bestelemeye başladım. Bu o anda olmaya başlayan bir şeydi. O kadar doğaçlama gelişti ki sponsor bulmalıyım derken Leman Kültür’ün sahipleri Cemal ve Kemal Şentürk ağabeylerim stüdyo masraflarımı karşıladı, Kalan Müzik ise albümü bastı. Albüm umduğumdan daha fazla ilgi gördü. Türkiye'nin önde gelen köşe yazarları albüm hakkında yazılar yazdılar. Meğersem az da olsa Âmâk-ı Hayâl tutkunları varmış. Sosyal medyada çok güzel iletiler ve mesajlar aldım çok mutlu oldum. Böylece Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’yi de anmış olduk.
Sokaklarda da sanatınızı icra ettiniz. Müzik nokta-i nazarından, sokağın bir salondan, sahneden ve yahut bir başka yerden ne gibi ayrılır bir tarafı var? Sizce müziğin en çok yakıştığı mekan neresi?
Sokakta müzik yapmak başlı başına bir cesaret ve özgüven gerektiren bir durumdur. Çünkü o kadar değişik kesimden insanlar var ki anlatamam. Ya düşünsenize bir sahnedesiniz, önünüzde yüzlerce insan geçip gidiyor. Bazen sokaktaki çöpleri toplayan belediye arabası geçiyor. O kadar doğal bir ortam ki. Kimse sana bunu çal, şunu çal da demiyor. Özgürsün, müzik yapıyorsun. İster doğaçlama yap, ister bestelerini çal. Bazen yeni yaptığım besteleri çalıp insanların tepkisini merak ediyordum. Tepki güzel olunca bestemin de alıcısının çok olacağını düşünüyorum. Misal “Âmâk-ı Hayâl” albümü çıkmadan önce albümdeki tüm parçaları Ankara sokaklarındaki insanlar dinledi. Geçen yıl biz sokakta müzik yaparken birbirleriyle tanışan bir çift ile muhabbet ettik. Düşünsenize, biz müzik yaparken tanışmışlar ve sonrasında evlenmişler ve çocukları olmuş. Bu çok güzel bir duygu. Salonda ya da sahnede bunu başaramazsın.
Bu arada şunu da belirtmem gerek, Türkiye’de sokakta müzik yapmak maalesef çok zor. Mesela Çankaya Belediyesi'nin zabıtalarından çektiğimizi bir sokaktaki kaldırım taşları bilir, bir de biz biliriz. Yurt dışından sokak sanatçısı getirip sokak sanatları festivali yapan bir belediye Çankaya Belediyesi. Ama kendi vatandaşlarından sokak sanatı görmeye tahammülü olmayan bir belediye.
Gelelim asıl meseleye. Geçtiğimiz günlerde Yunus Emre Hazretleri'nin nutk-u şeriflerini bestelediğiniz “Âşık Ölmez” isimli bir albümünüz yayınlandı. Hayırlı olsun diyelim öncelikle. Yunus Emre Hazretlerinin şiirlerinden bir albüm yapma düşüncesi nasıl oluştu? Neden böyle bir çalışmaya başladınız? Zira Hz.Yunus Emre'nin bir çok kere nutk-u şerifleri bestelendi. Sizin albümünüzün öncekilerden farkı ne?
Bu projenin mimarı saygıdeğer hocam Mustafa Tatcı'dır. Hocamla tanışıncaya kadar Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî hazretleriyle yakınen ilgilenememiştim. Hocam benim kapılarımı açtı. Albümdeki şiirlerin hepsini bestelemem için hocam seçti. Hatta albümün adını bile hocam koydu. Şöyle bir düşüncemiz de ön plandaydı. Yunus Emre hazretlerinin hep bilinen şiirleri bestelenmiş. Mustafa Tatcı hocam, bu sefer bestelenmemiş şiirleri bestelemem için seçti. Mesela albümde bir 'vahdetnâme' vardır, albümdeki 'Benem' adlı parça. Kimi Yunus okurları 'Aa! Yunus Emre’nin böyle bir şiiri de mi varmış?' diye sordular bana. Onlara hak veriyorum, ben de Mustafa Tatcı hocamla ve hazırladığı divanlarla tanışmadan önce öyle zannediyordum. Ama bu albüm benim olduğu kadar Mustafa Tatcı Hocamındır. Ki tabiî ki ilk önce bahşedenindir.
Albümün basımını Türkiye’nin önde gelen müzik firmalarından birisi olan Kalan Müzik üstlendi. Burada başta Hasan Saltık abime ve Kalan ailesine de ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Emekleri çok oldu bu albümde. Tabiki albüm için yazılar yazan üstadlarım da danışmanlık yaptılar, albüm çıkmadan albümü dinlediler, fikir beyan ettiler. Bunlar arasında Semih Kaplanoğlu, Kemal Sayar, Doğan Hızlan, Murat Beşer, Naim Dilmener, Sadık Yalsızuçanlar, Cahit Koytak gibi isimler yer aldı.
Yunus Emre Hazretleri hakkında son yıllarda hemen her alanda önceki yıllara nazaran daha çok çalışmalar yapılmaya başlandı. Siz de müzik alanında bu çalışmalara katkı sundunuz. Allah hizmetinizi kabul etsin. Bundan sonraki projeleriniz neler?
Bundan sonraki albüm planım -eğer sponsor bulabilirsem- Niyazi-i Mısrî Hazretleri'nin şiirlerini besteleyip albüm haline getirmek. Ki zaten Yunus Emre bir okuldur. “Yunus’un İzinden” dememizin sebebi de budur.
‘Niyazî’nin dilinden Yunus durur söyleyen’ demiş hazret. Bunun için Anadolu’da binlerce Yunus vardır. Biz de gücümüz yettiğince bu hazretlerimizin yolunda gerek müzikle gerekse gönlümüzle yürümeye çalışacağız.
Ahmed Sadreddin konuştu