Ruhu dinlendirmenin en iyi yolu tefekkürdür

“Ruh Diyeti” kitabı ile yaşanan çoktan seçmeli hayatımızda, en şık şıkkı seçmeye çalışarak yorulan insanlara seslenen Salih Uyan; ruh diyeti, mutluluk, eğitim, özgüven, ego gibi pek çok konuda görüşlerini paylaştı… Deniz Demirdağ’ın röportajı.

Ruhu dinlendirmenin en iyi yolu tefekkürdür

Eğitimci ve yazar Salih Uyan ile Timaş Yayınları’ndan çıkan “Ruh Diyeti” adlı kitabı hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Salih Uyan, “Mutluluğun sıkıntısız ve engelsiz bir hayat değil, sıkıntılarla başa çıkabilecek, engelleri aşabilecek bir duruş olduğunu öğrendiğimiz an zaten mutlu olacağız. Sabrı, şükrü, tevekkülü gündelik hayatta kullandığımız dile dâhil ettiğimizde, inanın mutluluğu da yakalamış olacağız. Formül basit yani.” diyor.

Salih Uyan kimdir? Bize biraz kendinizden ve çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

İngilizce öğretmeniyim ve yirmi yıldır eğitimin farklı kademelerinde görev yapıyorum. Şu anda halen özel bir eğitim kurumunda yönetici olarak çalışıyorum. Tabii bir yandan da yazıyorum. Türkiye gazetesinde eğitimle ilgili bir köşem var. Bunun dışında kitap çalışmalarım devam ediyor.

“Ruh Diyeti” kitabını kaleme alışınızın temel dinamiği neydi? Bu kitabın bir hedef kitlesi ve belli bir alt metni var mı?

Kitabın hedef kitlesi yaşadığımız dünyaya yetişmekte zorluk çeken yetişkinler. Yaşanan çoktan seçmeli hayatımızda, en şık şıkkı seçmeye çalışarak yorulan insanlar yani. Kitabın merkezinde insan ve seçim var. Çünkü insanlık, dünya tarihinin hiçbir döneminde bu kadar fazla seçim yapmak zorunda kalmadı. Doğumla birlikte başlayan hastane seçme telaşı, mezar yeri seçmeyle kadar devam ediyor. Seçeneklerin artması insanda yapay bir özgürlük hissi oluşturuyor ama gerçek böyle değil maalesef. Önümüze çıkan her bir seçenek, aslında ruhumuza bağlanan kelepçeyi biraz daha sıkıyor. Ben “Ruh Diyeti” kitabını, çoktan seçmeli hayattan açık uçlu soruların olduğu bir hayata geçiş yapma iddiasıyla yazdım. Çünkü soruyla birlikte cevap da sunuluyorsa orada bir yönlendirme vardır. Şıkların arasında sıkışıp kalan bir insan için de ruh yorgunluğu kaçınılmaz sondur.

Kitabınızın ismi oldukça dikkat çekici. Peki, ruh diyeti nedir ve nasıl yapılmalıdır?

Diyet sağlıklı beslenerek yapılır. Abur cuburdan uzak durursunuz, düzenli egzersiz yaparsınız ve yiyip içtiğinize dikkat edersiniz. Ruh diyeti de çok farklı değil aslında. Abur cubur bilgilerden uzak durarak ve düşünme egzersizi yaparak, ruhumuzu sağlıklı besleyebiliriz. Birkaç yüz gram hafiflemek için koşu bandından inmiyor, ara öğünlerde kepekli bisküvi yiyoruz. Ama iltifata doymak bilmeyen obez benliğimize bir egzersiz programı yapmak hiç birimizin aklına gelmiyor. Egomuz şiştikçe, maneviyatımız zafiyet geçiriyor. Ve kişiliğimiz her geçen gün daha da zayıflıyor. Obezite hastaları açlık hissetmesin diye midesine kelepçe takılır. Bir de ruha takılan kelepçeler var. Düşünme ihtiyacımızı hissetmeyelim diye. İşte bu kitap modern dünyanın kelepçelerini biraz gevşetip düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor.

“An gelir, nefesler tutulur. Kelimeler tükenir, bilgi kendinden utanır. İşte o zaman ruhu dinlendirmek gerekir.” diyorsunuz. Ruhu dinlendirmekten kastınız nedir? Ruh nasıl dinlendirilir?

