Şimdi pür dikkat okunması gereken bir sohbet ile karşı karşıyasınız. Sohbet çünkü; ne dil ne kalem ne de şu klavyenin mekanik tuşları; meşrebe göre seçilecek söyleşi, mülakat, röportaj kelimelerini yazmaya, basmaya yanaşıyor. Pür dikkat okunması talebi ise soruların değil “ilim”den ve “ilim”le mürekkep bir zihnin cevaplarının gereği.
Sözü uzatmayalım.
“Dağ Ne Kadar Yüce Olsa” kitabını bahane ederek Prof.Dr.İsmail Kara Hocamız'ın kapısını çaldık. Kitapta yer alan takdimleriyle;
Nâtıkası Kuvvetli Bir Muallim, Gayretli Bir Hoca… (H.Süleyman Yılmaz)
Sohbet ile Ders Arasında (Selçuk Eraydın)
Neclâ Hoca İçin Vefa(t) (Neclâ Pekolcay)
Dünyayı Güzelleştirmek İhtirası (Turgut Cansever)
Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Onun Üstünden Aşar (Babam)
Aramakla Bulunmaz (Ayşe Şasa)
“Bir Çocuk Ağlıyor İçinde” (Annem)
Bir Neslin Öncü Hocası Göçtükte… (Bekir Toplaoğlu)
Ağır Akan Tebessüm (Orhan Okay)
Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri… (Abdullah Kucur)
Bu Dünyadan Cahit Çollak da Geçti
Hâzâ Muallim (Nail Bayraktar) portrelerinden yola çıkarak, portre yazarlığının inceliklerini, kitabın hikayesini sorduk.
Kitapta göze ve ruha tat veren bir Türkçe var. Edebî dil o kadar dikkat çekici ki insan düşünmeden edemiyor, acaba roman yazmayı hiç düşündünüz mü? Anlatımınızın oylumlu, dikkatli, hiçbir şeyi atlamayan ve neticede pek çok hadiseyi birbirine bağlayan seyri, tam da romana mahsus çünkü. Gizli saklı bir yerlerde duruyor mu, denediniz mi hikâye, roman veya edebî başka bir tür?
Bir hikâyecinin bu intibaları güzel. Fakat ben edebiyatçı değilim, sadece deneme ve hatırat metni yazmayı önemseyerek seven, bunun da üslup dahil hakkını vermeye çalışan, bunun için bulursa zaman ayıran biriyim. Elbette yazacağım portreye göre bir kurgu -isterseniz hikâye diyelim-, bir akış ve bir üslup arayışım oluyor, giderek daha fazla oluyor. Hatta hatırat metinlerimde bile düşünce tarihi unsurlarının bir şekilde olmasını istiyorum zannederim ve muhtemelen bunlar benim düşündüğümden daha fazlasıyla bu türden metinlerimde yer buluyor. Ama bu metinlerle yapmak istediğim esas itibariyle vasıflı ve imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.
Roman, hikâye yazmayı hiç düşünmedim. Karlı bir Şubat tatilinde İstanbul’dan Rize’ye, köye uzanan uzun ve meşakkatli bir yolculukta kâğıt kalem kullanmadan bir buçuk şiir yazdım, hâlâ bazı mısralarını hatırlarım. Beni lise yıllarımdan beri ilmi metinler daha fazla cezbetmiştir ve o yıllardan kalma bazı mahrem kararlarla o tarafa yöneldim. Fakat işimi daha vasıflı yapabilmek için farklı yazma biçimlerinin önemini erken kavradım denebilir.
Yalnız itiraf edeyim; Mehmet Âkif’in Mısır yıllarını yazmak için “romancı olsaydım” dediğim olmuştur. Ama daha ziyade “Bir büyük romancı çıksa da Âkif’in Mısır yıllarını yazsa” demişimdir. Büyük bir romanlık zenginlikler, gelgitler ve müphemlikler, ümit ve tereddütler, hicran, hasret ve ızdırap, düşünülen ama yazılamayan iki şiir kitabı, bitirilemeyen, belki bitirilmek istenmeyen bir Kur’an meâli var orada. Büyük bir romancı ancak altından kalkabilir.
