İmkânlı ve vazgeçilmez bir metin olarak İstiklal Marşı
Yüz yıl hatta daha fazla yaşayabilmek, yazıldıktan yıllar sonra insanlara aynı duygularla ulaşmayı başarabilmek çok az edebî metnin kaderinde vardır. Geriye dönüp bakıldığında çoğu dil, şekil, mahiyet bakımından anlaşılmamaya mahkûm büyük bir yığın vardır; yılları devirerek en üstte kalanlar “büyük metinler” olarak karşımızda durur. Yazarı uzaktadır, çoktan toprak olmuştur ama o metin, artık yazarın hakikatiyle, sebeplerle, olaylarla iç içe geçmiştir. Yazıldığı an ile birlikte capcanlıdır, yüz yıl sonra kaybolmadan, unutulmadan karşımızdadır.
2021, İstiklal Marşı’nın kabulünün 100. yılı idi. Tam bir asır önce çok zor zamanda, bir var oluş ve yok oluş mücadelesinin ortasında, İstiklal Savaşı’nın daha neticelenmediği günlerde kaleme alınmıştı. O günden bugüne bölünüp parçalanmadan geldi, bir bütün hâlinde basıldı, asıldı, yazıldı, okundu, ezberlendi. Bu kadar çok bilinmesine-tanınmasına rağmen; o günden bugüne yine sebepler, olayların yanı sıra oluş ve bozuluşlarla tam mânâsıyla anlaşılamadı. Prof. Dr. İsmail Kara, merhum Âkif’in his ve fikir âleminin zirvelerinden biri olan şiiri “Bir Düşünce Tarihi Metni Olarak İstiklal Marşı” kitabıyla okumaya, bu okuma üzerinden de bir milleti 100.yılında geçmişi ve geleceği üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor.
“İstiklal Marşı; çağdaş Türk düşüncesinin, çağdaş İslâm düşüncesinin en önemli kavramlarından birkaçını yeniden ele alması ve bir yere doğru taşıması bakımından istisnai bir yerde duruyor.”
Klasik bir soru ile başlayabilir miyiz? Nereden ve nasıl çıktı bu kitap?
Birçok yerden, birçok kaynaktan… Önce Âkif çalışmaları. İkinci olarak modern Türk edebiyatı ile çağdaş Türk düşüncesi bugün anlamakta zorlanacağımız kadar iç içedir. Çağdaş Türk düşüncesinin babaları yeni Türk edebiyatının da öncüleridir büyük ölçüde. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithad Efendi, Âkif meselâ… Onun için bazı şiirler üzerine düşünce tarihi metinleri yazmak epeyi zamandır düşündüğüm bir şeydi. Elbette İstiklal Marşı da bunlardan biri olacaktı ama ilk olarak Sadullah Paşa’nın “Ondokuzuncu Asır” şiiri üzerine yazacaktım. Çok mühim bir metindir o. Sırada kayma oldu, İstiklal Marşı’nın 100. yılı olması takdim tehiri kolaylaştırmış olabilir. Bir de hususi olarak ilgilendiğim şerh-haşiye geleneğini yenileyerek ihya edebilir miyiz diye bir fikir vardı kafamda. Nesir veya nazım bazı metinler üzerinden bunu deneyecektim. Bu kitabın modern bir “İstiklal Marşı Şerhi” olarak da tasarlandığını okuyucular hesaba katabilir. Belki ikinci şerh denemesi Said Halim Paşa’nın İslâmlaşmak risâlesi üzerine olacak.
Daha en başta; “Meşahir-i Meçhule” diyerek çok bilinen ve tanınan ama gerçekte bilinmeyen, derinliğine tanınmayan kişiler için kullanılan tabiri, İstiklâl Marşı için kullanıyorsunuz. “İstiklâl Marşı, üzerinde derinliğine düşünülmemiş, hakkında büyük metinler yazılmamış bir şiirdir” diyorsunuz. Bildiğimizi iddia ettiğimiz İstiklâl Marşı’nın bilmemiz, üzerine düşünmemiz gereken tarafları nelerdir?
