Samet Öztürk'e kitapları, yazdıkları, şimdilerde İstanbul’dan biraz uzaklarda kalan ve kaplumbağa kabuğu misali kendisinden hiçbir zaman ayrılmayan kitap dolu çalışma odasında ürettikleri hakkında sorular sorduk.
Umarız ki sizin de kitaplara dair iştahınızı artıracak olan keyifli bir sohbet gerçekleştirmişizdir. Sözü hiç fazla uzatmadan, sizi kendi kitaplarının dünyasında yaşayan, biraz münzevi, biraz hareketli, biraz da sıra dışı bir yazarla baş başa bırakıyoruz.
Sizi bir süredir birbirinden oldukça alakasız yerlerde; bazen Trakya’da öğrenci derneklerinde, bazen Antalya’da üniversite yurtlarında, bazen de iç Anadolu’da çeşitli liselerde, bir anda Tekirdağ’da bir öğrenci derneğinde ya da bir anda Malatya’da bir kitap fuarında özellikle gençlere yönelik konferanslar verirken görür olduk. Kitapların dünyasını gençlere ısrarla anlatma fikri nereden doğdu?
Aslında değeri ölçülemeyecek iki muhteşem işin arasında, hiç sıkılmadan mekik dokumak gibi bir şey bu. Değeri ölçülemeyecek iki şeyden biri, insanlarla kitapların dünyası hakkında sohbetler etmek; diğeri ise günümüzde internet kültürünün oluşturduğu genel bir olumsuz imajın etkisiyle uzun sohbetlere pek müsamahaları yokmuş gibi görünen genç kuşaklara, içerisinde bulundukları süratli dünyanın oluşturduğu yük, tahribat ve stres karşısında pek de sıkılmadan dinleyebildikleri bir çıkış yolu göstermeye çalışmak. Neticede bu iki eylem aynı kapıya çıkıyor ve o kapıyı aralamaya gücü olan herkes, kitaplar âleminde kendisine sanal alemdeki curcunadan çok daha huzurlu ve güvenli bir dünya kurabiliyor.
Bu iki “eylem”, nihayetinde iş güç ya da zorunlu eğitim gibi gençlerce mecburi bir rutin olarak algılanmadığından, tecrübe ettikçe görüyor ki gençlere temas ettikçe talep talebi doğuruyor ve çok kısa zaman dilimleri içerisinde, hiç ummadığım şehirlerden aldığım davetlerle, kitapların dünyasına ilgi duyan ya da ilgi duymaya hazır haldeki pek çok gençle tanışmama vesile oluyor.
Pandemi süreci başlayıncaya kadar aralıksız bir şekilde devam eden ve çoğunluğu kitapların dünyasına dair farklı vurgular içeren konferans ve etkinliklerimizin doğal gelişim süreci bu şekilde başladı diyebilirim.
Peki günümüzde kitaplar ve gençler arasındaki belirsizlikler içeren denklem, sizce karmaşık bir problemin çözümünü mü gerektiriyor?
Tarif ederken karmaşık bir şeyden mi bahsediyor olacağım bundan emin değilim ama bana öyle geliyor ki çok farklı yüzleri olan ve daha güzel şekillenebilmesi için biraz hızlıca düşünerek zahmet etmemizi gerektiren bir tür rubik küpünü çözmeye benziyor bu iş.
Gençlerin internet bağımlılık düzeyiyle ya da toplumumuzun okuma alışkanlıkları ile ilgili zaman zaman yayınlanan haber ve istatistiklere bakacak olursak ister istemez karamsar tablolarla karşılaşabilmekteyiz. Önceki kuşaklarla kıyaslandığında artık gençlerimizin ilgisini çeşitli yönlerden dağıtabilecek çok fazla faktör var ve bunlar her geçen gün daha fazla geliştiriliyor, daha fazla artıyor. Uzak bir geçmişten bahsetmiyor olacağım ama kendi öğrencilik yıllarımda etrafımdaki gençleri çokça meşgul eden sosyal medya unsuru sayısı ikiyi, üçü geçmezken günümüzde yalnızca kitlesel düzeyde yaygınlaşan sosyal medya uygulamalarını düzenli olarak takip edebilmek için bile ömürden ömür, zihinden zihin harcanması gerekebiliyor.