İfade-i meram diyerek başladığınız bir girizgahınız var. Burada iki ifade dikkatimi çekti. Biri vazife saikiyle yazmak, diğeri kendini aramak. Kendini arama kısmı beni hayli düşündürdü. Bu metinler nasıl metinler ki başka insanları anlatırken aynı zamanda bir kendini arama yolculuğu oldular?
Hatıra ve portre yazıları okuyucuya bir şeyleri hatırlatır elbette. Ama hatıraları ilk hatırlayan, hatırlamak isteyen ve onları bir önem ve hissiyat sırasına koyan kişi, merkezde görünsün, görünmesin yazardır. Geriye gidip gelme hareketlerinde kendisini de aramakta ve yoklamaktadır. En azından hafızasının, dimağının ve kalbinin derinliklerinde gezinmektedir. Bir düşünce tarihçisi olarak ben; tiplerden, hadiselerden, tavırlardan, mekânlardan, müşahedelerden ayrı olarak metne düşünceleri, ihsasları da bir şekilde dahil ediyorum. Bir tarafıyla risk, diğer tarafıyla belki yenilik… Bu ise daha fazlasıyla kendini aramak, hatta belki tenkit etmek, değerlendirmektir. O da bir arayış, içe doğru bir yolculuk…
Vazife saiki herhalde daha kolay açıklanabilir. Sadece yazarın gördüğü, duyduğu, tanıdığı, tanıklık ettiği veya hissettiği bir şeyi kayıt altına alması yahut başkalarının da gördüğü ama farklı zaviyelerden aktarıp değerlendirdiği bir şeye kendi iktidarınca şahitlik etmesi, bir şeylere ışık salması bir tahkiyeden öte bir vazifedir de. Şahsi bir şeyi millete, insanlığa mal etmek gibi bir şey. Şimdi aklıma geldi, latifenin imkânlarını kullanarak “kamulaştırma” diyelim isterseniz.
Beni en çok etkileyen sayfalar -Allah her ikisine de gani gani rahmet eylesin- annenizi ve babanızı anlattığınız bölümler oldu. Hele anneniz! İki bölümde şöyle bir fark gördüm; cümleler annenizi anlatırken daha serbest, tıpkı çocukların annelerinin yanında biraz daha serbest olmaları gibi. Kalem babanın yanında biraz daha nizamî sanki. Babanızın aynı zamanda ilk hocanız olmasından mı kaynaklanıyor bu durum, siz ne dersiniz?
Şöyle: Sözü Dilde Hayali Gözde’de her okuyucu biraz da mesleği yahut meşrebi sebebiyle bir iki portreyi öne çıkarmıştı. Bana intikal edenler üzerinden bir sıralama yaparsam Hamidullah, Nurettin Topçu, Orhan Şaik Gökyay, Cinuçen Tanrıkorur orada en çok beğenilen portrelerdi diyebilirim. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’da ise anne yazısı açık ara önde gözüküyor. Bu da benim için şaşırtıcı değil. Portrelere verdiğim emeğin ve ehemmiyetin eşitsiz olduğunu zannetmiyorum ama her portrenin öncelikleri, arayışları ve oturduğu yer, his zemini farklı. Dili ve akışı da buna göre teşekkül ediyor, etmeli. Eşitsizliği anne yazısından yana bozan bir şey varsa kurgu ve üslubu da etkileyen hissiyat ve derinden akan duygulardır denebilir. Bir de tabii olarak insan, annesini daha fazla hatırlıyor çünkü her şeyine, her yerine silinmez bir şekilde sinmiş.
Babamla ilgili tespitiniz herhalde doğru, onu bir hoca mesafesiyle anlatıyorum. Belli bir yaştan sonra hemen her şeyi konuşup müzakere ettiğim bir hoca, bir meslektaş oldu o. Ama netice itibariyle hoca ve baba, annenin yakınlığına, mesafesizliğine gelemez, getirilemez. Ben hâlâ babamın hayatımda bir şekilde söz sahibi olduğunu düşünerek yaşıyorum dersem mübalağa olmaz. Hocalardan bahsederken, talebelerle muhatap olurken, ders ve yazma işlerinde yanı başımda ve dikkatle takip ediyor, ifadelerimi, hükümlerimi, tevazu ve vakar -isterseniz iddia ve kibir diyelim- taraflarımı kendince yokluyor gibidir. Önemli kararlarımda onu hatırlarım. Bu duyguyu en çok yaş haddini doldurmadan emekli olmaya karar verirken hissettim. Sağ olsaydı gönül rahatlığıyla müsaade eder miydi veya üslubunu iyi ayarlayarak ne derdi diye düşünmüşümdür. Onun için o yol ayırımında ağabeyime sormuş, sığınmıştım.