Bu bir itham değil tespit. Neticeleri itibariyle acı bir tespit ama... Yediden yetmişe herkesin tahsil yıllarında karşılaştığı, düzenli olarak okuduğu, tekrarladığı, dinlediği bir metin, üstelik bir milletin İstiklâl Marşı. Ve bu şiir üzerine kayda değer metinler yazılmamış. Ne edebî olarak ne de fikri bakımdan… Ses, istikamet ve muhtevası, siyaseti itibariyle çağdaş Türk düşüncesi tarihinin mühim bir yerinde durduğunun tekrar altını çizebiliriz. Ayrıca bu metin ismi iyi bilinen, Safahat’ı uzun yıllardır en çok satan kitaplar arasında yer alan, milliyetçi-muhafazakâr-dindar kesimlerin hususen sahip çıktığı bir şahsiyetin kaleminden, karihasından çıkma...
İsterseniz hükmü biraz yumuşatalım; hak ettiği ve gerektiği ölçüde tanınmayan, bilinmeyen bir metin diyelim. Netice değişmeyecektir.
Hangi yönleri üzerine düşüneceğiz peki?
Belki öncelikle edebî yönü üzerinde durulacaktır, şiir olması dolayısıyla. Bilebildiğim kadarıyla bu da yeterince yapılmadı. Çağdaş Türk düşüncesinin, çağdaş İslâm düşüncesinin en önemli kavramlarından birkaçını yeniden ele alması ve bir yere doğru taşıması bakımından istisnai bir yerde duruyor. Hem de Cumhuriyet’in kuruluş arifesinde. Dolayısıyla hem öncesindeki birikimi ve fikrî-felsefî-dinî gelişmeleri, değişmeleri, daralmaları hem de Cumhuriyet devrindeki devamlılıkları veya köklü değişiklikleri, sapmaları takip bakımından imkânlı ve vazgeçilmez bir metin. Ben bugün için de bu imkânları içinde taşıdığını düşünüyorum. Onun için İstiklâl Marşı’nın 100. yılında yeniden ele alınıp yorumlanması gerektiğini hem de bunun farklı önceliklerle yapılmasının lüzumunu gündeme taşımaya çalışıyorum.
Kitapta İstiklâl Marşı’nı “İstiklâl”, “Millet”, “Din”, “Vatan”, “Medeniyet”, “Ümit” olmak üzere altı kavram üzerinden şerh ediyorsunuz. En çetrefilli kelime olarak “millet”in kalıplaşamadığını, adeta bir anlamlar yumağı olduğunu görüyoruz. Yine “millet” kelimesinin “nation” yerine kullanımında oryantalist etkiden, tercüme kaynaklı anlam yanlışlığından başlangıç noktası olarak söz ediyorsunuz. İç içe sorular olacak ama; Cumhuriyet tarihimizde –hatta tarihi biraz daha geri çekerek- bu anlam karışıklığının neticeleri ne oldu? Millet kelimesinin doğru anlamı/anlamları nedir? Âkif’in kullandığı anlam hangileridir?
İçiçe ve cevapları uzun sorular… Ülkemizde düşünce tarihi çalışmaları umumiyetle zayıftır. Kavramsal çalışmalar daha da zayıftır. Onun için düşüncelerin derin hikâyesini takip etmek ve bugünü, kendini anlamak, konumlandırmak zor. Bu durum ülkenin, üniversitelerin, ilim-kültür ve sanat ortamlarının entelektüel olarak, kendinin farkına varma çabası itibariyle zayıf olması mânasına gelir; çuvaldızı kendimize batırarak bunun altını bir daha çizelim. Türk eğitim sistemi, YÖK, Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, kültür ve sanat kuruluşları, basın bunların çok çok uzağında.