Çevrimiçi bilgisayar oyunlarının ve yeni yeni yaygınlaşan abonelik tabanlı film ve dizi platformlarının, çalışma hayatı ve öğrencilik süreci eskisine nazaran kolaylaştırılmış olan insanımıza, ne gibi faydalar ya da zararlar sağladığını ölçebilmemizi sağlayabilecek düzeyde toplumsal araştırmalara sahip değiliz. Ancak mevcut süreçte hepimiz hem birer sosyal denek ve hem de birer sosyal gözlemci konumundayız. Bu açıdan diyebiliriz ki günümüz insanı sahip olduğu teknik olanaklar ve içerisinde bulunulan refah seviyesi itibariyle, önceki kuşaklara göre kendisine daha fazla zaman ayırma imkanına sahiptir. Ancak yine günümüz insanı, gözlemlemekte olduğumuz üzere genellikle kendi tasarrufuna kalan serbest zaman dilimini artık hunharca harcayabileceği pek çok yeni faktörün etkisinde, yepyeni araçlarla doldurulmuş enteresan bir yaşam sürmektedir.
Toplumumuzu ve dünya toplumlarını ziyadesiyle etkisi altına almış olan teknolojik oyuncakların etkisindeki mevcut durum, ister istemez artık gençlerin kitaptan kaçıyor olup olmadıklarını, hatta hiçbir dijital unsur taşımayan matbu eserleri geçmişin bir parçası olarak görüp görmedikleri bizlere sorgulatabilir. “Kitap” ve “genç” kavramlarını günümüzde yan yana getirdiğimizde, zihnimizde bu doğrultuda farklı ve yeni gibi görünen bazı soru işaretleri oluşması gayet doğaldır.
Tecrübe etmekte olduğumuz durum ise beni, bu tür sorulara kafa yorup cevaplar ararken kesinlikle aceleci davranmamam gerektiğine ikna etmiştir. Nihayetinde gençlerle yaptığım her bir etkinlik, her bir kitap tahlil programı, her bir konferans ya da imza günü ve benzeri türden çalışmalarımız, her şeye rağmen kitabın ortaya çıktığı ilk günden bu yana varlık amacını bana daima hatırlatmıştır: İnsanlar içerisinde birileri, az ya da çok, derinlemesine okumalar yaparak hayatlarına anlam katmak istiyorlar. Aynı şekilde gençlerimiz içerisinde de nitelikli bilginin peşinde olmak isteyen, bunun için kitaplara dair ilgisini artırmak isteyen, kitapların dünyasında kendi huzurlu seyrini sürdürmek üzere gayret sarf eden ve kitaplara dair ilgisinin uyanması için gerekli motivasyonu sağlamaya çalışan çok fazla arkadaşımız var ve onların sayılarının artması noktasında ümitvar olabilmemiz için de bir o kadar nedenimiz var.
Peki kitaplarınıza ve özellikle de “Kitapların Dünyası” isimli yeni kitabınıza dönecek olursak, kitaplara dair bir kitap yazmak fikri nereden aklınıza geldi?
Aslında başlı başına kökü çok derinlerde bir hikâye bu. Hayatımın anlamı olduğunu düşündüğüm ilk andan beri elimde daima kitaplarım var ve ben bu halimle çok huzurluyum. Ömrüm kitaplar arasında geçiyor ve hayatım bu şekilde her geçen gün biraz daha anlam kazanıyor. Aklımda fikrimde, gündüzümde gecemde, rüyamda ve mesaimde ya daima kitaplarlayımdır ya da beni kitaplarımdan alıkoymakta olan mecburi mesailerimi bir an önce bitirip kitaplarıma dönmeye çalışıyorumdur. Nihayetinde kitaplarımla zaman geçirmek, bana hiçbir zarar vermeyen en temel bağımlılığımdır ve ben bu bağımlılığımdan da oldum olası memnunum.
“Kitap Sevdası” isimli ilk kitabımın yalnızca kitaplara değinen bir öykü kitabı şeklinde teşekkül etmesi, zihnimde kitaplara dair biriken öykülerin çeşitli dergilerde yer almaya başlaması üzerine doğdu. Bu ilk çalışmayı, kitaplar hakkında muhtelif şehirlerde verdiğim konferanslarımın içeriğinde kullandığım araştırma ve kaynak eserlerin kapsamlı bir şekilde elden geçirilmesi ile teşekkül eden, yalnızca kitabın kendisine dair bir monografi çalışması olan “Kitapların Dünyası” isimli ikinci kitabım izledi. Ümit ediyorum ki kitaplarım ömrüm boyunca daima benimle olacaklar ve kitaba dair hemen her şey benim daima gündemimde kalacak. Bu bağlamda, inşallah önümüzdeki süreçte de kitapların dünyası ile ilgili nice yeni eserlere de imza atabilirim, bunun için gayret ve dua ediyorum.