Merhum annenizi anlattığınız sayfalar bambaşka. Anne bağı, anne muhabbeti öyle kuvvetli ki sanki dosya defalarca açılmış, ancak biraz biraz yazılabilmiş, tamamlanması hiç kolay olmamış. Burada anlattığınız kişinin anneniz olmasından öte, anlatma maksadında vazife saiki dediğiniz itici gücü sahiden hissettim. Nasıl yazdınız?
Anne yazısı dışında beni zorlayan olmadı diyebilirim. Baba yazısı da bir miktar bekledi ama onun sebebi zorlu olmasıyla alakalı değildi sanırım. Anne yazısında beni zorlayan -muhtemelen herkesi zorlayabilecek olan- şey sadece hissiyat, kuvvetli şahsi bağım, bağlarım değil. Annem bir köy kadını, mektep medrese görmemiş, ömrü çalışmakla, çabalamakla geçmiş. Fakat irfan diyebileceğimiz zengin ve derin tarafları var, kullandığı dil bazı bakımlardan çok imkânlı gözüküyor, bünyesi kuvvetli, cesur ve işten yılmaz biri olmasına rağmen bazı şeyleri anlatırken dudakları titreyen ve gözü yaşlı bir kadın, sade ve sıradan gibi gözüken hayatının dikkat kesilmeye başladıktan sonra beni şaşırtan gelişmiş, yücelmiş yönleri, noktaları var… Bunları yazmak bir hocanın portresini yazmaya göre daha farklı kıvraklıklar ve tasarruflar ister diye düşündüm ve ona göre unsurlar, akış, dil ve üslup aradım. Hiçbir yazım, kitabım ve dosyam bütünüyle nihayete ermez, devamlı girdiler, ilaveler alır ama anne yazısı ve dosyası daha fazla açık sayılır. Onun gönlü, benim gönlüm açık. İnşallah tamamlarız.
Yazmak isteyip de yazamadığınız biri veya birileri var mı? Hangi sebeplerle yazamadınız?
Yazamadığım veya bitiremediğim çokça portre ve deneme yazısı, onlarla alakalı notlar var. Vakitsizlik, bir vesilenin çıkmayışı veya kıvam arayışı yazılmalarını, bitirilmelerini engelliyor, yavaşlatıyor. Ayıp olmazsa esas işim bu değil diyeceğim. Meselâ bu kitaba Aydın Menderes portresini de koymak istiyordum. Bir miktar yakından tanıdığım tek siyasetçi sayılır ama ben onun siyasi tarafını değil entelektüel yönünü, sohbet adamlığını öne çıkaracaktım. Ama olmadı. İstediğim kıvama gelmedi. Bakalım ne olacak, bekleyen bu dosyaların ne kadarını yazabileceğim, ben de merak ediyorum! Bu vesile ile söyleyeyim, siyaseti yakından takip etmeme rağmen aktif siyasetten talebelik yıllarımdan itibaren bile isteye uzak durdum. Kendi isteğimle hiçbir siyasetçi ile görüşmedim, yanlarına gitmedim. Üst bürokratik görevlere gelen tanıdıklarımı, arkadaşlarımı bile makamlarında ziyaret etmedim. Hiç şikâyetçi olmadığım böyle bir perhizkârlığım var. Aydın beyle de kıramayacağım bir ağabeyimin hatırına görüştüm ama bu tanışıklıktan entelektüel ilgileri itibariyle memnun kaldım.