Bu sebeple klasik dönemde de, modern dönemde de ana kavramların hikâyesini, anlam genişleme ve daralmalarını müzakere etmiş ve yazmış sayılmayız. Neyi, nasıl düşündüğümüzü, bugün nerede durduğumuzu tam bilmiyoruz. Bu belki de Türkiye’deki felsefe bölümlerinin, hatta sosyal bilim fakültelerinin bize ait merkezi bir konum ve renk kazanamamış olmasıyla alakalı. Son yıllarda felsefe bölümlerinin yahut sosyal bilim alanlarının muhafazakâr-milliyetçi-mütedeyyin, hatta ilahiyatçı kişilerle doldurulması bir şey zannediliyor. Daha önce edebiyat ve tarih bölümleri böyle idi de ne oldu? Esasa, muhtevaya, ürünlere, hepsinin Türkiye’yi anlama ve taşıma kapasitesine bakmak lazım. Gerisi aldatıcı ve vakit kaybettirici olur.
“Soru bugün de önümüzde; Türk milletini birinci sırada ne ile tanımlayacaksınız? Anayasal vatandaşlık diye başlarsanız bir doğruyu belki ifade etmiş olursunuz ama bu, kesinlikle fikri ve felsefi bakımdan yeterli açıklayıcılıkta bir cevap olmayacaktır.”
Buradan “millet”in hikâyesine geçebilir miyiz?
Hikâye çok… İşte bakın; herkes kendince millet yahut ulus meselesini konuşuyor, milliyetçiler, ulusçular var, bunların ümmetçiler, enternasyonalistler gibi karşıtları da var, ama meselenin fikri ve felsefi hikâyesi sözlükler düzeyinde bile çalışılmadı, yazılmadı. Uğraştığım bir konu olduğu için rahat söylüyorum, yaslanacağımız büyük metinler yok, dökümler, taramalar bile yok bu vadide.
Bugünlerde siyasi sebeplerle tekrar gündeme geldi, milliyetçilik güya Atatürk ilkelerinden de biri değil mi? Hatta 12 Eylül askeri idaresi “Atatürk milliyetçiliği” diye bir kavram çerçevesi bile icat etti, diğer milliyetçiliklerden, ulusçuluklardan ayırmak için. Peki nedir bu altı oktan biri olan milliyetçilik diye ciddi olarak sorarsanız ve yazılanlara bakarsanız bir çölün içine düşmüş olursunuz. Ortalık beylik laflarla dolu…
Modern dönem için meselenin merkezi yeri şurası: Arapçada, Farsçada, Türkçede millet din üzerinden tanımlanan bir toplum ve cemiyetin, cemaatin adı. Ümmet de aşağı yukarı aynı mânâya geliyor. Bugünkü kullanımda millet dediğimize klasik kullanımda kavim deniyor. 19. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde toplumları tanımlamak için kullanılan kavramlarda anlam genişlemeleri yahut daralmaları oluyor. Çünkü milliyetçilik çağındayız ve bu süreçler, batıdan akıp gelen milliyetçilik rüzgârları ve dalgaları, Osmanlı Devleti’ni ve İslâm dünyasını da ciddi oranda etkilemektedir. O güne kadar Osmanlı Devleti dahil bütün büyük İslâm coğrafyalarında Müslümanlar gayrimüslimlerle, farklı ırklardan, farklı dillerden insanlarla birlikte yaşıyor. Artık bu yapı dağılmaya yüz tutuyor. Bu dağılma kavramlar dairesini ve onların anlamlarını da etkiliyor, çatlatıyor, dağıtıyor. Batı dillerindeki nation kelimesini nasıl karşılayacaksınız yahut Osmanlıcadaki millet, ümmet, kavim, cins kelimelerini nüanslarını muhafaza ederek batı dillerine nasıl aktaracaksınız. Burada anlatılması uzun birçok etkenin ve politikanın devreye girdiği muhakkak.
Kitapta hususi bir bölümde anlatmaya çalışıyorum, Âkif de, Safahat ve İstiklal Marşı’ndaki millet de bu sıcak süreçlerin içinden geliyor. Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Türk milleti İslâm ve Müslümanlık üzerinden tanımlanıyordu. 1924’ten itibaren İslâmın ve Müslümanlığın paranteze alınmasıyla milletin birinci derecede ne üzerinden tanımlanıp anlaşılacağı da paranteze alınacaktır ama vâkıa hâlâ böyle idi, böyledir. Onun için 1926’larda bile Lozan Mübadelesi gereği Balkanlar’dan, Adalar’dan ırken Türk olmayan, çoğu Türkçe bilmeyen yüzbinlerce insan sadece Müslüman oldukları için “Türk” olarak Anadolu’ya göç etmişlerdir. Buna karşılık, muhtemelen aslen Türk olan, Türkçe konuşan yine yüzbinlerce kişi Hristiyan oldukları için Rum diye Yunanistan’a gönderilmiştir.