Hep kitaplardan hikayeler okumuşuzdur ama kitabın da bir hikayesi olduğunu çoğu zaman kaçırıyor gibiyiz. Bu konuda sizden dinleyeceğimiz çok hikâye var sanki...
Çok doğru; hemen her kitabın kendine ait bir öyküsü olduğu gibi, “kitap” kavramının da oldukça zengin ve görkemli bir hikayesi var. Her şeyden önce kitap, tarih boyunca daima aynı fiziksel biçimi sürdüregelmiş bir kavram değil. Dönem dönem ezberlerde muhafaza edilmeye çalışılan, dönem dönem yazılarak somutlaştırılan; tablet yığınları ile en korunaklı fiziksel yapısıyla karşımıza çıkan, hemen ardından parşömen ve papirüs dönemleri ile en dayanıksız formunu yüzyıllarca sürdüren, daha sonrasında kağıtlar üzerine çeşitli tekniklerle standart halde basılan nice farklı biçimlerin ortak ismine birileri kitap demiş. Bu aşamalardan her birinin nice öyküsü, nice macerası var. Dahası günümüzde de kitap bir özne olarak kendi serüvenini izlemeye, kendi hikayesini yazmaya devam ediyor. Neticede nasıl bir formda karşımıza çıkarsa çıksın bu zengin hikâye karşısında iki tür tavrımız olacaktır: Okuyoruzdur ya da okumuyoruzdur.
Kitap üzerine yeteri kadar düşünüyor muyuz?
Neyin üzerinde yeteri kadar ya da hakkıyla düşünüyoruz ki? Çok alışıldık bir cevap gibi gelecek olsa da üzerinde ne kadar düşünsek az durumunda bir gerçeğimiz var: Bizler bu topraklarda “Oku!” emrinin muhatabı kimseler olarak aslında oldukça zengin ve köklü bir kitap medeniyetinin evlatlarıyız. Ancak ne toplum nezdinde ne de genç kitlelerimiz arasında kitaplarla, okumakla ve düşünmekle münasebetimiz asla yeterince sıkı değil ve bu konular gerektiğince bizim gündemimizde yer alamamakta. Tarihimizden günümüze ışık tutabilecek dönemler ve şahsiyetler yok değil, doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda hiç de mütevazı bir tarihe sahip değiliz. Gerek kendi kaynaklarımız gerekse de yabancı araştırmalar, aslında yeterince cömertler ve bizlere çeşitli dönemler için oldukça göz doldurabilecek nitelikte örnekler sunabiliyorlar. Bu tür konuları gündem edinip edinmemek bizim paşa gönlümüzün kadim imtihanıdır. Bu noktada ne kadar düşünsek ne kadar kafa yorsak az…
Klasik tartışmalardan biridir, Osmanlıya matbaanın ve dolayısıyla kitapların geç geldiği yorumu. Bu nereden çıkıyor?
Nihayetinde reddedilemeyecek bir gecikme olduğu kesin. Ancak bunun temel sebebi nedir? Bu sorunun detayları, karşımıza oldukça ilginç sahneler çıkarıyor. Her şeyden önce, İbrahim Müteferrika’nın 18.yüzyıldaki teşebbüsü öncesinde İslam coğrafyasında ve Osmanlı’da baskı teknikleri yoktu diyemeyiz. Bunun örnekleri mevcut ki kitabımın ilgili bölümünde de bu hususu tarih kaynaklarına dayanarak özetlemeye çalışmıştım. Bu konuda İsmail Erünsal Hocamızın bizlere sunduğu zengin kaynakları dikkatle ve ibretle okumak zorunda olduğumuz kanaatindeyim.