Dipnotlar, fotoğraflar, günlük pasajlarınız ve açıklamalarla damar damar büyüyor metinler. Titizlik, titizlik, titizlik… Evet ilmî çalışmalarla geçen bir ömrün melekesi bu elbette ama bize biraz anlatın lütfen, bu disiplini nasıl edindiniz? Burada az çok sizin yolunuza benzer yolda yürüyen, ilim erbabıyla, hâl ehliyle yolu kesişenlere neler tavsiye edersiniz?
Tespitiniz doğru, bu da bir süreç. Melekenin doğuştan gelen bir tarafı var fakat geliştirilmesi, üst bir mertebeye çıkarılması ilgi ile, çalışmakla, takip fikri ile, hatta belki sevgi ile oluyor. Belki insanın melekesini iradi olarak tesahüp etmesidir bu. Bunun için de eğitim kademeleri, aile, içinde bulunulan çevreler çok önemli. Önemli ama bunlar hayli zayıf ve yetersiz memleketimizde. Sistem ve işleyiş bunları geliştirmek bir yana köreltiyor yahut kalıplaştırıyor, ortalama düşük olduğu için de insanlar kendilerini çabuk olmuş kabul ediyorlar.
Bahsettiğiniz ilgileri, fikr-i takibi bulunduğum kurumlardan ziyade dışarıdan, okuduklarımdan, kaderin hoş tesadüfleri olarak karşılaştığım bazı zevattan öğrendim dersem hilaf-ı hakikat olmaz. Bir şey daha var; bütünlük arayışı… Bu da pek öğretilmiyor ve hissettirilmiyor. Ben biraz da bu fark ettiğimi zannettiğim bütünlük peşine düştüm ve ona ulaşmak için de çokça parça ile, bölük pörçük şeyle uğraştım, boğuştum. Bahsettiğiniz o biraz da bıktırıcı küçük ve yan unsurlar dağıtmak için değil toplamak içindi bana göre. Topladım mı, bütünlüğe ulaştım mı o ayrı tabii. O da bir süreç. Bir alt seviyede bütünlük ve tamlık diye gördüğünüz şey güçbela oraya tırmandığınız zaman tamlık ve bütünlük olmaktan çıkıyor. Ama önemli olan arayıştır ve bıkmamaktır; şartlara teslim olmamak, akıntıya kapılmamak, konformizme kaymamaktır. Bu biraz da muhalif olmayı getiriyor. Çünkü aktüel akış her zaman, -hadi çoğu zaman diyelim-, olması gerekenin altında seyreder. Onu görmek ama onu ölçü almamak gerekir.
Tavsiyelerinize gelirsek…
Bunlar da tavsiye!.. Okuyuculara beni takip etsinler diyecek hâlim yok, herkesin hikâyesi biriciktir ve kendine mahsustur, Cenab-ı Hak öyle yaratmış. Her insan kendi hikâyesine sahip çıkmalı ve onu biricikleştirmeye çalışmalı. Biricikleşip mükemmelleşen şey, zannedildiğinin aksine herkese açılma imkânları ve gözenekleri artan şeydir. Ama yine de bir iki şey söyleyebilirim; birincisi ideolojik kabullerden, çok sağlammış gibi duran cümlelerden, hükümlerden şüphelensinler ve kendileri o cümleleri bir daha yoklasınlar. Hüküm vermek başkadır, ahkâm kesmek başka. Ayrıca kalabalığa uymak, el ile gelen düğün bayram demek, başkasının kaldırdığı bayrağı takip etmek gayri ahlâkidir, insana yakışmaz. İkincisi bilgi, hakikat, irfan, görme, anlama dediğimiz şeyler perde perde, kademe kademedir. Kim ki size tam olarak hakikati bildirdiğini söylüyordur oradan, kim olursa olsun o kişiden uzak durun, en azından temkinli yaklaşın, çünkü o sizi köreltiyor, durduruyor olabilir. Üçüncüsü; hiçbir zaman oldum, seyr-ü sülûku tamamladım, ustalaştım, profesör oldum demesinler. Bunu diyen hangi mertebede olursa olsun gerilemeye ve çökmeye, ahlâken zayıflamaya başlar. Bir musibete bile dönüşebilir.