Soru bugün de önümüzde; Türk milletini birinci sırada ne ile tanımlayacaksınız? Anayasal vatandaşlık diye başlarsanız bir doğruyu belki ifade etmiş olursunuz ama bu kesinlikle fikri ve felsefi bakımdan yeterli açıklayıcılıkta bir cevap olmayacaktır. Esas meseleden bilerek bilmeyerek kaçmak, yahut siyasetçiler için yan çizmek bile olabilir bu.
Âkif’in yakın arkadaşı Babanzade Ahmed Naim, milliyetçilik tartışmalarında “Milli hisleri, dini hisler içinde eritmek gerekir” diyor. Sizin Âkif ve İstiklal Marşı üzerinden yaptığınız tespitler de özellikle “millet”, “din” ve “vatan” kelimeleri için söylersek bu yönde akıyor gibi. Bu kelimelerin hem kendi başlarına, hem yan yana, hem de birbiri içinde eriyerek aynı ve ayrı anlamları var, diyebilir miyiz?
Her kavramın ayrı bir akışı ve hikâyesi var şüphesiz ama aynı veya yakın dönemde, yaklaşık aynı etkiler altında, benzer arayışlarla aktıkları için bu ayrı hikâyelerin birleştikleri noktalar ve bölgeler de var. Bir tenkit ve tartışma metni olan Babanzâde’nin yazısı esas itibariyle yerleşik kullanıma sadık kalarak yeni milliyetçi ve Türkçülerin kendileri için millet ve milliyet kavramlarını değil kavim ve kavmiyet kavramlarını kullanmalarının doğru ve yerinde olacağını söylüyor. Ona karşı çıkan diyelim ki Ağaoğlu ise ısrarla millet ve milliyeti kullanıyor, çünkü kavim ve kavmiyete düşmek dini bakımdan problemli hale gelmek demek. Ayrıca kavram düzeyinde bir aşağıya düşmüş oluyorsunuz. Elbette bunu istemiyorlar ve bundan ısrarla kaçınıyorlar. Bu da yeni bir tanımlama arayışını getiriyor. Neticede 70’li yıllarda ulus sol ve Kemalist kesimde yaygın tedavüle sokuluncaya kadar millet kullanımı hâkim oluyor, bugün de öyle sayılır. Peki ama nation ve kavim mânâsında mı yoksa aynı dine inanan insanların milleti mi? İşte burası flu yahut parantezde kaldı, kalıyor.
Soğuk Savaş sonrasında milliyetçilikle ulusçuluk arasında kurulmaya, kurgulanmaya çalışılan kategorik ayırım ise Atatürk milliyetçiliği gibi kafa karışıklıklarını daha da artırmış durumda.
Siz “ırk” kelimesi üzerinde çok az durmuşsunuz, ama hâlen İstiklâl Marşı bahislerinde bu kelime üzerinden tespitler yapılıyor, fikirler ileri sürülüyor. Bu kelimede Âkif ne söylüyor, biz ne anlıyoruz? “Irk” kelimesini doğru anlamak için onun başka şiirlerine bakmak gerekir mi?
“Irk” kelime-kavramına fazla yer vermeyişimin sebebi metinlerde millet ve kavim kadar kullanılmamasıyla alakalı. Genel olarak şunu söyleyebiliriz; İslâm ülkelerinde yeni milleti tanımlamak için ırk başat bir kavram hiç olmamıştır. Kafatasçılık olarak adlandırılan hastalıklı yahut ideolojik yönelişi bir tarafa bırakırsak Türkiye’de de olmamıştır. Zaten yetmiş iki milletin olduğu bir yerde ırktan bahsetmek herhalde abes olsa gerektir. Yetmiş iki milleti birleştiren ana unsur Müslümanlık, İslâm... Onun için tartışma açık veya örtük bu merkezde yürüyor normal olarak. Bugün de öyledir.