Eylemlerin düşünceyi kuşattığı bir çağda yaşıyoruz. At biniyoruz, tenis oynuyoruz, sosyalleşmek için oradan oraya savruluyoruz. Ama biraz soluklanıp düşünmek için hiç vakit ayırmıyoruz. Uçsuz bucaksız bir podyumda, en ideal halimizle hayata poz veriyoruz sürekli. Kameralara makyajsız yakalanmaktan korkan ünlüler gibiyiz. Abur cubur kaynaklardan beslenen tıka basa dolu zihinlerimize varoluş düşüncesi bir an bile sızmasın diye her an bir şey yapmaya çalışıyoruz. Ama tüm boş zaman etkinlikleri beynimizde bir narkoz etkisi oluşturuyor. Ama bu etkinliklerle ruhumuzda açılan boşlukları değil sadece zamanı dolduruyoruz. Bir şeyleri kovaladığımızı zannediyoruz ama hep bir kaçış halindeyiz. Nefes nefese kaçıyoruz. Ve yoruluyoruz. Ruhu dinlendirmenin en iyi yolu tefekkürdür. Tefekkür etmek için de insanın kendisiyle biraz baş başa kalması gerekir. Ama insan, yalnızlığın bu kadar yerin dibine batırıldığı bir çağda kendisiyle hiç buluşamıyor maalesef. Ve insanın kendisiyle olan mesafesinin giderek açılması, yabancılaşmayı getiriyor beraberinde. Kendisine, hayata ve topluma yabancılaşma…

Kitapta özellikle üzerinde durduğunuz konulardan biri mutluluk. Mutluluk nedir? Mutluluk, Montesquieu’nin dediği gibi, varılacak bir istasyon mu yoksa bir yolculuk şekli midir?

Mutluluk ve haz arasında önemli bir fark var. Kısa zaman dilimlerinde yaşanan sevinçler hazdır. Mutluluk ise insanın hayatının geneline yayılan bir olma hâlidir. Mesela restoran hazzı, sofra mutluluğu temsil eder. Haz kahkahaysa, mutluluk tebessümdür. Ama biz maalesef kişisel gelişimcilerin yanlış yol haritalarında yolumuzu bulmaya çalıştığımız için, mutluluğu sıkıntısız bir hayat olarak görüyoruz. Bu yüzden de arkamızda dertler, önümüzde hep o hayalini kurduğumuz mutluluk, bir ömür koşuyoruz. Ama biz dert ve sıkıntılardan kaçmaya çalıştıkça, mutluluk da hızlanarak arayı açıyor. Kaçarak ve kovalayarak geçen bir ömrün sonunda da birçoğumuz mutsuz ve yorgun bir şekilde ölüyoruz. Mutluluğun sıkıntısız ve engelsiz bir hayat değil, sıkıntılarla başa çıkabilecek, engelleri aşabilecek bir duruş olduğunu öğrendiğimiz an zaten mutlu olacağız. Sabrı, şükrü, tevekkülü gündelik hayatta kullandığımız dile dâhil ettiğimizde, inanın mutluluğu da yakalamış olacağız. Formül basit yani.

Çoğumuz aldığımız eğitimde iyi bir yaşam sürmenin veya mutluluğun ne demek olduğunu, kaliteli bir yaşam sürdürmek için nelerin işe yaradığını öğrenmedik. Buradaki asıl sorun eğitim sistemi mi?

Konuyu tamamen eğitim sistemine bağlamak yanlış olur. Çünkü doğumla birlikte anne babalar için de ders zili çalar. Yani çocuk okula başlamadan birçok şeyi öğrenmiş olur aslında. Ve evde boş geçen derslerin okulda telafisi mümkün olmaz. Değerler eğitimi müfredatıyla değerlerine bağlı bir insan yetiştirmek mümkün değildir. O iş evde olur. Değerler eğitimi için okul zili beklenmez yani. Çocuk harfleri okulda öğrenir belki ama anne babasının kelimeleriyle konuşur. Karakter eğitimini okula havale eden ebeveynler için havale masrafları çok büyük olacaktır. Çocuğa mutlu olmayı öğretemezsiniz zaten. Ancak yaşatabilirsiniz. Okulların ve eğitim sisteminin içinde bulunduğumuz duruma etkisi var elbette. Ama bütün suçu okula ve sisteme atmak haksızlık olur. Sonuçta eğitim sistemi, toplumun diğer alanlarından bağımsız değildir. Ambulansın peşinden giden araçlar, gereksiz yere emniyet şeridine girenler, sıra beklemeyi bilmeyenlerin yaşadığı bir toplumda, eğitim sisteminin ideal olmasını beklemek mümkün değil. O sistemin bileşenleri bizleriz. Biz kendimizi düzeltmeden, sistemin düzelmesini beklemek abesle iştigal olur.