Portre yazarının muhakkak ki bir hududu vardır, durması ve ilerlememesi gereken mahrem bir alan. Siz de zaten “emanetlere riayetle” yazmaya çalıştım diyorsunuz. Kamunun bilmesi/bilmemesi hususunda, belli belirsiz ince bir çizgi mi var yoksa kalın, net bir çizgi mi? Tereddütleriniz oldu mu? Önce yazıp sonra çıkardığınız paragraflar var mıydı mesela?
Çizgiler var tabii. Bizim kültürümüzde İslâmiyetten, ahlâk anlayışımızdan kaynaklanan biraz daha fazlası var. Fakat bunların yazara göre değiştiğini veya farklı yollar bulunarak bazı mahrem bölgelerin de bir şekilde aşıldığını, açıldığını söyleyebiliriz. Ben de o kanaâtteyim, üslubu bulunmak şartıyla her şey -hadi çoğu şey diyelim- yazılabilir, hatta yazılmalıdır. Yazmak riayete aykırı değil, nasıl yazdığınız önemli. Şöyle düşünüyorum; bir şahıs, diyelim ki bir hoca, bir siyasetçi, bir meslektaş ve arkadaş, bir aile ferdiniz, bir kurum etrafında anlattığımız şeyler, hadiseler, alışkanlıklar, tarzlar, ifadeler, davranışlar, yapıp etmeler aynı zamanda bize ait, bizim insanımıza, bizim memleketimize ait iyilik veya kötülükler, kuvvet veya zaaflardır. Ayrıca biraz latife biraz ciddi olarak söyleyelim; hatıra ve portre türü metinler esas itibariyle sübjektif metinler oldukları için biraz dedikodu, biraz hissiyat ve şahsiyat da kaldırır.
Benim portre metinlerimde üslubu yumuşak ama muhtevası sert tenkitler de var. Dikkatli okuyucularımdan bu yolda sorular, hatta bazen tenkitler de alıyorum. O kadar sevdiğiniz, hürmet ettiğiniz bir insanı niçin ve nasıl tenkit ediyorsunuz, diyorlar. Onlara diyorum ki hatırat metninin de kendine göre bir gerçeklik ve güvenilirlik yahut mesuliyet ve doğruluk arayışı olmayacak mı? Benim var.
Sizin en sevdiğiniz portre yazarı/yazarları kimdir, kimlerin eserlerini seversiniz?
Bir iki taneden fazladır. Yahya Kemal’in Siyasi ve Edebi Portreler, Samet Ağaoğlu’nun Babamın Arkadaşları ve Aşina Yüzler, Cihat Baban’ın Politika Galerisi, Hüseyin Cahit’in Tanıdıklarım, Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler, Nurettin Topçu’nun Millet Mistikleri, yenilerden Orhan Okay’ın Silik Fotoğraflar, Cemal Süreya’nın 99 Yüz, Beşir Ayvazoğlu’nun Defterimde Kırk Suret ile Siretler ve Suretler hemen aklıma gelenler. Bir de kitap hacminde portreler var; Tanpınar’ın Yahya Kemal’i meselâ.
İbnülemin’i unutmayalım elbette. Eşi menendi olmayan ve ifade kıvraklıkları ve medih yahut zem babında devreye soktuğu geniş söz dağarcığı başta olmak üzere biyografi-portre karışımı zengin metinler yazan bir üstaddır o.
Hayatınız boyunca elbette pek çok kişi ile bir araya geldiniz, sohbette bulundunuz, derece derece bir kurbiyet kurdunuz. Aslında yüzlerce belki de binlerce insan demek bu. Ama siz bu kitapta on iki kişiyi anlattınız, Sözü Dilde Hayali Gözde’de biraz daha fazlası... Bir kişiyi anlatma fikri sizde nasıl, ne zaman doğuyor?
Kısmet olur mu bilmiyorum ama yazmak istediğim bir iki kitaplık daha portre var. Ayrıca yazılmış ve bazısı yayınlanmış bir kitap hacminde portre yazısı hazırda duruyor ve yeni ilavelerle, iyileştirmelerle tamamlanıyor. Onlar kitaplaşma zamanını bekleyecek. Bir de birkaç sayfalık portre yazılarım var, daha ziyade o kişinin vefatının akabinde yazılmış, bir kısmı yayınlanmış kısa metinler. Onlar belki ileride Vefeyatname adıyla kitaplaşacak. Yine de haklısınız, tanıdıklarımıza göre elbette çok az.
Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek portre yazmaya beni sevkeden bir iki âmil var. Biri hususiyet sahibi olmak vasfı. Hususiyet sahibi insan çok azaldı artık memleketimizde maalesef. Hususiyet kelimesi de sözlüklerde bile daha az rastlanıyor herhalde. Çekildi, çekiliyor hayatımızdan. İkincisi müşterek ve kıymetli hatıralarımızın olması. Ortak ilgiler, yaşanmışlıklar, zevkli yahut zor anlar, anılar, birlikte mücadeleler... Erken vefat eden genç bir kız talebem için de bir tür portre denebilecek uzunca bir metin yazdım, başlığı “Bir Azize’nin evrak-ı metrükesi”. Zafer Değil Sefer’in son metnidir o ve geri dönüşlere bakılırsa Dergâh’taki neşri de kitaptaki hâli de çok okunmuş ve beğenilmiştir.
Bir gün Dergâh’ta Mustafa Kutlu Hocamız’ın sohbetindeyken eskilerden, teferruat olarak kabul edilecek bir hususu hatırlayamadı. Kitapta geçen ifadeyle “odadaşınız” Mustafa Bey, sizin masayı işaret ederek muzipçe, “Ama o bilir dedi, o her şeyi saklar, unutmaz.” Kitapta yer alan notları okuyunca Mustafa Bey’e hak vermemek mümkün değil. Her şeyi saklar mısınız, her şeyi not alır mısınız? Ve zamanı geldiğinde bu notları, günlükleri okurla paylaşacak mısınız? Ben şahsen Sainte Pulcherie’de 15 yıl süren hocalık serüveninizi çok merak ediyorum.
Keşke her şeyi saklayabilsem, her şeyi yazabilsem! Şikâyetçi değilim ama hayatımda imkânlarım da vaktim de bana bu fırsatları tam vermedi. Ömrüm birkaç işi bir arada yapmakla geçti diyebilirim. Onun için ancak bazı şeyleri saklayabildim, bazı şeyleri not edebildim. Kırk yaşımdan sonra hem vaktim hem de imkânlarım daha fazla olacak diye düşünüyordum, o da özellikle vakit kısmı bir hayal-i muhâl imiş!
Yine de odadaşım Mustafa Kutlu ağabeyimin haklı olduğu bir şey var, erken denebilecek yaşlardan itibaren saklanacak ve kayıt altına alınacak şeylere riayet etmeye çalıştım, kaderin bir cilvesi olarak önüme gelen şeyleri, karşılaştığım kişileri önemsedim. Muhafaza altına aldıklarım arasında Kutlu’nun çöpe atmaya niyetlendiği bazı şeyler de bulunmaktadır. Bazen elinden alıp kurtardıklarımdan tesadüf ettiklerimi kendisine gösteriyorum veya telefonda söylüyorum, bazılarını da taratıp gönderiyorum, şaşırıyor. Hususi olarak benimle görüşmeye gelen talebeler için bile küçük not fişleri tutmuşluğum vardır.
Bunların tamamını adam edip yayınlamaya benim vaktim ve imkânım olmaz zannederim ama son yıllarda birinin eline geçerse bakılabilecek ve bazıları yayınlanabilecek halde olsun diye tasnif etmeye çalıştıklarım var. Henüz çok çok azı. Geniş mânada “Türkiye’de Dini Hayat”la alakalı epeyce belge, kupür, görsel, not, efemera ihtiva eden mesleki arşivimi rahatlıkla kullanabilecek ve hiç değilse talebelerime ve yakın arkadaşlarıma açabilecek bir mekân genişliğine hiç sahip olamadığıma ise hâlâ üzgünüm. Doğrusu bu tür evrakı gönül rahatlığıyla verecek kurumlar zaten azdı, çoğalacağına daha da azalıyor. Memleketimizde arşiv ve kütüphane işleri, üniversitelerde ve ilgili bakanlıklarda bile geriliyor, kötüye gidiyor. Bakın Şehir Üniversitesi’nin çok kıymetli bir arşivi vardı, Taha Toros’un çok değerli ve ikamesi mümkün olmayan arşivi başta olmak üzere. O üniversite sudan sebeplerle ve kaba saba bir şekilde kapatıldı, siyasete kurban edildi. Arşivi, kütüphanesi ne olacak belli değil maalesef.