İstiklal Marşı merkezli “ırk” vurgularına ve menfi yüklemelere gelirsek bunun solun ve radikal İslamcılığın yükseliş yılları olan 60’ların ikinci yarısından itibaren gündeme geldiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü iki grup da biraz veya tamamen uyarılmış bir şekilde, sanki Avrupa’da yaşıyormuş gibi milleti nation karşılığında alıyor ve enternasyonalizm yahut ümmetçilik adına marştaki milleti de ırkı da problem ediniyor. Bu probleme kitabın uzun değerlendirme kısmında bir miktar temas ediyorum.
Lozan sürecinin devam ettiğinde şüphe yok bence. Türkiye hem entelektüel olarak hem de fiilen İslâm’ı parantezden çıkarma kapasitesine ulaşamadı yahut buna hiç niyetlenmedi.
İki yerde, biri kitabın başında, diğeri sonlarında olmak üzere Lozan sürecine bir atıf yapıyor ve Lozan süreci çerçevesinde “İstiklâl Marşı’na ruh üfleyen mânâ ve değerler dünyasından uzaklaşma”ya başlanmasını, “bazı mecburiyetler ve zaruretler”e bağlıyorsunuz. Kapalı bıraktığınız bu hususu biraz açmanızı istirham edebilir miyiz? Ya da şöyle sorsam bu mecburiyet ve zaruretler, bugün var olmaya devam ediyor mu? Ediyorsa mahiyetleri aynı mı?
Lozan süreciyle başlayan yeni dönem Milli Mücadele’nin umulan ve beklenen bir devamı mı değil mi? Esas soru bu. Dinî-millî bir fikir ve söylemlerle, hilafeti ve İstanbul’u, işgal edilen bölgeleri kurtarmak iradesiyle başlayan ve o ruhla neticelendirilen Milli Mücadele’nin… Çünkü İstiklal Marşı Milli Mücadele yıllarında, daha zafer kazanılmadan, bir zafer müjdesi olarak yazılmış ve büyük coşkularla kabul edilmişti. Benim yorumuma göre Cumhuriyeti kuran kadro da 1923’ten itibaren din merkezli olarak yaptıklarını -buna İslâm’ın paranteze alınması ve baskılanması diyorum- yapmak mecburiyetinde kalacaklarını düşünmüş değillerdi. İstiklal Marşı’nın 1924’ten itibaren çok tekrarlanan ama anlamı ve ruhu üzerinde kafa yorulmayan bir metin, bir İstiklal Marşı hâline gelmesinin sebebi de budur. Bugün de yerinde ve ağırlığında bir metin değildir maalesef. Kitabın yazılma amaçlarından biri de yeniden bir yerindelik ve ağırlık arayışıdır. Umarım bu bir derecede olmuştur ve okuyucular tarafından da anlaşılacaktır.
Hâlâ devam ediyor mu Lozan süreci diye de sormuştum…
Lozan sürecinin devam ettiğinde şüphe yok bence. Türkiye hem entelektüel olarak hem de fiilen İslâm’ı parantezden çıkarma kapasitesine ulaşamadı yahut buna hiç niyetlenmedi. Neleri feda ederek ne alabildiğini yaşayarak gören Cumhuriyet’i kuran ve 1960’lara kadar getiren kadro bunu en azından biliyordu. Ondan sonrakilerin bildiği de şüpheli. Bu sahada olanlar yani dini yükselişler gibi anlatılanlar -karşı devrim diyenler bile var, biliyorsunuz- bunlar bir kısmı normalleşme ama daha fazlası arızi veya siyasi atraksiyonlarla, uyarılmışlıklarla alâkalı gelişmeler gibi gözüküyor. Bunu kendilerini nerede ve nasıl konumlandırdıklarına, hangi dilden konuştuklarına bakarak tespit edebiliriz. Onun için bazı getirileri ve avantajları da olan çok partili hayat tersten Lozan sürecinin iyice yerleşmesi ve müesses nizam haline gelmesi olarak da yorumlanabilir. Türkiye çok partili hayatta da kendi hayati problemlerini değil önüne konan, daha doğrusu boca edilen konularla boğuştuğu ve bunlar üzerinden bölünmeler, kutuplaşmalar yaşadığı, bu karşıtlıklara da fikir hayatı veya siyasi mücadele dediği için sadede gelemiyor. Gücü buna yetmiyor, esas meselelere yanaşamıyor. Bunu bütün soğukluğuyla görmek lazım. Ama Türkiye’nin kendisini sağaltma imkânı ve potansiyeli her zaman var, ümit verici olan burası, mevcut durumlar değil.