“Evler geniş ama ruhlar göğüs kafesinde hapisse, kişi psikoloğa gitmeden önce hayatında biraz değişikliğe gitmelidir.” diyorsunuz. İnsanlar psikoloğa gitmeden önce ne gibi değişikliklere gitmeliler? Bu değişiklikleri gerçekleştirmeden psikoloğa gitmenin fayda sağlamayacağını mı düşünüyorsunuz?

Sağlamaz tabi. Mutluluğu maddeye bağımlı gördüğümüz için mutsuzuz aslında. Eğer mutluluk maddiyata bağımlı olsaydı parası olanların hepsi mutlu olurdu. Hâlbuki psikologlar en çok zengin muhitlerde mesai yapıyor. İnsan varoluş sebebini kavrayamadan mutlu olamaz. Ölümü hatırladığında mutsuz olan bir insan, yaşarken de mutsuzolur. Psikiyatristlerin verdiği haplar mutsuzluğu bastırma görevi görür. Yoksa insanı mutlu etmez. Ve bastırdığınız duygular, ilk fırsatta tekrar gün yüzüne çıkacaktır. Değişim insanın düşünce dünyasında başlar ve sonra hayatına sirayet eder. Tersi olursa, değişimin etkileri ruha ulaşamadan bir yerlerde sönüp kalır. Kalıyor da…

Toplum olarak psikolojik dayanıklılığımız giderek azalıyor. Giderek mutsuz, umutsuz, içine kapanık bir insan topluluğuna dönüşüyoruz. Bunun nedenleri nelerdir?

Modern hayat insanı kalabalıklar içinde yalnızlaştırdı. Gerçek dostlar bir bir yok oluyor. Dijital kelepçeler elimizi kolumuzu bağlamış durumda. Şükretmeyi unuttuğumuz için sabretmeyi de beceremiyoruz. İçimize kapanmamız da normal çünkü içimizle bir iletişimimiz kalmadı. Sadece vitrine oynuyoruz. Sosyal medya da bunu tetikliyor tabi. Hep -mış gibi yaşadığımız için, mutluluğu da ancak vitrinde sergiliyoruz. Hâlbuki doğru kaynaklardan beslenen bir insan, gösterişten uzak olunması gerektiğini bilir. Bilgiyi bilgeliğe dönüştürebilenlerse iç huzurunu yakalar. Önemli olan insanın yaşadığı hayatı içine sindirebilmesidir. Sinmeyince, yaşanan hazımsızlık kaçınılmaz olur.

“Ruh Diyeti” kitabınızda; zaaflarımızı, eksiklerimizi, kusurlarımızı yok saymanın kişilere bir nevi illüzyon yaşatarak mutluluk oyunu oynatmayla eş değer olduğunu söylüyorsunuz. Peki, bu durumda ne yapmalıyız? Eksikliklerimizi, kusurlarımızı, zaaflarımızı ne şekilde değerlendirmeliyiz?

Modern hayat tarzı bize utanmaktan utanmayı öğretti. Eksikliklerin hep ayıp olduğu vurgulandı. Yüzün kızarması toplumda büyük bir zaaf olarak görülüyor. Hâlbuki utanmak insanı insan yapan bir duygudur. Utanmaz lafını hakaret olarak kullandığımız hâlde, utanmaktan utanıyor olmamız tam bir paradoks. Özgüven simsarları insanı kendisiyle barıştırma iddiasıyla çıktı ama barıştığımız kendimiz değil nefsimiz oldu. Ve sonunda kendine aşık insanlar birikti toplumda. Zaafların öznesi hep gizli tutuluyor. Hâlbuki insan ne kadar zayıf bir varlık olduğunu anlayamadan, güçlenemez. Varlık ancak hiçlikle anlaşılabilir. Ne kadar aciz olduğumuzu unuttuğumuz için her alanda acziyet yaşıyoruz aslında. Biraz başımızı önümüze eğmeli, tevazuun huzuruna ermeliyiz. Büyük insanlara bakın. Hepsi meyvelenen ağaçlar misali büyüdükçe öne eğilmişler. Bizse kupkuru hâlimizle dik durmaya çalışıyoruz. Ve beceremiyoruz.

Kitapta ele aldığınız konulardan biri de özgüven ve ego. Özgüven ve ego arasında çok ince bir çizgi var. Ancak insanlar çoğu zaman bu çizginin hangi tarafına düştüklerini fark edemiyorlar. Hayallerimize ulaşmak ve mutlu bir birey olabilmek için özgüven çok değerli bir nitelikken, egonun açtığı sorunlarla hayatlarımız bir anda tepetaklak olabiliyor. Peki, özgüven ve egoyu birbirinden ayrı bir şekilde konumlandırarak aradaki ince çizgiyi nasıl dengelemeliyiz?