Öte yandan, Erhan Afyoncu gibi tarihçilerimizin de konu ile ilgili malumatlarını aktarırlarken bizlere düşündürmekte oldukları üzere, matbaa hakkında “Geldi de ne oldu?” türünden daha farklı sorular da eklediğimizde, toplumumuzun yüzyıllardır içerisinde bulunduğu duruma daha hassas bir şekilde ışık tutmuş olabiliyoruz. İbrahim Müteferrika’nın matbaasında bastığı ilk eserlerden biner nüsha olarak bastığını ve bunlar yeterli talebi görmeyince baskı sayısını beş yüz nüshaya indirdiğini biliyoruz. Günümüzde de çok popüler bir yazar değilseniz ve arkanızda büyük bir reklam gücünüz yoksa, kitaplar hâlâ çoğunlukla her bir baskıda bin adet olarak basılmaktadır. Aslında bu topraklar üzerinde üç yüz senedir değiştiremediğimiz böyle acı bir gerçeğe sahibiz.
Bunun ötesinde herkes birbirinin düşünce yapısını ve ideolojisini suçlamakla meşgul. Tartışmanın nereden çıktığı çok da belli değil. İdeolojik kavgalarımızın tozu dumanı içerisinde kalan, kendi ellerimizle oluşturduğumuz yapay bir sis bu. Belki biraz da halimizi görmemek için geçmişimize kötü gözle bakmamıza odaklanmak, el yapımı sahte bir sisin ardına bir sürü hakikati saklamak gibi bir şey… Bunun için de koca bir imparatorluğu kötüleyebilir, bu esnada belki canınızın istediği şekilde aykırı örnekler bulabilir ve bunlar üzerinden daha farklı bir tarih algısı da oluşturabilirsiniz. Nihayetinde insanlar görmek istediklerini konuşuyorlar ve yapmak istediklerini yapıyorlar. Ameller niyetlere göre.
Bununla bağlantılı olarak sormak istiyorum: Okumuyor muyuz?
Okumuyor değiliz. Ancak asla yeterli düzeyde ve nitelikli bir okuma kültürüne erişemiyoruz. Yoksa, elimizde yeterince kitap yok da diyemeyiz. Aslında kitabımız da kütüphanemiz de yayıncımız da teknolojimiz de yeterince var. Toplum olarak bunlara hak ettiği ilgiyi gösteremiyoruz ve sorunlarımıza gereken özveri ile yaklaşamıyoruz. Bunun yanı sıra okuyana ve okunana saygımız daima var. Ancak okuma edimini toplum olarak günlük yaşantımız içerisinde neredeyse hiç umursamıyoruz. Nitelikli bir okuma kültürünü toplum olarak yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline getiremiyoruz. Öyle olunca da okuduklarımızın da faydasını somut olarak göremiyoruz. Böyle bir kısırdöngü bu…
Kitaplar huzur bulunan, tatlı, güzel bir şey olarak düşünülüyor ama yasaklanan kitaplar, yakıp yıkılan kütüphaneler nereye konulacak? Kitabınızdaki Azerbeycan, Bosna, Çeçenya kütüphaneleri gibi örneklerden yola çıkacak olursak, neler demek istersiniz?
Her bir yasaklanan kitap için, her bir yakılan kütüphane için ayrı bir hikâye dinlemek mümkün. Ancak topluma zarar değil de fayda verebileceği halde yasaklanmış olan kitaplar, bunun yanı sıra bir toplumun kültürel mirasını yok etmek üzere yakılan kütüphaneler, nihayetinde yenilerinin yazılmasına vesile olmadıkça ruhumuzu sızlatan ağıtlardan başka günümüzde hiçbir işe yaramıyorlar.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Azerbaycan topraklarındaki kütüphaneler Ermeni saldırganlarca, Bosna topraklarındaki kütüphaneler Sırp saldırganlarca, Çeçenistan topraklarındaki kütüphaneler Rus saldırganlarca yakılıp yıkıldı. Bunları unutmamak zorundayız elbette. Ancak kaybettiklerimizin yerine daha gür kitaplar koyamayacaksak, daha gür kütüphaneler inşa edemeyeceksek de lafı fazla uzatmanın anlamı yok. Mağduru oynamak bize hiçbir şey kazandırmıyor. Yakın tarihin dramları, bize ajite edilmiş sahneler değil, bizleri harekete geçirecek ibretler sunmalı. Yakılan kitaplarımız yerine -onları yakanlar nazarında- daha ürkütücü külliyatlar yazabilmeli, yakılan raflarımız yerine daha heybetli kütüphaneler inşa edebilmeliyiz. Ve elbette bunlardan yeterince istifade edebileceğimiz düzeyde, nitelikli bir okuma kültürüne sahip olmalıyız.