Bana en ilginç gelen tespitlerinizden biri İstiklâl Marşı’nı dinî-millî bir metin olmasının yanı sıra modern bir metin olarak adlandırmanız oldu. Milli marşlar evet modern döneme ait metinlerdir, ama sizin bu modern tanımınız farklı hususlar barındırıyor sanki. İstiklâl Marşı’nı hangi hususları ile modern bir metin olarak kabul ettiniz?
Modernleşme tanımından başlamayalım ama Âkif’in hem fikir dünyası hem de şiiri itibariyle modern devrin arayışları ve tasavvurları içinde olan mütedeyyin bir fikir adamı ve şair olduğunu hatırlatarak bu soruyu kısmen cevaplayabiliriz. Fakat buradaki temel soruyu bir yukarıya çıkarırsak modernleşme istikametindeki bir aydının ve sanatkârın İslâmcılığı ve Müslümanlığı meselesine intikal etmek durumuyla karşılaşırız. İsterseniz “Hem dini hem milli olunabilir mi?” diye soralım. Malumunuz bu benim uğraştığım ve hakkında metinler yazdığım bir soru ve sorundur. Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak kitabımın başlığı bile bunu ele verir. İslâm dünyasındaki modernleşme teşebbüslerinin aynı zamanda bir dindarlaşma talep etmesi ve öngörmesiyle alâkalı bir mesele bu. Modernleşmenin, ıslahatın ana amacı dinle devleti birlikte risk alanının dışına taşıma arzusu ve iddiasıdır. Batıdaki modernleşme tecrübesinden farklılaştığımız mühim bir nokta burası. Çünkü orada modernleşme esas itibariyle dinle arasına ciddi mesafeler koymak demek. Onun için dini-milli bir metin olan İstiklal Marşı’nın aynı zamanda modern bir metin olması bu zaviyeden anlaşılabilir bir şey. Elbette fiilen böyle olan, böyle akan ama felsefi olarak uzlaştırılması zor iki hattın ortaya çıkardığı ciddi problemler ve biçimsizlikler de var. Bugün de var, hem de artmış ve derinleşmiş olarak...
Kitapta bahsettiğiniz altı kavram; Âkif’in şiirlerinde, ilk defa olarak İstiklâl Marşı’nda yer almış değil. Misâllerini de gösteriyorsunuz, daha önce yeri geldikçe âdeta hokkasını bu kelimelere batırarak yazmış Âkif. Sonra hepsini bir araya getirerek İstiklâl Marşı’nda ayrı, eşsiz bir nakış işlemiş. Âkif’in bir şair ve fikir adamı olarak başlıca meseleleri bunlardır diyebilir miyiz? Yoksa en derinde aslında başka şeyler yazmak isterken devrin şartları mı onu buna mecbur etmiştir?
Bu başlıkların Âkif’in uğraştığı, anlamaya ve yorumlamaya çalıştığı, kendi kaderiyle de paralel akan meseleler arasında ön sırada olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bunlarla sınırlı değil, dediğiniz gibi tarihin akışının şairi getirdiği yerler de var. Her insan bir dönemin çocuğu ve dimağıdır. Âkif’ten bize intikal eden metinler arasında “Ben aslında böyle yapmayacaktım ama şartlar, cemiyet-i beşeriyenin, Müslümanların vaziyeti beni buraya, bu üsluba getirdi” dediği yerler var.