Özgüven insanın kendisine güvenmesi değildir aslında. Hatalarının farkına varan, zaaflarını bilen insan özgüven sahibi olur. Yani özgüven insanın kendisini tanımasıyla mümkündür. Kendisinden başka hiçbir şeye güvenmeyen insan, özgüven zehirlenmesi yaşıyor demektir. Narsisizm kelimesini birkaç yıldır daha sık duymaya başladık. Halbuki nefsini tanıyan insan kendine aşık falan olamaz. Çünkü ipi gevşettiği anda ne kadar berbat bir duruma gelebileceğini bilir. Bu yüzden hep tetikte bekler. Kendisini yüceltecek hareket ve konuşmalardan uzak durur. Aslında bütün bunlar dinimizin bize öğrettiği şeyler. Zaten kişisel gelişimin temelini oluşturan güzel ahlak bu coğrafyadan yayıldı bütün dünyaya. Sabır, şükür, tevekkül, bizim değerlerimiz. Ama biz yanı başımızda gürül gürül kaynayan suya sırtımızı vermişiz, uzaklardan pet şişe içinde su siparişi veriyoruz. Oralardan gelen sloganlar da hep aynı: İçindeki sesi dinle! Gönlünün götürdüğü yere git! İyi de nefsini tanımayan insan içinden gelen sesin kime ait olduğunu nasıl anlasın? Herkesin iç sesini dinlediği bir toplumda oluşacak senfonik anarşiyi düşünsenize! İnsanın kendisiyle barışabilmesi için önce hatalarıyla yüzleşmesi ve nefsiyle sözleşmesi gerekir. Bunun için de gündelik sloganlardan kurtulup, hakikat yolunda bir yolculuğa çıkmak gerekir.

“Kitap Diyeti” başlıklı bölümde “Artık kitap okumayanlar kadar, düzensiz kitap okuyanlar için de endişelenmeliyiz.” diyorsunuz. Ülkemizde basılan kitap sayısı her geçen gün artıyor. Özellikle kişisel gelişim alanında pek çok kitap yayımlanıyor. Peki, bu kitapları içerik ve nitelik bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok iyi kitaplar yayınlanıyor elbette. Ama çok satanlar rafında maalesef içeriği bomboş kitaplar da var. Kitap okuma modası çok tehlikeli bir şey. Kapak tasarımına bakarak veya yazara hayran olunduğu için kitap okunmaz. Çocuklarına “Kitap oku da ne okursan oku!” diyen ebeveynler büyük bir hata yapıyor. Kitap fuarlarında dikkat ediyorum. Çocuklar ve gençler sadece kapaklara bakıp kitap satın alıyorlar. Vitrin algısı edebiyat dünyasına da sirayet etmiş durumda yani. Bir yağlı boya tablo alırken salon takımının rengine uydurmaya çalışan insanın sanat anlayışıyla, kapağına bakarak kitap alan insanın edebiyat anlayışı aynı sığlıktadır. Kitap ruhu beslemek için okunur. Bir tane doğru kitabı bin kere okumak, bin tane işe yaramaz kitabı okumaktan daha iyidir. Çünkü bin tane plastik boncuk, bir inci etmez. Nitelik ve nicelik meselesi yani. Kişisel gelişimcilerin derdi ceplerini doldurmak olmuş. Bunu görmemiz lazım. Doğudan devşirdikleri kavramlarla yeni metinler oluşturuyorlar. Ama temelleri sağlam olmadığı için işler karışıyor. İslam ahlakını doğru olarak anlatan bir kitap okuyan kimsenin kişisel gelişime falan ihtiyacı olmaz. Çünkü kişisel gelişimin zirvesi o kitaplarda zaten anlatılmış.

Okurlarımıza kişisel gelişim alanında okumaları için tavsiye edebileceğiniz kaynak kitaplar var mı?

Peyami Safa’nın “Eğitim, Üniversite ve Gençlik” kitabını tavsiye edebilirim. Bir de bu coğrafyadan yetişmiş ve gönülleri aydınlatmış olan alimlerin hayatlarını veya kitaplarını okumalı insan. Mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin hayatını okuyan bir kişi çalışkanlığın, disiplinin ve adanmışlığın zirvesini öğrenmiş olur.

YORUM EKLE

banner36