Sainte Pulcherie’deki yıllarınız…
Bak onu atlıyorduk az kalsın. Uzunca yazmak istediğim fasıllardan biri bu, hem öğrettim hem öğrendim o okulda, o sayede farklı bir çevreyi tanıdım. Üç yıl Din Dersi verdiğim talebelerimle hususi bir yakınlığımız oluştuğu için onlar sayesinde Türkiye’de dini alanın bazı mühim meselelerini farkettim, memleketimin bazı insanlarını ve oluşumlarını müşahede etme imkânlarına kavuştum. Talebelerimi aynı zamanda hocalarım olarak düşündüğüm anlar olmuştur. Uzunca yazmak istediklerimden biri de Yeni Şafak Gazetesi tecrübesi. İlk gününden itibaren iki buçuk yıl orada haftada iki gün köşe yazısı yazdım, 1995-1997 yıllarında, hemen aynı dönemde Kanal7’nin kuruluş ve gelişmesini izledim, “İsmet Özel’le Başbaşa” başta olmak üzere bazı programlar yaptım, belgesel çalışmalarına katıldım. Türkiye’de muhafazakâr ve İslâmcı kesimin basın-yayın dünyasındaki pek de iç açıcı olmayan durumuyla alakalı çok yakından müşahede ve tespitlerim oldu. Onlar var. Elbette Dergâh Yayınları ve yayın dünyası hatıraları da var, hayli uzunca bir olarak…
Kitabın girişinde Yunus’tan “Göçtü kervan, kaldık dağlar başında”, sonunda ise Emrah’tan “Ne feryâd edersin divane bülbül” şiirleri yer alıyor. Kitaba adını veren de yine Yunus’tan bir dize. Bu mısralar hangi çağrışımlarla yer aldılar kitapta?
Arada bir de Yahya Kemal’in şiiri var, Orhan Okay Hoca portresinin sonunda, onun yazısıyla irtibatlı olarak. Şöyle: Biraz da yayıncılıktan kalma ihtiyaç ve alışkanlıklarla okuduğum metinlerden, şiirlerden, dinlediğim türkü, ilâhi ve şarkılardan başka şeyler yanında kitap adları, yazı başlıkları da çıkarırım. Bazılarını bir kenara kaydederim. Sonra bunların bir kısmını kendi kitap ve yazılarımda veya başkalarının kitapları için kullanırım, teklif ederim. Adını koyduğum başkalarına ait çokça kitap vardır. Bu iki şiir ise nerede ise her mısraı hatırat, portre, vefeyat yazıları için başlık verebilecek düzeyde imkânlı ve derin metinler. Onun için birini başta diğerini sonda bütünüyle vermek istedim; medhâl ve hatime gibi…
Araştırma-inceleme-fikir başlığı altında başucu kabul edilen kitaplarınız mevcut. Bunlar muhakkak ki meşakkatle, emek ve gayretle vücut bulmuş kitaplar. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa ise tanıdığınız, aşina olduğunuz kişileri anlattığınız bir eser. Portre yazmak kolay gelir mi size? Biz okur olarak su gibi akıp giden bir metin okuyoruz ama aslında portre yazmak hassasiyet gerektirdiği için daha zor mudur?
Daha zor metinlerle uğraştığım için portre yazmak zor diyemeyeceğim. Ama kendi içinde zorlukları ve hassasiyetleri var. Bir de portre var portre var. Meselâ Cemal Süreya’nın o başarılı portreleri birkaç paragraf, bir buçuk, iki sayfa. Ustalığı ve kalemi olan biri o kadarını bir oturuşta yazar ve bitirir. Cemal Süreya’nın da öyle yazdığını düşünüyorum. Ama meselâ Tanpınar’ın çok vasıflı bir İbnülemin portresi var, uzun da bir yazı. Bunun Tanpınar gibi bir kalemi bile zorladığını, yazmaya başladıktan sonra birkaç gününü, nihai haliyle belki daha fazla zamanını, demlenme zamanlarıyla birkaç haftasını aldığını düşünebiliriz.