Fakat bu kavramlar; büyük değişmelerin, altüst oluşların yaşandığı bir dönemin içinden akıp geçtikleri için Âkif’in metinlerinde bile zaman içinde yeni anlamlar kazanarak genişliyor veya daralıyorlar. Onun için İstiklâl Marşı manzumesini, yapısını vücuda getiren bu kavramları kronolojik ve tematik olarak hem Âkif’in hayatıyla ve çevresiyle hem de çağdaş Türk düşüncesiyle ilişkilendirerek ele almaya çalışıyorum. Bu şerhin usulü bu; aynı zamanda bir dönem okuması ve değerlendirmesi…
Âkif’e olan büyük ve ciddi ilgiyi sadece hissi yahut ideolojik düzeylerde işleyen bir mekanizma olmaktan çıkarmayı; ona, onun metinlerine estetik, fikri ve felsefi seviyeler, kademeler kazandırmayı başarmalıyız.
Sonuç bölümünde merhum Mehmet Âkif’e getirilen eleştirilere de yer veriyorsunuz. Bu eleştiriler evet var ancak, eleştirilerden daha büyük olarak millet nezdinde Âkif’in sarsılmaz bir yeri ve Âkif sevgisi var diyebilir miyiz? Âkif’le aynı dönemde yaşayan, dönemin devlet ricali tarafından sevilen, sayılan şairlerin adının bugün Âkif kadar anılmadığını da görüyoruz. Millet, Âkif’e sahip çıkıyor mu, yoksa bu sathî bir alâka mı?
Resmi kurumların ve kişilerin ilgi göstermediği cenazesinden itibaren Âkif’e milletin esirgemediği ilgisi görülmeyi ve tahlil edilmeyi hak ediyor. Uzun yıllar resmi değil sivil ve kendinden bir ilgi olarak devam etti bu. İlk ve orta tedrisatta İstiklal Marşı’nın ve edebiyat derslerinde Âkif’in bazı metinlerinin okutulması da onu ortak bir isim hâline getirdi. Sonra buna bir miktar ideolojik eklentiler de bitişti; Cumhuriyet ideolojisini doğrudan karşılarına alamayan milliyetçi muhafazakâr kesim, Âkif üzerinden de bir muhalefet yürüttü, Tevfik Fikret’e ve Nazım’a karşı onu, çıkardı.
Yine de söylememiz lazım; Âkif’e olan büyük ve ciddi ilgiyi sadece hissi yahut ideolojik düzeylerde işleyen bir mekanizma olmaktan çıkarmayı, ona, onun metinlerine estetik, fikrî ve felsefî seviyeler, kademeler kazandırmayı başarmalıyız. Bu yapılmadı, en azından yeterince yapılmadı. Âkif’in fikriyatı üzerine büyük metinlerimiz, eserlerimiz hâlâ yok. “Bu sene yayınlanan -adı büyük resmi kurumlarınkiler dahil- yüzlerce eserden kaçı ciddi bir değerlendirmede elek üstünde kalır acaba?” diye sormak ve soğukkanlılıkla bakmak lazım. Benim gördüklerim hiç iç açıcı değil maalesef.
Kazım Karabekir’in İstiklâl Marşı’na tenkidi ve yeni marş teklifini içeren mektubu da kitapta yer alıyor. Çok ilginç ifadeleri var; “Milletin vicdanından çıkacak feryad değil”,“Münacat kısımları ilahiye yakışır”, “Milletimizi medeniyet canavardır diye bağırtmak doğru mudur?”, “Ecnebi gözüyle bakmalıyız” diyor. İlk okuduğunuzda size neler düşündürdü bu mektup?
Hiç şaşırmadığımı söyleyebilirim. Karabekir Paşa’yı sağcı muhafazakâr cenahın okuyup anladığı gibi hiç anlamadım. Belki tarih okumamın da burada faydası oldu. Büyük bir kurmay ve vatanperver olduğu şüphe götürmeyen Karabekir’den bir Nutuk ve Kemalizm karşıtlığı yahut Cumhuriyet ideolojisi muhalefeti çıkarmaya gayret etmek beyhude bir çabadır. Ama savunmacı ve sloganlarla, karşıtlıklarla yürüyen bir tarih anlayışı içinde böyle konumlandırılıyor. Kemalistler de, muhafazakârlar da bunu yapıyor.