Bir de kitap kurtları, kitap hastaları var. Kitap biriktirme gibi... Var mıdır bir ilacı?
Varsın olmasın. Bence hiç de kötü şeyler değil bunlar. Herhangi bir ilaca falan da gerek yok. Senelerdir önüm ardım, sağım solum, işim gücüm kitap ve ben kitapların dünyasından her çeşit insanla tanıştım. Şimdiye kadar kendisine “bibliyoman” denildiği için hayatında kalıcı hasarlar oluşturan acı tecrübeler yaşamış hiç kimseye rastlamadım. Hatta bence bu tür örnekler daha ziyade sevimli görüntüler oluşturuyor. Biz toplumca okumayı yeterince sevmesek de okuyanı severiz. Keşke bu kitap kurtlarının yaşam tarzını inşa eden “hastalık”, en bulaşıcı hastalığımız olsa…
Kitabın hikayesi nereye gider? Veya diğer bir ifadeyle soracak olursak, dijitalleşmeyle kitabın sonuna yaklaşıyor muyuz?
Kitap hep vardı, iyi ki var ve inşallah var olmaya da hep devam edecek. Hayatı belki kitapsız sürdürmek de mümkündür ancak kitapla yaşanan bir hayat bence kesinlikle daha anlamlı.
Tarihi dokümanlar, kitabın kendi serüveni boyunca zihinden tabletlere, ardından papirüs ve parşömenlere, ardından kağıtlara, ardından geliştirilmiş baskı teknikleri ile matbu kitaplara ve şimdilerde PDF dokümanlara doğru biçim değiştirmiş oldukça uzun ve detaylı bir süreci ortaya koyuyorlar. Günümüzde matbu eserlerin hızla PDF dokümanlara çevrilerek bilgisayar belleğine ve internete aktarıldığını, bulut belleklerde tutularak bir şifre ile ulaşılabilir hale geldiğini izliyor ve yaşıyoruz. Bu durum artık cep telefonlarıyla bile gerçekleştirilebiliyorsa da şimdilik tüm dijital araçlarla, matbu kitaplar kadar verimli bir okuma olanağı sağlanamadığını da tecrübe edebilmekteyiz. Nitelikli bir okuma kültürü için satırların altlarını çizmek, notlar tutmak, metinler arasında ilişkiler kurmak, sayfalar arasında hızlı turlar atmak ve kağıtlar üzerindeki metinlere odaklanarak zihin yormak kesinlikle olmazsa olmazımızdır. Bu açıdan geliştirilmekte olan dijital teknolojiler, henüz matbu kitaplar kadar kullanışlı ve pratik hale getirilemedi. Özellikle vurgulamak gerekir ki metinler üzerinde tarama değil de okuma yapmaktan bahsedilecekse, matbu kitaplar dijital araçlardan şimdilik daha kullanışlı ve daha üstün durumdalar. PDF’ler ve e-kitap okuyucular yeterince geliştirilinceye kadar, matbu kitaplar “kitap” kavramının elimizdeki en kullanışlı hali olmaya devam edecekler.
Neticede hep böyle değildi ve hep böyle olmayacak. Yeryüzünde insan var olmaya devam ettikçe kitabın biçimi değişmeye devam edecek. Yine de salt “okumak” için değilse de “nitelikli ve derinlemesine okumalar yapmak için kitap bir şekilde var olmaya daima devam edecek. Ve elbette ki kitabın kendi değerini korumaya devam edecek olduğu gibi birileri kitaba ve nitelikli bilgiye gerek duymaksızın, kitapların hayatımıza kattığı anlam ve derinliğe gerek duymaksızın yaşamını sürdürmeye de devam edebilecektir. Kitap bir tercihtir. Daha nitelikli, daha anlamlı ve daha derinlemesine bir yaşam sürmek isteyenlerin öncelikli tercihidir. Hayatını daha anlamlı bir şekilde sürdürmek isteyen kimseler var olmaya devam ettikçe kitap da daima var olacak.
Söyleşi: Yusuf Tunçbilek
Samet Hocam zamandan ve mekandan bağımsız olarak her koşul ve şartta kitaba yönelen kıraatmuhip insandır. İnanıyorum ki bir gün böyle insanların değeri daha iyi bilinir... Sen yeter ki oku!