Ben de daha ziyade uzun portreler yazıyorum umumiyetle. Uzun portre yazısında hem belli bir seviyeyi ve kıvamı hem de bütünlüğü korumak, sağlamak ilâve çaba ve vakit istiyor.
Çalışma sahanız çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslâm düşüncesi. Saymakla bitmeyen büyük bir külliyatınız var. Hepsi ayrı ayrı kıymetli. Biyografi eserleriniz de var. Genç okurlar sizi okumaya nereden başlamalı? Yayın tarihine göre bir okuma mı yapsınlar, kendi ilgi alanlarına göre mi başlasınlar? Ne tavsiye edersiniz?
Gerçek bir okuyucu olmaya niyetlenmiş olan, yolunu bulur diye düşünüyorum. Ben bile bulduğuma göre! Çünkü her bir kitap, her bir metin hevesli ve dikkatli bir okuyucu için birçok yola ve kitaba davetiye çıkarır, hatta icbar eder diyeceğim. Talebeliğimden beri neyi okuyacağıma kendim karar verdiğim için hocalıklarım sırasında kitap tavsiye etmemi isteyen talebelere de bunu söyleyerek tavsiyelerde bulundum. Hocalarım dahil başkalarının tavsiyelerine kulak kabarttım ama hemen kabul etmedim. Bu vesile ile bugüne kadar söylemediğim bir itirafta da bulunabilirim; ortalamayı gözettiklerini var sayarak tavsiye edilen kitapları değil de onların bir iki kademe yukarısındaki kitapları aradım, yokladım. Ayrıca “zafer biraz da hasar ister” demişler… Okuma da derinleşen, genişleyen, yükselen bir süreçtir ve ara sıra öteye beriye çarpar, düşer, kalkar. Varsın çarpsın, düşüp kalksın…
Esas düşüncelerim bunlar olmakla beraber rehberlik sorunuzu cevapsız bırakmayalım, çünkü serde hocalık var. Henüz akademik metin okuma alışkanlığı tam kazanamamış olanlar, deneme kitaplarıyla başlayabilirler. Meselâ Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye’yi okuduktan sonra Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm’ın ciltlerine daha rahat dahil olabilirler. Veya Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe’yi okuduktan sonra Din ile Modernleşme Arasında yahut Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak’a geçmek daha kolay olacaktır sanırım. Edebiyata yakın denemelerini sevenler de Aramakla Bulunmaz yahut Zafer Değil Sefer’le besmele çekebilirler. İslâmcılık, çağdaş İslâm düşüncesi okumak istiyorlarsa Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ile yola koyulabilirler. İslâmcıların Siyasi Görüşleri ciltleri adı cazip olmakla beraber biraz ön hazırlık isteyen kitaplardır meselâ…
Ama son söz ve karar onların. “Niçin ben orta kademeden başlayacakmışım?” derlerse bu, tam bana göre olur. “Âferîn erbâb-ı aşkın kuvve-i bâzûsuna” demişler, biz de onlar için deriz.
Söyleşi: Mukadder Gemici
İçinde İsmil Kara Hocanın, kitaplarının, yazılarının adı geçen metinlere peşin peşin ilgi duyduğumu, kayıtsız kalamadığımı, heyecanla tatlanan bir meraka kapıldığımı söyleyebilirim. Yüzcek tanışıklığımızın desteklediği bir olgudur belki de bu.
Bu söyleşinin, bunlardan öte bir değeri de yazmaya çalışan, yazmak için zaman ayıran, kafa yoranlar için taşıdığı değerdir. Bu taraklarda bezi olanların defalarca okuması gerektiğini düşünüyorum bu söyleşiyi. Mukadder Gemici de bizi inci mercan sandığına, kestirme yollardan gözenin başına, yığına el uzatabileceğimiz ya da göz atabileceğimiz en elverişli noktalara ulaştıran sorularıyla övgüyü hak ediyor. Bu güzel ve verimli söyleşi için daha akıcı ya da tumturaksız sözler söyleyenler olacaktır kuşkusuz. Herkese selam ve muhabbetler.