İstiklal Marşı’na olan muhalefetinin metnin dini muhtevası yahut geleneksel formu üzerinden olması elbette yine de mühim. Ve kendisinin yazdığı, yazmakla kalmayıp bestelediği marş metninin estetik olarak da, muhteva olarak da fukaralığı…
İlk Meclis’te ayakta alkışlanarak, geniş bir mutabakatla kabul edilen bir şiirimiz/şairimiz var. Milli marşımızı zaman zaman değiştirme teşebbüsleri de olmuş. Hatta Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” şiiri bile bu arayış vakitlerinde milli marş olması için kaleme alınmış. İstiklâl Marşı günün birinde değişir mi?
Kitabın uzun değerlendirme kısmında bu meseleye de temas ediyorum. İstiklal Marşı’nın yazıldığı anlam ve ruh dünyası Lozan süreciyle değiştiği, bir başka deyişle İslâm’ın paranteze alınması, İstiklal Marşı’nın da paranteze alınmasını gündeme getirdiği için 1924, 1925 yıllarında Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere resmi kurumlarda bazı yeni marş arayışları başlıyor, elimizde bu istikamette resmi yazışmalar var. Bunların yukarılardan habersiz olduğunu düşünmemizi gerektirecek haklı sebepler ve işaretler yok. Tek parti iktidarının yanında yer aldığı dönemde Necip Fazıl’ın yazdığı meşhur marş da bunun bir uzantısı. Ayrıca Necip Fazıl’ın Âkif muhalefeti, çeşitli sebeplerle ömrünün sonuna kadar devam ediyor.
Hamdolsun demek lazım, İstiklal Marşı’nın mânâsı ve ruhu hemen herkes tarafından unutulmakla beraber marş olmaktan çıkmıyor, çıkarılmıyor, belki buna cesaret edilemiyor. Teferruatını bilmiyoruz. Bugün zayıf bir beste ile de olsa okunmaya, yetersiz de kalsa anlaşılmaya devam ediyor. Umalım, Âkif’in dediği gibi “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”
Aslında bitirdiniz ama yine de sorayım; bir fikir adamı ve şair olarak Âkif’i daha yakından tanımak için hangi kitapları okumak gerekir, Âkif okuma kılavuzu hangi kitaplardır?
Kitap olarak hâlâ Mithat Cemal’in Mehmet Âkif’i 80 sene sonra en iyi ve en tavsiyeye şayan kitap olarak yerini muhafaza ediyor, bana göre. Onunla başlamalı ve diğer okumaların sonunda onu bir daha okumalı derim. Ertuğrul Düzdağ’ın edisyon kritikli Safahat neşri, kütüphanede ve masada olmalı; gençler için düz neşirleri de olur. Düşünceleri açısından Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un Mehmet Âkif kitapları küçük hacimlerine rağmen kıymetli. Çok iyi veya iyi diyebileceğimiz bir Âkif biyografisi hâlâ yok maalesef, bu büyük açık şimdilik Ertuğrul Düzdağ’ın çalışmasıyla ve DİA’daki maddeyle nisbeten kapatılabilir. Beşir Ayvazoğlu’nun 1924 kitabı ve Dücane Cündioğlu’nun Bir Kur’an Şairi çalışması, kendi sahalarında vasıflı metinler. Gençlere Orhan Okay’ın kitabı da tavsiye edilebilir. Umarım tavsiyeye şayan önemli bir metni atlamamışımdır.
Şimdi bir de sizin kitabınız var. Teşekkür ederim hocam…
Söyleşi: Mukadder Gemici
Mukadder Gemici'yi tebrik ediyorum. Büyük başlıkların altına küçük yazılar okumaktan sıkıldık. Etraflıca bir "mukabele" olmuş. Söyleşi ve röportaj da diyebiliriz.